Zuhal Özden / Demokrat Haber

"Karagül" adından en fazla söz ettiren dizilerden biri. Rating ve hasılat rekorlarıyla hep gündemde. Dizinin yönetmeni Murat Saraçoğlu ile "Karagül"ü konuştuk. Murat Saraçoğlu Karagül’ün başarısını yapımcıdan başlayarak doğru ekibi oluşturmakta görüyor. Karagül’ün 42 ülkeye satıldığını söyleyen Saraoğlu buralardan kazancının sıfır lira olduğunu söylüyor.

***

Filmlerinizi seyrettim, Karagül dizisini iki sezondur seyrediyorum. Film çekmek daha özgür bir şey ama dizi için bu söz konusu değil, karışanı çok, seyircinin haftalık algısı, yapımcının baskısı, hem senaristin hem de yönetmenin üzerinde büyük bir yük olmalı. Sizin filmlerinizin her birinin isabet kaydetmesini buna bağlayabilir miyiz?

Film, yönetmenin kendini var ettiği asıl mecradır. Televizyon dünyasında “film yönetmenin dizi yapımcınındır” denir. Bir yere kadar katılıyorum bu saptamaya, ancak yönetmenin inanmadığı ve onaylamadığı bir şeyin iyi sonuç vermesini beklemek fazlaca iyimserlik olur.

Karagül dizisinde bir ekip ruhu ile çalıştığınızı okudum daha önceki röportajlarınızda çünkü oradaki kadronun çoğu ile birlikte birçok kez çalışmışsınız. Bazı yabancı yönetmenler filmlerinin müziklerini yaptırdıkları müzisyeni bile hiç değiştirmiyorlar hatta onu bazen oyuncu olarak da görebiliyoruz. Karagül dizisinin başarısı, sizi bir orkestra şefi olarak düşünürsek, bu ahengi yakalamanızda diyebilir miyiz?

Karagül’ün başarısını yapımcıdan başlayarak doğru ekibi oluşturmakta bulabiliriz. Ne bir eksik ne de fazla; bütün birimler ruhunu kattı bu diziye. ‘Nasıl olsa bir ağa dizisi çekiyoruz’ diye düşünüp işin kolayına kaçmadık. Her detaya günlerce kafa yorduk. Kendal’ın teknesinden, Ebru’nun fularına, Asım’ın vücut dilinden, konaktan çıkınca ne tarafın Halfeti ne tarafın fabrika yolu olduğuna kadar.

Rüyalar, edebiyatta ve filmlerde karakterlerin bilinçaltını yansıtması bakımından çok önemli. Karagül dizisinde rüyalara çok yer veriliyor. En son Özlem’in rüyasına tanıklık ettik. Konağın fertleri el birliğiyle özlemin bebeğini var ettiler ve bebek şöminede yanarken uyandı. Karakterin ruh halini vermek açısından hem zor hem de dizi süresinde özet geçmek bakımından kolaylık rüyalar, siz ne düşünüyorsunuz?

Karagül rüyalarına kafa yormayı ekip olarak çok seviyoruz. Ama itiraf edeyim böyle bir konseptte fantastik öğeler kullanarak mana oluşturmaya çalışmak büyük riskti. Aslında bırakın rüyaları Karagül’ün senaryosundan yükselen manayı yorumlamaya çalıştığımız görsel dilin totalinde bu risk vardı. Yüksek kareler, rüyalar, efektler, müzikteki senfonik anlayış seyirciyi yabancılaştırabilecek şeyler. Ama öyle olmadı. Karagül bu anlamda ‘dozlar’ dizisidir.

Kitabınız “Salacak ve Harem”, henüz okumadım ama anladığım kadarıyla mekan üzerinden yola çıkmış bir kitap, Karagül dizisi için de çok güzel bir şey söylemişsiniz, “Halfeti, birinci kahramanımız” demişsiniz. Bunu da gayet güzel kullanıyorsunuz. Şerif Sezer’in oğlunu alıp yollara düştüğü sonra bir çukurun başında hesaplaştığı sahneler muhteşemdi. Siz sezgisel bir insansınız sanki. Nesneleri kapsayan onları yansıtan, yanılıyor muyum?

Mekanla ilgili saptamanız beni mutlu etti, çünkü çektiğim işlerde mekanın turistik ya da fonda beliren bir öğe olmasına değil hikayeye yardımcı temel unsurlardan biri olmasına çabalıyorum.

MEMLEKET’İN VİZYONU 2016 BAŞINI BULACAK”

“120” filminizi yeni seyrettim, “Yangın Var” filminizi daha önce seyretmiştim. Oralarda da mekanlar ve insanlar bir bütün. Son filminiz “Memleket” de yine mekan duygusunun insandaki yansımasının hikayesi. Ne zaman vizyona girecek?

Memleket’in vizyonu 2016 başını bulacak sanırım. Öncesinde kendimizi ifade etmek istediğimiz başka mecralar var.

Bir yönetmenin filmin hem yapımcılığını, senaristliğini üstlenmesi, filmin bütünlüğünü yansıtması, akışın kopmaması açısından sanki ideal ama bizim ülkemizde böyle yapımlar az, siz bu konu da ne düşünüyorsunuz?

Yönetmenin kendi senaryosunu çekmesi ve yapım koşullarına hakim olması güzel ama bence yönetmen sadece filmine odaklanıp güvendiği bir yapım ortamında sanatıyla uğraşabiliyorsa bu güzel.

“ALTERNATİF DAĞITIM AĞLARI OLUŞTURULMALI”

Türk filmleri kendi ülkesinde yeterince itibar görmüyor sanki, seyirci filmin farkına varmadan bir bakıyorsunuz, film vizyondan kalkmış. Bizde neden tanıtım ve dağıtımda bu kadar tekelcilik var? Para getirmeyen bir iş bu tarafı ya da sorun ne?

Dağıtımcılar basit bir yaklaşımla filmin ne olduğuna değil tıpkı bir süpermarketin rafında bekleyen konservelerde olduğu gibi kimlerin daha çok bu ürünlere rağbet ettiğine bakıyorlar. Bu tek tip ve sadece satıştan ibaret sisteme karşıyım. Alternatif mecralar ve dağıtım ağları oluşturulmalı. “Başka Sinema” organizasyonu bu alternatif için güzel bir girişim.

Festivallerde bir sürü yabancı film seyrediyoruz, festivalleri düzenleyenler birbirlerini sabote ediyorlar, aynı zamanlarda oluyor mesela, üstelik Türk filmleri de çok az oluyor aralarında. Oysa bir senede çok fazla film çekiliyor, sinemacılar mı festivallere itibar etmiyor, yoksa festival düzenleyen mi Türk filmlerine, hangisi? Yoksa seyirci yabancı film mi görmek istiyor sizce?

Bu sorunun ana fikrine katılmıyorum. Türkiye’de önemli festivaller, Türk filmlerinden oluşan ulusal yarışmalarıyla kendilerini var ediyorlar. Sıkı takip etmek alternatiflerin çoğalması açısından çok önemli.

“KARAGÜL 42 ÜLKEYE SATILDI AMA BENİM KAZANCIM SIFIR LİRA”

Müzik sektörü çok daha erken organize olmuş haklarını yasal manada korumak açısından, film sektörü ise bu konuda daha yeni adım attı. Çok sesliliğin nedeni bu sektörde kolların çok fazla olması mı? Neden organize olup haklarını yasallaştıramıdılar? Mekanda film çekerken zabıtaya bile hesap vermek zorundalar.

Valla bu kanayan yaramız. Kanunla ilgili büyük sıkıntılar var ama temelde hepimizin bir araya gelmesi şart. Hatta öyle olmalı ki sektör sezonun en verimli döneminde yayını durdurmalı. Ama bütün herkes. Yoksa bir şey değişmez. Güzel gelişmeler var ama kimse yerinden kıpırdamadığı için sonuca yürünemiyor. Karagül 42 ülkeye satıldı ve oralarda da raiting rekorları kırıyor. Ama örneğin benim buralardan kazancım sıfır lira.

“İKİ TARAFLI BİR ÇARESİZLİK”

Yazarlar gibi senaristlerin de bir süre sonra yaratım sürecinde inişe geçmeleri doğal bir süreç, biriktirmeleri gerekiyor ama bizde hep aynı senaristlerin uzun soluklu benzer işleri aynı kanallarda dolanıp duruyor. Bu sizce sağlıklı bir şey mi? Seyirci ve senaristin ruh sağlığı açısından soruyorum?

Elbette değil, yazanın da çekenin de oynayanın da robot olmadığı malum. Ama reklam kazanç dengesi bahane edilerek süreler uzadıkça uzuyor. Artık içerik kalitesi ikinci planda, temel mesele istenilen uzunlukta yayın bandını kanala gönderebilmek. Seyirci de karakterlere inanmışsa eğer, sıkılsa da bir alışkanlıkla yayını son reklama kadar izliyor. İki taraflı bir çaresizlik hüküm sürüyor kısacası.

“FİLM ÖNCELİKLE HİKAYEDİR”

Son bir soru sormak istiyorum. Ben eskiden filmin, hayatın bir anını, karesini alıp, onu resmetmek olduğunu sanırdım. Sonra biri, yönetmenin adını unuttum o demiş ki tıpkı resim gibidir film çekmek, algıladığınızı, kendi gerçeğinizle sahneye yansıtmak. Bu sizin gerçeğinizdir, doğru olması gerekmez. Siz bu konuda ne diyorsunuz?

Film çekmenin bunlarla birincil derecede bir ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Film öncelikle hikayedir. Yönetmen hikayesini anlatır ve izleyenlerin bundan etkilenmesini ister. Senaryo, oyuncular, kamera, ışık vs… bu hikayenin anlatılmasında sadece birer enstrümandır. Hikaye anlattığınızı unutursanız kamera, ışık vs.. derken milyon tane detay içinde kaybolup gidersiniz.

Cevaplarınız için çok teşekkür ederim. Umarım bundan sonra tıpkı “Memleket” gibi kendi içinizden çıkan senaryosunu kendinizin yazdığı gönlünüzce filmleriniz olur seyirciye ulaştırdığınız.

İlginize ve okuyucuya çok teşekkür ederim…