Yazar-aktivist Kürşad Kızıltuğ ile toplumsal cinsiyeti, erkekliği, anarşizmi ve şiddet konularını konuştum. Hızımızı alamadık ve ortaya çok uzun bir söyleşi çıktı. Söyleşinin daha iyi anlaşılması ve üstüne düşünülebilmesi açısından iki parça halinde yayınlama kararı aldık.

 

 

Son bölümü de aşağıda:

 


İlker Cihan Biner

 

İlker Cihan Biner: Kimi anarşist çevreler ‘şiddet’ konusunda adeta uzlaşı içindeler. Şiddet dediğimiz kavram pek çok düşünürce farklı bağlamlarda konuşulmasına/tartışılmasına rağmen bu bahsettiğim çevreler sabit bir şiddet tanımı üzerinden çıkarımlara sahipler.

Kürşad Kızıltuğ: Anarşist çevrelerde şiddetin kavranışına ilişkin bir konsensüs ya da ortak kabül yoktur. Hiçbir zaman da olmamıştır. Tüm dünyada, yaklaşık iki yüzyıldan bu yana, pasifizmi benimseyen anarşistler olduğu kadar kuvvet kullanımı içeren mücadeleleri ilkesel olarak reddetmeyen anarşistler de vardır. Anarşistlerin ortak kabullerinden en önemli olanı tahakküm ilişkilerine, hiyerarşiye ve devlete karşı olmaktır.

 

Bu karşıtlık noktasından, özgürleşme süreçlerinin nasıl yürütüleceği, bireysel ve kolektif mücadeleler, örgütlenme anlayışları, siyasal mücadele alanları gibi meselelerde anarşistler farklı akımlara doğru çeşitlenirler.

 

Öyle ki kapitalizme karşı kolektif mücadeleler yoluyla toplumsal bir devrimi savunma ya da bireysel bir yaşam tarzıyla anarşiyi inşa etme noktasında da anarşistlerin farklılaştıkları görülebilir. Ve dahası kapitalizme karşı toplumsal devrimin işçiler eliyle olması konusunda anarko-sendikalistlerin sosyalistlerle ortaklaştıkları noktalar olduğu kadar, daha farklı toplumsal örgütlenme biçimleri yaratarak komünleri yaratma yönünde işçi mücadelesi yerine, yerel topluluk temelli örgütlenmeleri savunarak anarko-sendikalistlerden ayrılan başka anarko-komünistler ya da liberter sosyalist anarşistler vardır. Yine benzer ayrışmalar, anarşistlerin bazılarını Marksist kökenli özgürlükçü sosyalist ve özgürlükçü komünistlerle yakınlaştırırken, bazı ayrışmalar da anarşistleri siyasal liberalizmin temsilcileriyle yakınlaştırır. Bunlar geçmişten bugüne taşınan farklılıklardır.

 

Peki ya şiddet konusundaki tartışmalar?

Şiddet konusunda da tartışmalar çeşitlidir. Kimi anarşistler, hiçbir şekilde kolektif eylem yoluyla kuvvet kullanımını onaylamazken, Tolstoy’cu hıristiyan pasifistlere veya Gandhici sivil itaatsizlik yöntemlerine yakınlaşabilir. Başka anarşistlerse bireysel silahlı eylemler yoluyla propaganda anlayışında on dokuzuncu yüzyılın bazı sosyalist devrimci akımlarının devrimci şiddet politikalarına yakınlaşabilir. Aynı şekilde devrimci sendikalizmin teorisyeni George Sorel’in anarko-sendikalizmin üzerindeki büyük etkisi bilinir.


Anarko-sendikalizmin ya da Ukrayna isyan ordusunun silahlı devrimci ayaklanma ve direniş siyasetinin, günümüzdeki belli bazı anarşist etkiler taşıyan Zapatista hareketinin silahlı direniş anlayışına yakınlığından da bahsedebiliriz.

 

Bir eylemi engellemek isteyen polise karşı kuvvet kullanımı ya da protestolarda mala yönelik saldırılar ya da eko-sabotajların çağdaş anarşist hareketler içindeki yeri de son derece iyi biliniyor. Ancak bu konudaki farklılıklar sadece anarşistler arasında değildir. Esasında, kuvvetin nasıl kullanılacağı, kolektif mücadelenin yöntemlerinin neler olabileceği, kitlesel ayaklanmanın veya büyük ölçekli kitlesel protesto gösterilerinin, doğrudan eylemin yöntemleri, siyasal iktidarlara, devletlerin kolluk güçlerine karşı mücadele eden devrimci sosyal hareketlerin hepsinde tartışma konusudur.

 

Burada göz ardı edilmemesi gereken belirleyici parametrelerden birisi, kolektif mücadelelerin var olduğu her yerde siyasal iktidarların ve kolluk güçlerinin bu mücadeleleri bastırmak için çeşitli taktikler geliştiriyor olmasıdır. Bu bastırma yöntemleri dünya ölçeğinde bakıldığında değişkenlik gösterir. Devrimci kuvvetler olarak kolektif mücadeleler, karşılarındaki iktidarın bastırma teknikleri kadar kendi güç durumlarına göre de tavır alırlar ve tutumları olanakları ölçüsünde çeşitlilik gösterir. Bu yüzden bu konularda, her yerde ve her zaman diliminde geçerlilik gösterebilecek yöntemler önerilmesi mücadeleyi baştan kaybetmeyi kabul etmek olur. Bir takım sosyalist dergilerin silahlı mücadelelerin artık bittiğini ilan etmesinde de örneğini gördüğümüz gibi.

 

O halde öncelikle bu tartışmaların anarşistlere özgü olmadığını söyleyebilir miyiz?

Evet… Toplumun dönüşümüyle ilgili derdi olan tüm siyasal özneleri yani anarşistleri, feministleri, sosyalistleri, ekolojistleri, lgbtt örgütlerini, etnik ve kültürel kimlik mücadelelerinin tamamını ilgilendiren büyük bir tartışma konusudur bu. Ancak dört başı mamur bir çözüme kavuşturulduğu söylenemeyeceği gibi, böyle zannedenlerin şiddetin ne olduğunu bile tanımlamakta zorlandıkları görülür.

 

Her şeyden önce yapısal şiddeti, yani bugünkü siyasal ve ekonomik sistemlerin, patriyarkanın, tüm canlıların üstünde uyguladığı fiziki zoru ve yaşamın kendi potansiyelini gerçekleştirmekten alıkonulmasını tartışmadan şiddeti tartışmak abesle iştigaldir.

 

Liberalizmin, iktidardan etkilenenler ile iktidardakilerin konumlarına aynı mesafeden bakan dili içinden konuşmaktır. Benim tercihim şiddetin neden var olduğunu ve nasıl açığa çıktığını, ne şekilde işlediğini somut durumlar içinde analiz etmeye yöneliktir. Şiddetin açığa çıkışını incelemek ise, iktidarı tek bir merkez olarak görmeyip, daima çok merkezli olarak dağıldığını, çatışanların daima iktidar ilişkileri içinde çatıştıklarını görmektir. Ama bunu somut olarak görmektir. Yani her tekil durumun içinde bir kez daha ampirik olarak analiz etmek.

 

İktidarın işleyişi, karşısındaki kudretini emdiği sosyal varlıkların hareketlerini tamamen kısıtladığı ve onun potansiyellerini engellediği her durum şiddet içerir. Muktedirden kaynaklanır şiddet. O halde şiddeti bir ilişki içinde ve iktidarla çatışmanın zor yoluyla engellendiği, ve tahakkümün tekrar tekrar tesis edildiği bir zor ilişkisi olarak kavramalıyız. Bu durumda, şiddet, her türlü eşitsizlik ilişkisi içinde, özgürlüğü kısıtlamanın veya bastırmanın yegâne şekli olarak belirginleşir.

 

Silahlanıp dağa çıkan köylü, eline ilk geçirdiği cismi kendisine saldıran erkeğin kafasına indiren kadın, falçata taşıyan seks işçisi ya da grev yaparak patronu ağır bir durumun içine işçiye ne diyeceğiz? Şiddet mi kullanıyor diyeceğiz?

Şiddete maruz kalanlar, muktedirin şiddet kullanma kapasitesini ya da şiddetin zayıfların üstünde yol açtığı felç etkisini ortadan kaldırmak için kuvveti ters yönden uygularlar. Yani bu aktif bir kuvvettir. Çünkü şiddet daima egemenden gelir ve her seferinde, baskı altında tuttuğu kişi ya da grubun eyleyişini kısıtlamak ya da söndürmek için ortaya çıkan reaktif (tepkisel) bir güçtür. Ezdiği varlığın ayağa kalkmasına tahammül edemez ve yeniden ezmek ister. Direniş içinde ortaya çıkan ve egemeni sarsıntıya uğratıp ona zarar veren (psikolojik, sosyal, ekonomik ya da doğrudan fiziksel de olabilir) bir kuvvetin ise bir ayağa kalkma kuvveti olduğunu söyleyeceğim.

 

Bu kuvvetin muktedirlere zarar vermediğini mi söylüyorsun?

Grev yapmak fabrikatöre bal gibi de zarar verir; boşanan ve kendi ayakları üstünde duran kadın bal gibi de eski “koca”ya zarar verir, onun toplumsal konumunu, itibarını ayaklar altına alır. Örgütlenen yoksullar, devletin ve sermayenin sömürü çarklarına çomak sokar. Ve işte bu gibi durumlarda şiddet hala örgütlü zor aygıtını ya da araçlarını elinde tutmaya çalışan taraftan gelir. Sokakta, sopalarla polise direnen bir eylemci grup polisin engelleme kapasitesini sarsar, ‘güvenlik zafiyeti’ yaratır.

 

Burada benimsediğim bakış açısı, aktif ve reaktif güçler arasında ayrım yapmayı gözetir. Egemen ve baskı altında tutulan toplumsal gruplar arasında ayrım yapmayı gözetir. Hegemonik erkeklik ile kadınlar arasında ayrım yapmayı gözetir. Ayrıcalıklı etnik kimliklerle dışlanan ve aşağılanan etnik kimlikler arasında ayrım yapmayı gözetir. E ama hala şiddetin, devletten, patriyarkadan, sermayeden, hâkim etnisiteden ya da sömürgeci devletten, polisten askerden geldiğini söylüyorsam, o şiddetin daima direnenlerin direniş ve özne olma kapasitesini sınırlamak için geldiğini söylüyorum. O halde iki eşit arasında paylaşılmış erklerin olduğu yerde şiddet olmaz, çünkü tahakküm olmaz demek istiyorum. Bireysel ilişkilerde de bu böyledir. Çünkü şiddet daima birinin diğerini sınırlamak ya da kontrolünden kaçmasını engellemek için gelir. Başka türlü kuvvet kullanımlarına şiddet demek, şiddeti devletin egemen mantığı ve ahlakı içinden tanımlamak demektir. Tıpkı, liberalizmin babalarından Hobbes’un şiddet üstüne yaklaşımında olduğu gibi. Doğal durumda herkesin herkesle savaşa tutuşacağını varsayan Hobbes, devleti bu savaşı engellemek için şiddet tekelini eline alması gereken Leviathan olarak formüle ederek modern askeri sınai kompleksin ve polis güvenliğinin fikri temellerine en gerekli harçlardan birisini sağlamıştı.

 

Liberallerin şiddet kavramına yaklaşımı hakkında ne düşünüyorsun? Kimi liberaller de bahsettiğimiz anarşist çevrelerle şiddetin tanımı konusunda adeta uzlaşı içindeler…

Liberallerin durumunu anlayabiliyorum, üstelik onlar liberal olmak noktasında dürüsttürler de. Ancak liberallerle şiddet özelinde kavramsal bir paylaşım içinde olan kimi anarşistlerin durumunu anlamakta zorlanıyorum. Anlayamadığım şey şu: yapılması gereken asıl tartışma, taraflar arasındaki güç asimetrisi iken mücadele eden özneleri değer skalasına vurma yetkisini kendilerinde gören bu gibi anarşistlerin tartışmayı şiddetten başlatmaları. Tartışmanın başlatılacağı yer şiddet değil siyasettir, çünkü toplumsal olarak tüm kaynakların ve siyasal iktidarı etkileme kapasitesinin de eşitsiz dağıtıldığı bir yerde Kürt hareketini şiddet eleştirisi yoluyla köşeye sıkıştırmanın sinizm olduğunu söylemek isterim. Elleri temiz bir durumdan konuşmanın liberalcesi veya hümanistcesi samimidir ama anarşistçesi düşünülemez.

 

İşte böyle bir anarşistin süzme bir liberall hemfikir hale geldiği yer soyut ilkeleri hayatın bütününe mekan, zaman ve toplumsal güç ilişkilerden bağımsız olarak yaymaya ve kendisini de bu ilişkilerden azade temiz bir yere oturtmaya çalıştığı andır. Kendisini ne kadar anti-politik tanımlamak isterse, o kadar ana akım siyasetin egemen akıntılarının dümen suyuna girer. Pozisyonunu mevcut hemegonik siyasal pozisyonlardan birisine yamanarak yada aktüel siyasal gıdasını oradan alarak oluşturur. Bir siyasal akıntının dümen suyuna girmek, eğer orası devletin oyun kurucu egemen güçlerinin alanı ise utanç vericidir. Ve Taraf gazetesinin vantriloğu gibi konuşan, liberallerin sosyalistlerden ehven olduğunu söyleyen anarşistleri anti-militaristleri işittiğimde, bu sahnede kendilerine problemsiz bir yer bulabilen bu eğilimdekilerin anarşizme Türkiye’de özgü yeni bir akım eklediklerini düşünüyorum: sol liberal anarşizm. Anti-politik olduğunu iddia edecek birisinin paradoksu da budur işte.

 

Tekrar şiddet ve siyaset bağlantısı üstüne dönecek olursak, anarşizm adına yapılan şiddet üstüne bu tür yorumlar şiddetin egemenden geldiğini göz ardı edip, tarafları eşit güçlermiş gibi ele alma eğilimi taşıyor. Şiddetin ne olduğuna dair ciddi bir tanımları olmadığı gibi, verili açıklamaları apaçık Hobbes’un bıraktığı yerden devralınmış duruyor. Çoğunlukla şiddeti her türlü iktidar ilişkisinin kaynağıymış gibi ele alan cahil ya da Tolstoycu geriye dönük bir anlayış eşlik ediyor. Kuvvet kullanımının yalnızca devletin tekelinde olmasını tartışmak yerine, devletin ve sermayenin şiddetine odaklanmayı es geçip, bir de üstüne direniş güçlerinin kuvvet kullanımına odaklanıyor ve onu da devletle ve silahlı kuvvetlerle eşitlemeye ya da denkleştirmeye çalışıyor. Bu yaklaşımın en büyük şaşkınlığı ise, hem anarşist hem de devrimci sosyalist akımların ortak tarihinin en önemli kesişim kümelerinden birisi olan anti-militarizm konusunda yaşanıyor. Antimilitarizmin silahlı direnişi de içerebileceğini bir oksimoron gibi göstermek isteyerek bütün anarşist, sosyalist ve anti-sömürgeci devrimci tarihi bir çırpıda silmek, değersizleştirmek istiyor.

 

Özellikle liberal ve anarşist çevrelerin Kürt Özgürlük Hareketine olan eleştirileri de şiddet üzerinden…

Kürt özgürlük hareketi üstüne konuşabilmek, öncelikle bu hareketin siyasal yönelimlerini, geçmişten bugüne değişimlerini tartışabilmeyi gerektirir. Ancak anarşistler arasında yapılan ve çok yakından yapılan bildiğimiz bu husustaki yorumların çoğunda, bu tartışmayı yapabilmek için şiddetin kendi anladıkları gibi bir eleştirisi ön şart olarak dayatılır. Şiddetin eleştirisinden kastettikleri ise Kürt hareketinin silah bırakmasıdır. Oysa bu siyasi bir tartışmadır ve her ciddi siyasi tartışma gibi o siyasi hareketin kendi öznesinin yani örgütlü mücadele içindeki Kürtlerin kendi karar verecekleri bir şeydir. Şiddetin eleştirişi, yapılacaksa eğer, bu eleştiri öncelikle neden bir silahlı mücadele hareketinin ortaya çıkmak zorunda kaldığını ve buna alternatif yolları ve o alternatif yolların ortaya çıkmasının toplumsal ve siyasi koşullarını tartışmalıdır. Şiddetin eleştirisi, o silahın yerini alabilecek siyasal kanalların yaratılması yönünde, Türkiye’deki egemenlik ilişkilerinin aktif bir siyasi eleştirisini gerektirir. Silahla direnenler, kendi eleştirilerini kendi içlerinde yapıyorlar zaten; bunun zorunlu olmayabileceği koşulları yaratma çabasını giderek daha fazla öne çıkarıyorlar. Bu yüzden Kürt hareketinin potansiyelinin ne olduğunu ve olabileceğini konuşmak onun silahlı kuvvet politikasının ve aynı zamanda kendilerinin de yol açtığı şiddetin eleştirisini de getirebilir. Ama bu eleştirinin Kürt hareketini olumlu şekilde dönüştürebilmesini umuyorsak, devletten gelen şiddetin karşısına silahla direnmenin yerini alabilecek özgürlükçü politikaları örmek için kendi bulunduğumuz yerde ne yaptığımız da önemlidir. Kürtler devletin dayattığı zorunlu kimlik politikasını reddederek özne oluyorlar, peki biz Kürt olmayanlar? Yüksek sesle bize bahşedilmiş ve dayatılmış ayrıcalıklı Türklüğü reddetmenin politikasını ortaya koyabiliyor muyuz? Ya da devletin baskıcı politikalarını sınırlamak, siyasal alanı Kürtleri de içerecek şekilde genişletmesi için, onu sıkıştırıyor muyuz? Bu soruları cevaplamak kişisel olarak ya da anarşist veya sosyalist doktrinlerimizin çıkarılma hazır reçetelerle mümkün değil. Bu gibi soruların cevabını aktif bir politikaya çevirmek ve inşa etmek gerekiyor.

 

Türkiye’deki anti-otoriter/anti-kapitalist hareketler ile dünyadaki anti-kapitalist/anti-otoriter hareketlerin ilişkisi hakkında neler düşünüyorsun? Sence arada bir bağ-iletişim var mı?

Bu bağ her zaman vardı ve bugün de sürmeye devam ediyor. Şöyle açayım: Türkiye’deki anarşizmin ilk oluşmaya başladığı dönem İngilizce ve Almanca yayınlarla anarşizm hakkında bilgilenmek yoluyla olmuştur. İlk dergilerden bugüne kadar çıkan bütün dergilere anarşizm en başta İngilizce’den ikinci sırada Almanca’dan ve kısmen de Fransızca’dan çeviriler yapılması yoluyla tanınır. Ayrıca seksen sonrasında yurt dışında göçmen olarak bulunan sol hareketten bireylerin anarşizmle tanışmaları ve daha sonra buradaki arkadaşlarıyla haberleşmelerinin de etkisi olduğu biliniyor. Bunun yanı sıra doksanlarda, zorunlu askerliği ret (vicdani ret) politikaları, ekoloji, feminizm ve quer gibi konularda da yurt dışına çıkışlar yapan arkadaşların kurdukları bağlantılar ve aktardıkları deneyimler yoluyla buradaki benzer hareketlerin şekillenmesi çok etkili oldu.

 

Sonraki yıllarda anarşizm içinde oluşan her yeni yönelim benzer bir hattı takip etti. Toplumsal ekoloji, sınıf mücadeleci anarşizm, anarşizm içindeki postyapısalcılık ve diğer radikal teorilerle bağ kuran tartışmalar, anti kapitalist hareketin eylemci gündemini takip edenler, yeşil anarşistler, uygarlık karşıtları, isyankar anarşizm, anarko feminizm, anarkoqueer ve son olarak da Kürdistan’da çıkan QıjıkaReş dergisi de anarşizm, postkolonyal teori ve milliyetçilik ilişkisini farklı açılardan tartışmaya açtıklarında hep bu konuda yapılmış yeni tartışmaların ne olduğu okundu, çevirildi araştırıldı.

 

Saydığım bütün anarşizm hatlarında yer alan tüm bireylerin, yurtdışındaki yakın düşüncede olanlarla yazıştıklarını, haberleştiklerini, ilgili dergileri takip ettiklerini, mutlaka bir çeviri yayıncılığı yaptıklarını gayet yakından örneklerle biliyorum. Ayrıca iki binli yıllarda giderek sıklaşan bir şekilde yurt dışından özellikle batılı ülkelerden Türkiye’ye kısa ya da uzun süreli olarak gelen, kalan, buradaki yoldaşlarına deneyim aktaran, hatta eylemlerine katılan birçok anarşist aktivist oldu.

 

TheKurdishQuestion: Through the lens of AnarchistResistance in theHeart of theOttomanEmpire 1880-1923 isimli yazılarında görebiliriz. Ayrıca yakın dönemde Mezopotamya Sosyal Forumu’na katılan JanetBiehl’in ‘KurdishCommunalism’ isimli bir yazı yazması ve bu konudaki çalışmalarını sürdürmesi de önemli örnekler arasındadır. Propanganda yayınlarından çıkacak Türkiye Ananarşizmine dair bir seçkinin yayıncı bulduğu takdirde İngilizce bir kitap olarak basılacak olması da mutlaka anılması gereken en önemli örneklerden birisidir.

 

Bunları bir arada düşünürsek, yıllardan beri Batı’daki anarşizmi hem en kökensel hem de güncel ana kaynaklarından takip eden ve her biri kendi politik yönelimini oluşturan farklı anarşist çevrelerin, grupların, yayınların olgunlaşması, o etkileşimin başından beri hep var olduğunun apaçık bir göstergesidir. Ancak elbette anarşizmin bir tercüme olduğunu söylemek istemiyorum. Anarşizmin Türkiye’deki alımlanışında ve kendine özgü deneyimler ortaya koyma çabalarında, özgün sentezler yapmaya çalışan birçok anarşist var. Bununla beraber, metne dayalı bir anarşizm anlayışına saplananlar, o metnin içinde doğduğu deneyimden bağımsız bir evrensel temsil olarak ele alan ve bu yüzden de anarşizmi kitabi dogmalara dönüştürenler de olmaktadır. Ya da anarşizmin bir evresindeki belirli bir hattını alıp, kendi anarşizm anlayışını bu hattın yerel bir devamı olarak oturtan ancak, çağdaş anarşist politik grupları yeterince takip etmediği veya önemsemediği için güncel deneyimleri ıskalayanlar da var. Tersine yine bir akıma yaslanarak anarşizmin bazı akımlarını anarşizm dışı ilan etme eğilimi dahi söz konusu olabiliyor. Bu son söylediğim yaklaşım özellikle, anarşizmi bireycilikle özdeş gören, anarşizmin tarihindeki devrimci dönemi, kolektif hareketler yoluyla yaratılmış mücadeleleri kapanmış bir çağa ait gören, anlayışlar da var.

 

Bu tür yaklaşımların anarşizme dair çoklu bir algı içinde düşünmeyip tekçi bir perspektiften hareket ettiğini, özellikle de farklı anarşist / özgürlükçü ya da liberter komünist deneyimleri karşılaştırmalı ele alma ihtiyacı duymadıklarını söylemek isterim.

 

Türkiye’deki sistem karşıtı hareketlerin her kesiminde bu tür yerlici içe kapanıklıklarla küresel deneyimleri takip eden bir açıklığı genellikle birbiri içine geçmiş olarak görmek mümkün. Bence sorun ne sadece tercüme bir deneyimi birebir buraya monte etmek ne de salt yerel bir deneyime odaklanmaktır. Bence sorun yereldeki küreseli ortaya çıkarmak ve başka yerlere de aktarılabilir ve uyarlanabilmeye açık bir özgürlükçü politika deneyimi yaratmaktır. Bunun için de yerele kapanmamak ama ayaklarımızı bastığımız yerde politika yaptığımızı bilmek gerekiyor. Her yeni özgürlük alanı kendi içinde bir politik alandır. Her şeyden önce kurucu politika yapmak ve politik olmak zorunda olduğumuzun farkında olmak gerekiyor. Çünkü aksi takdirde hiçbir tahakküm ilişkisine karşı aktif bir mücadele yaratamayız. ( Jiyan.org )