Tamamı, önümüzdeki hafta 16. Sayısı çıkacak olan Mahsus Mahal Dergisi’nde yayınlanacak olan söyleşi önemli değerlendirmeler içeriyor:

 

Aytekin, 1992 yılında içeri girdin, 10 yıl sonra dışarı çıktın, seninle çıktıktan sonrasını konuşalım. Ne zaman çıktınla başlayalım mı?

Doğrusunu söylemek gerekirse dışarı çıkamadım. Bir arkadaşın bu konudaki yazısının başlığı da şöyleydi: “Dışarı Çıkamadılar” diyordu. İçerde on yıl az bir süre değil. Başkaları yirmi yıl kaldı. Daha fazla kalanlar var.

Bu kadar yıldan sonra dışarıya adapte olmada zorlanacağımı biliyordum. Zor bir süreç. Benim için de zor oldu. Dışarıya ne şartlarda çıktığıma gelmezden önce içeriye ne şartlarda girdiğimi anlatırsam dışarıdaki durumumun anlaşılmasına kolaylık sağlar belki. Öncelikle şunu söylemem gerekiyor, tutuklanmadan önce çok ağır bir sorgu süreci yaşadım.

Ağır derken, işkence anlamında mı?

İşkence anlamında. 1992 yılı çok hengameli bir dönemdi. Kürt hareketinin yükseldiği, her gün eylemlerin yapıldığı, Kürtlerin yaşadığı coğrafyada ayaklanmaların olduğu bir dönemdi. Tam o dönemde ben İstanbul’da yakalandım. Direndim ama çok ağır oldu bu süreç, sorguda çok ağır işkencelere maruz kaldım.

Üç gün kasap askıda kaldım. Sorguda direneni önce elektrikli düz askıya, sonra Filistin askısı da denilen ters askıya alıyorlar. Bu aşamalardan geçen biri hâlâ direniyorsa bu kez kasap askı denilen askıya alıyorlar.

O nasıl oluyor?

Kasap askı diğer askı yöntemlerinden farklı. Düz askı, ters (Filistin askı) askı seanslı olurken, kasap askı sürece yayılır. Bir gün, iki gün, üç gün, belki daha fazla sürebilir. Bir kasabın dükkânda çengele asılı duran koyununu düşünün, aynı o biçimde bir asılma durumu oluyor. İnsan el bileklerinden iple yukarıya asılır, aşağıdan da ayak parmak uçları yere değecek biçimde tutulur. Yani yukarıya aşağıya seni çeker.

Yıllar sonra öğrendim, aynı dosyadan bırakılan biri tekrar tutuklanıp içeri alınıyor. Bizim yanımıza geldi. Beni sorgulayan polislerden biri ona bir şey itiraf ediyor, diyor ki, Aytekin’i görürsen ona söyle, biz onu askıda unutmuştuk.

Kasap askının normalde belli bir saati varmış, kan toplamasın diye arada bir elleri çözüyorlarmış. Ama beni askıda unutmuşlar. Benim bu eller kan topladı. Her biri tartsan beş kilo gelecek biçimde büyümüştü. Beni bu halde görenler korktu. Uzun süre kasap askıda kalınca ip damarları sıktı ve kan hareket etmedi, eller şişti.

Daha sonraki süreçte de, cezaevine gittiğimde altı ay parmaklarımı çalıştıramadım. Cezaevinde egzersiz topu verdiler, o topla egzersiz yaptım. Altı ay sonra parmaklarıma can geldi. Bu askı sonucu uzun süre ayakta bekletildiğim için, hareket etmediğimden dolayı bacaklarımda varis oluştu. İç varis var şimdi, beş dakika ayakta hareket etmeden duramam. Ya oturmam ya yürümem gerekiyor. Damarlar geniş, basınç yapmıyor. Bu bana içerden hediye kaldı, şu an onlarla beraber yaşamaya çalışıyorum.

Derken on yıl sonra dışarı çıktım. Başta dedim ya, çıktık ama çıkamadık aslında. Bir yıl iki yıl için çok bir şey diyemem ama on yıllardan söz ediyorsak, o kişi artık hapishane geçmişini sırtında taşımak zorundadır. Hani derler ya, cehennemini sırtına almış yaşıyor. Eski mahpus damgasıyla yaşamak zordur. Bu damga kırmızı kart olmasa da kafadan sarı kartın oluyor dışarıdaki insan için.

Dolayısıyla çıktı çıkalı böyle bir şey var. Ben buna kurdun boynundaki çıngırak diyorum. Anadolu’da zilli kurt derler. Nereye gitse tanınır. Devletin, kamuoyunun, bütün kurumların yüzüne kapatılmasıyla bu süreç tamamlanır. Sabıkalı olduğun için nereye gidersen git, ciddi anlamda bir iş yapmaya başladığın andan itibaren geçmiş karşına çıkar. Aman ha… bu sabıkalı, eski bir mahpustur derler…

Tamam devlet kurumlarını anladık da, özel sektörde de mi böyle?

Özel sektörde bu daha çok böyle. Çünkü devlet kurumlarında yüzde bir de olsa eski hükümlü çalıştırma zorunluluğu var. Bu eskiden Özel sektörde de vardı 2008’de kaldırıldı.

Cezaevinden çıkanların iş bulma durumu şimdi daha zorlaştı diyebilir miyiz?

Bu konuda bir şeyler söylemeden önce içerinin kalıntılarına dair bir iki şey söyleyeceğim. Cezaevinden çıktığım ilk zamanlarda yön bilincimi kaybediyordum bazen. Bu iki defa oldu bende. Birincisi İzmir’deydi, on yılın ardından dışarı yeni çıktığım aylardı. Bir iki akşam farklı mahalleye gittim geldim bir sorun yoktu. Üçüncü gece gittiğimde yönümü bulamadım. İçime sıkıntı çöktü. Arkadaşım telefonda tarif ediyor gitmem gereken yeri, şu sokağa sap şu yöne dön diyor. Sanki elim ayağım aklım tutulmuştu. Çıkaramadım hiçbir yeri. Sadece düz gidebiliyordum, gittim baktım şehrin dışına çıkmışım. Nasıl kaybolduğumu anlayamadım, hâlâ merak ediyorum. Sonra anladım ki, yön bilincini yitirme diye bir şey oluyormuş meğer. Rahatsızlıklardan biri olabilir, bende çok tekrarlanmadı.

İkincisi de, ondan iki yıl sonra F Tipi cezaevinde araştırma yaptığımız sırada içerde gezerken oldu. Bir iki hücre gezmiştik, sonra koridora çıktık, bir baktım grubu kaybetmişim. İki üç kapı var, hangisidir, bir çıkış bulamadım, geri çıktım, bir o yana bir bu yana, sonra dediler, “sen gelsene, ne bekliyorsun.”

“Ya” dedim, “inanmayacaksınız ama nereye gideceğimi bilmiyorum, yönümü kaybettim.” Kapıyı bulup dışarı çıkamadım. Çünkü nereye gidersem gideyim, aynı yere çıkacağım duygusuna kapılmıştım. O yüzden hiçbir yere gitmek istemiyorsun.

İzmir’de kaldığım mahallede de öyle oldu. Bir yere gideceğim ama nereye gideceğimi bilmiyorum, hiçbir şey tanıdık da gelmiyor. Böyle bir iki şey beni o zaman üzmüştü. Sonra birkaç arkadaştan daha duydum. Onlar da kaybolmuş bazı şehirlerde. Bu böyle bir kalıntı işte. Bende de hapishaneden kalan, uzun yılların kalıntısı bir durum. Uzaklık, yakınlık algısı da normal değildi. İlk çıktığımda, yükseklik korkusu nedeniyle dağın tepesine bakamıyordum mesela. Karşıdan araba geliyor, diyelim ki iki yüz metre ilerde, yavaş geliyor, sanıyorum ki o gelişiyle bana çarpacak, bırakayım gitsin de ondan sonra ben geçeyim diye bir psikoloji. İşin psikolojik boyutuna gelecek olursak, her mahpusta var mıdır bilmiyorum ama on yıl sonra dışarı çıkmama rağmen içeri girdiğim yaşta görüyordum kendimi, hâlâ öyle görüyorum. Tabii bazı hatırlatmalar bazen uyarıcı oluyor.

Adeta zaman durmuş gibi mi?

On sene sonra hayata yeniden kaldığın yerden başladığını sanıyorsun. Bunun çok büyük bir yanılgı olduğunu çok sonraları öğreniyorsun. Günlük hayatın içine girdikçe acılı bir halde öğreniyorsun. Hiç unutmam, 2001 yılı idi. Bir defasında Taksim’den otobüse binmiştim. Topkapı’ya doğru gidiyordum, bir ara kalabalık oldu otobüsün içi, bir kız çocuğu kalktı, buyur amca otur dedi.

Çarpılmışa döndüm. İlk durakta kendimi dışarıya attım. Çünkü o kız çocuğu bana şunu hatırlattı, o gün anladım ki on yıl geçmiş ve ben yaşlanmışım. Ağabeylikten amcalığa terfi etmişim, bunu bir kız çocuğu söyledi bana. Acı oldu biraz ama rahatladım. Bu olay beni kendime getiren bir şey olmuştu. Başka eski mahpuslarla konuştum, onlar da benzer şeyler anlattılar. İnsan on yıl önceki yaşamı dışarıda devam ettirmek istiyor. Bir yandan fena değil aslında, genç olmak, on yılı saymamak gibi. Aslında kendimizi kandırıyoruz, hatta bazen soranlara “hapiste geçen on yılı saymazsak biz seninle aynı yaştayız” dediğim oluyor. Hem psikolojik hem de fizyolojik olarak çıkamıyorsun oradan. İşin bu yanını böyle noktalayalım. İçerden dışarıya geçerken yaşadığımız sancılar diyelim buna. Başka insanlarda başka sıkıntılar olmuştur.

Dışarıya gelecek olursak?

Böyle bir geçmişten geliyorsun. 1-0 hayata yenik başlıyorsun. On yıldan sonra hayatla yeniden bağ kurmak kolay olmadı. Bana göre on yıl içerde kalmış birinin kimsesi kalmamıştır artık dışarıda.

Zaman aşımı alıp götürmüştür birçok şeyinizi. İlk günlerde anlamıyorsun bunu. Ama hayatın içine girdikçe hissettiriyor kendini. Benim için işin olumlu tarafı şu: İçerde okuyarak yazarak geçirdiğim için günlerimi, yıllarımı, elimde kitap dosyalarım vardı, mücadelemi entelektüel alanda sürdürmeye başladım.

Günde on saat okuyup yazdım. Ve bunu çok disiplinli yaptım. Bazen soruyorlar bana, şimdi ne yapıyorsun dışarıda? İçerde yaptığımı yapıyorum aslında. Okurdum, yazardım, kitap çalışmaları yapardım. Çıktıktan sonra içerde yazdığım kitaplarımın yayınlatılması ile uğraştım bir süre. Doğunun Talanı ve İnkarı, İçimizdeki Hapishane’yi dışarı çıktıktan sonra yayınlatabildim.

Dışarı başka bir macera, onların yayınlanması, İçimizdeki Hapishane kitabı ile başlayan süreç… 2000’de çıktım. O tarihten beri sivil aktivitelerle uğraşıyorum.

BİR GÜN UZADI YIL OLDU, BİR YIL KISALIP GÜN OLDU

Sivil aktiviteler derken Mahsus Mahal ve Cezaevi çalışmalarını kastediyorsun sanırım?

Evet. Ben çıktım ama benim gibi onlarca arkadaşım içerde kaldı. Mahpus yıllarımda dışarıdan beklediğim ilgiyi, desteği alamamıştım. Dışarıda bir mektup arkadaşımın olmasını, birilerinin bana kitap, dergi göndermesini çok isterdim. Böylesi bir beklentim her zaman oldu. Aslında her mahpusun dışarıdan böyle bir beklentisi vardır. Bir mahpusun en mutlu olduğu an dışarıdan mektup aldığı andır. Hele bir de yanında kitap, dergi gönderildi mi çifte bayram olur. Bazen on yılın içerde nasıl geçtiğini soruyorlar, ben de, bazen bir gün uzadı yıl oldu, bazen de bir yıl kısalıp gün oldu diyorum.

İşte bu yılın kısalıp bir gün olduğu an mektup aldığım andı. Ben içerdeyken hiçbir kitabım yayınlanmadı. Dışarının duyarsızlığına çok tepkiliydim. Hapiste yazan her mahpusta olur bu tepki. Çünkü dışarıda en son hatırlanacak yer hapishanelerdir. Bunu yaşayarak öğrendim. Buna benzer nedenlerden dolayı kitaplarımı yayınlar yayınlamaz ilk işim empati yapmak oldu. Ben çıkmıştım ama içerde okuyup yazan tanıdıklarım vardı. Onlarla yazışmalarımı sürdürdüm. Gönderin şiirlerinizi öykülerinizi dedim. Mektubumu alanlar gönderdiler çalışmalarını, bir yıl içinde ciddi bir dosya oluştu elimde. Benim için dışarıda ilk şey bu mahpus yazarların ürünlerini yayınlatmak oldu. Sonrasını biliyorsunuz.

Hatırladığım kadarıyla hapishaneden gönderilen bu şiir öyküleri proje haline getirip kitap olarak yayınladın?

Evet, toplam 11 kitap yaptık. Projeye ilgi çok yoğundu. Daha başlamadan tahmin ediyordum yoğun bir katılım olacağını. Tüm cezaevlerinden yüzlerce mahpus, şiir, öykü, deneme, karikatür ve resim çalışmalarını gönderdi.

Kitaplarda tümü yayınlandı mı bunların?

Hayır. Bize gelen ürünler arasından seçki yaptık. Çok sayıda ürün geldi. Tümünü yayınlama gibi bir imkânımız yoktu. Bir de cezaevinden gönderilen her şiir ve öyküyü yayınlayacağız diye bir söz vermedik kimseye. Kitapların editörlüğünü yapanlar bir eleme yaptı.

Bir editörler kurulu mu oluşturdunuz?

Buna bir kurul demeyelim de birkaç yazar arkadaşın gönüllü desteği ile oldu. Müge İplikçi ve Behçet Çelik’le öyküleri, Sezai Sarıoğlu ile şiirleri yaptık. Semih Poroy ve Ender Özkahramanla da karikatür seçkisini.

Peki bu projeye sadece siyasi mahpuslar mı katıldı, adli mahpuslara da ulaşabildiniz mi?

Cezaevlerine yönelik yapmış olduğumuz hiçbir projede siyasi-adli mahpus ayrımı yapmadık. 2003’ten beri yapmaya çalıştığımız projenin özgün yanlarından birinin de bu olduğunu söylemem lazım. İlk başlarda şiir ve öykülerle başladık ama daha sonra projeyi geliştirdik. Çünkü asıl amacımız içeri ile dışarı arasında bir köprü kurmaktı. 2000 yılında Hayata Dönüş operasyonu yapılmıştı, F tipi hapishane süreci başladığından ötürü hapishanelerde gergin bir ortam vardı. Bu sürece nasıl bir katkı yapabiliriz diyerek başladık.

Bu projede başka kimler vardı, çoğul konuşuyorsun da merak ettim?

İlk başlarda tek başınaydım. İçerden yeni çıktığım için sorunları biliyordum. 2005 yılından itibaren üç yıl Anadolu Kültür’le birlikte yaptık. Yayınların yanı sıra Kars ve Bandırma Hapishanelerinde yaklaşık iki yıl sanat atölyeleri gerçekleştirdik.

STATÜKOCU ORTA BÜROKRASİ

Hapishanelerin içine nasıl girebildiniz, izin veriyorlar mıydı?

Kolay olmadı. Önce siyasilerin kaldığı hapishanede yapmak istedik. Adalet Bakanlığı bazı kaygılardan dolayı izin vermedi. Ama isterseniz adlilerin kaldığı cezaevlerinde yapabilirsiniz deyince, biz de buradan başladık. Bakanlık izin verdi vermesine de içerde değişime yeniliğe direnen bir personelle karşılaştık. Ben buna statükocu orta bürokrasi diyorum. Devletin bir çok kurumunda bunların sözü geçiyor. Hapishaneler bunun en yoğun yaşandığı bir yer.

Sanat atölyesi dedin de, neler yapıldı o atölyelerde?

Dışarıdan içeriye sanat dediğimiz şey, sanata dair birçok etkinliği hapishanelere taşımak. Edebiyat söyleşileri, karikatür-resim atölyesi, film gösterimi gibi birçok etkinlik yaptık. İnanmayacaksın belki ama bu etkinliklere katılmakla kalmadım, Kars hapishanesinde Yazı Atölyesi söyleşisi yaptım mahpuslarla.

Bir zamanlar mahpus olduğun hapishanelerde sanatçı olarak gidip bir şeyler yapmak enteresan bir durum. Peki, Adalet Bakanlığı yetkilileri senin eski bir mahpus olduğunu biliyorlar mıydı?

Bilmiyor olamazlar. Çünkü önceden izin başvurusu yapıyorsunuz. Kim olduğunuzu araştırıyorlar. Ama bu sorunu ta başından hal etmiştim. Henüz bu projelere başlamadan önce, sivil bir inisiyatif oluşturduk. İlk önce de Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğünü ziyaret edip hapishanelerde yapmayı düşündüğümüz projelerden bahsettik. O zamanki Genel müdür, adli – siyasi mahpus ayrımı yapmadan bu projeleri yapmak istediğimizi duyduğunda olumlu karşıladı. Hatta çok etkilenmişti. “İlk defa bir sivil inisiyatif siyasi-adli ayrımı yapmadan cezaevlerinde bir şeyler yapmak istiyor” demişti. Bu görüşmenin ardından tüm cezaevi kapıları bize açıldı. 2005 yılında 15 hapishane gezip izlenimlerde bulunduk. On yıllık bir mahpusluğun ardından hapishanelerdeki koşulları yerinde görmek için 15 hapishane gezdim. On yıl önce aynı koğuşlarda kaldığım mahpuslarla karşılaştım.

Nereden nereye… Daha önceleri hiç aklından geçirmiş miydin, bir gün eski mahpus arkadaşlarınla bu şekilde karşılaşacağını?

Aynen öyle dedirtecek şeyler gerçekten. Kesinlikle hayır. Zaten onlar da çok şaşırdı. Özellikle beş yıl kaldığım Bursa Özel Tip hapishane ziyaretim en ilginciydi. Gardiyanların çoğu hâlâ görev yapıyordu orada. Beni görünce bayağı şaşırdılar. Her gün üzerine koğuş kapısını kapattıkları eski bir mahkûm, Bakanlık izniyle bu kez onları ziyaret ediyordu.

Buradan tekrar sanat çalışmalarına dönecek olursak, içerdeki mahpusların bu çalışmalara yaklaşımı nasıl oldu? Daha sonradan siyasi mahpusların bulunduğu hapishanelerde yapabildiniz mi bu sanat atölyelerini?

2008 yılında 13 F Tipi hapishanesinde yaptık. Bu projeyi kurucu üyesi olduğum başka bir dernekle yaptık. F tipi hapishanelerinde ortak alanların kullanımı üzerine bir proje idi. Bir yıl gidip geldik bu hapishanelere. Sanatçı, yazar, akademisyen ve sivil aktivistler de katıldı bu çalışmalara. Amaç F tiplerinde hâlâ devam eden sorunların çözümüne katkı sunmaktı. Ama bildik ve tanıdık gerekçelerden ötürü sol radikal örgütler katılmadı bu çalışmalara. Kendilerince gerekçeleri vardı.

Yapmaya çalıştığımız projenin F tiplerinde bir iyileştirmeye yol açmayacağını söylediler. PKK davasından kalanlar ve bağımsızlar katıldılar bu atölyelere. Çok da memnun kalmışlardı.

F Tiplerine yönelik bir iyileştirme çalışmasına devletin izin vermesi normalde iyi bir olanak değil mi?

Biz de öyle düşündüğümüz için bu çalışmalara başladık. Bu çalışmaların önemli katkıları oldu aslında. Sadece F tipleri için değil, her tipteki hapishane için ortak kullanım alanlarında sanatsal faaliyetin çok olumlu katkıları oldu. Sonuçta şunu anladım, eğer bir hapishaneye dışarıdan giriş çıkışlar oldu mu o hapishanede iyileşmeler başlıyor. Sıkı sıkıya kapalı duran kapılar aralanıyor. İdare ile mahpuslar arasındaki gerilimin giderilmesine yarıyor. Benim mahpus olduğum dönemlerde ilgili Bakanlık böyle şeylere izin vermezdi. Düşünebiliyor musun, sevdiğin bir yazarın kitabını okuyorsun, sonra o yazar kaldığın hapishaneye seninle söyleşi yapmaya geliyor.

TAM KALBİNİN ORTA YERİNE DÜŞER

Peki nasıl görüyorsun içerdeki yazınsal çalışmaları?

Türkiye edebiyatının geçmişine baktığımızda, toplumsal gerçekçi edebiyatın hapishane kökenli olduğunu iddia ediyorum. Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Kemal Tahir, Kerim Korcan, Enver Gökçe, Ahmet Arif, Orhan Kemal, Can Yücel ve Nevzat Çelik’le sürmüş bir devamlılık var. Bu anlamıyla Türkiye hapishaneleri bol bereketli yerler. Geçmişte bu isimleri çıkarmış hapishaneler neden yeni şair yazarları çıkarmasın. Hapishanelerin edebiyatla bir derdi var. Tersi de olabilir. Edebiyatın hapishaneyle bir derdi de olabilir. Bu gerekçeden dolayı hapishanede edebi bir damar var her dönem. Dolayısıyla hapishane edebiyatın neresine düşer diye bir soru sorulursa tam kalbinin orta yerine düşer derim. Bunu şöyle gerekçelendiriyorum kendi adıma.

Hapse atılmış bir insan hayattan düşmüş demektir. Hani derler ya hapse düştü, aslında hapse düşmek hayattan düşmektir. Hayattan düşmenin kendisi son derece sert bir şeydir. Sert bir anlatımdır yani. Eğer iktidarlar bir insanı, özellikle muhaliflerini hayattan düşürmek için hapishanelere atıyorsa o zaman bir mahpus da hayata tutunmak için yazmalıdır. Hapishanede yazmayı ayakta kalmak, hayata yeniden tutunmak olarak tarif edebiliriz. Bir gün hayatla yeniden buluşmak için yazabiliriz ya da hiçlendiğin için yazmak. Çünkü normalde yazı sanatının kendisi sözü olanların uğraşı olarak özetlenebilir.

YAZMANIN KENDİSİ HER ŞEYE RAĞMEN YAZMAKTIR

Yazarlığın normalde teşviklerle, desteklerle olabilecek bir şey olduğuna inanmıyorum. Bu projeyi yapmama rağmen. Peki neden yapıyorsun diye sorabilirsiniz? Normalde dışarıda birisi ben yazar olmak istiyorum dediği zaman ona boş ver derim, başka işin mi yok, hatta elimizden geldiğince ona engel olmaya çalışsak fena olmaz. Çünkü eğer onda edebi damar var ise bütün kösteklere rağmen yazabilir. Yazmanın kendisi her şeye rağmen yazmaktır. Mahsus Mahal Dergisinin ilk sayısının adı, Her Şeye Rağmen Yazmak’tır... Bu söz aslında her şeyi özetliyor. Çünkü bir mahpusu dışlayan, onu hayattan düşüren, ona engel olan her şey ve her türlü sansür yazarın yazma nedeni olmaktadır.

Peki, Mahsus Mahal mahpuslara neden destek oluyor? Evet, destek oluyor, çünkü hapishaneden konuşuyoruz. Yani birilerinin onlara kitap göndermesi lazım, birilerinin onların yazılarını yayınlaması gerekiyor. Dışarıdaki insan yazdığı metni alır, Cağaloğlu’na gider, bir dergiye verir, bir gazeteye verebilir. Mahpusun öyle bir şansı yoktur. Bunun için de Mahsus Mahal içerdeki mahpuslar için bir şeyler yapmaktadır. Şiir yazan öykü yazan bir mahpus ne yazdığını, yazdığı şeyin şiir olup olmadığını merak ediyor.

Bu bahsettiğin projeler, çalışmalar ne kadar sürdü, halen devam ediyor mu?

2003’te yayınlarla başladık, sonra inisiyatif olduk, dergi, dernek derken kurumlaştık. Tüm çalışmalarımızı Mahsus Mahal Derneği bünyesinde yapıyoruz.

Ben de bunu soracaktım, biraz Mahsus Mahal’i konuşalım. Dergi idi. Daha sonra aynı isimle bir de dernek mi kurdunuz?

Evet. Hapishanelere dair yapmış olduğum tüm çalışmaları Mahsus Mahal Derneği üzerinden yapıyoruz. Elimizde hapishanelere dair kapsamlı bilgi, belge arşivi oluştu. Az değil, 10 yıllık bir birikim oluştu. Bunları korumak amaçlı da olsa kurumlaşmak gerekiyordu. Normalde her türlü resmiyete, kuruma mesafeli biriyim. Ama bazı çalışmalarınızı hayata geçirmek için kurumlarla ilişki kurmanız gerekiyor. Ama korkulacak bir kurumlaşma değil zaten. Sivil bir kuruluş sonuçta.

DIŞARIDAN İÇERİYE BİR TÜNEL KAZMA GİRİŞİMİ

Mahsus Mahal’in amacını, çalışmalarını özetle dersem neler söylersin?

Mahsus Mahal içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye bir köprü olmayı hedefine koymuş sivil bir girişimdir. Hatta buna dışarıdan içeriye bir tünel kazma girişimi diyorum ben. Neler yaptığını yukarda biraz anlatmaya çalıştım. Hapishane gerçeğine bütünlüklü bakmaya çalışan bir girişimdir. Ceza infaz sisteminin kapsam alanına giren her şeyle ilgileniyor.

Sadece mahpuslarla değil, hapishane olgusunun bir parçası olan infaz koruma memurlarının sorunlarıyla da ilgilenir. Orada görev yapan tüm personelin sorunlarıyla da ilgilenir. Çünkü bir hapishanede koşulların iyileştirilmesi denilen şey, oraya ait her şeyle ilgilidir. Dahası var, hapishaneden çıkan mahpusların sorunlarıyla da ilgileniyoruz. Benim gibi birçok eski mahpusun dışarı çıktıktan sonra yazdıkları, anlattıkları ortada. On yıl yirmi yıl içerde kaldıktan sonra dışarı çıkan bir mahpus, birikmiş gecikmiş sorunlarıyla birlikte çıkıyor. Mahsus Mahal Derneği hapishane sonrasını da iş etmiş kendisine. 2010 yılının sonunda Eski Hükümlü profilini çıkarmaya çalışacağız. Bunun için bir yıldır çalışma yürütüyoruz.

Nasıl bir çalışma olacak, tam olarak neyi amaçlıyor bu sözünü ettiğin proje?

Hapishane sonrası eski mahpusların sorunları üzerine bir ön çalışma diyebiliriz. Araştırabildiğim kadarıyla bu konuda daha önceleri bir çalışma yapılmamış. Bilindiği üzere, Türkiye hapishaneleriyle sorunlu bir ülke. Günlük sirkülasyonu önemli rakamlara ulaşmış durumda. Şu an bile hapishaneler mevcut kapasitelerinin çok üzerinde mahpus barındırıyor. On yıl, yirmi yıl kalan mahpuslar var içerde ve hiç de az sayıda değil. Zamanla birçoğu dışarı çıkıyor, sessizce aramıza katılıyor. Gerçekten aramıza katılıyorlar mı? Yoksa birçoğu yeni suçlarla hapishaneye geri mi dönüyor?

Sence?

Özellikle adli davalardan cezasını bitirmiş eski mahpusların çoğunun yeni suçlarla hapishaneye geri döndüğünü Adalet Bakanlığı verileri söylüyor. Artık onlar da biliyor çözümün hapisten çıkanı yeniden içeri göndermemekten geçtiğini. Bunun için de içerden çıkanın bir biçimiyle dışarıda istihdam edilmesi gerekiyor.

Bunun için devletin çalışmaları var mı? Baksana, dediğine göre özel sektörde eski hükümlü çalıştırma zorunluluğu kaldırılmış.

Evet, 2008’de kaldırıldı. 2006’da faaliyete geçen Denetimli Serbestlik Şube Müdürlüklerine bağlı koruma kurulları ile bu soruna cevap olmaya çalışılıyor.

Ne yapıyor bu Koruma Kurulları?

Kuruluş amacı, içerden çıkan eski hükümlüyü yeniden topluma kazandırmak olarak tarif ediliyor. Biz dernek olarak bu kurulun sivil üyesiyiz. Ayda bir toplanan bu kurula iki yıldır düzenli olarak katılıyorum. Eski hükümlüler başvuruyor ama kurulun maddi imkânları olmadığından başvuran kişiye pek yardımcı olamıyor. Çünkü zorunlu iş bulma, istihdam etme gibi bir yükümlülüğü yok. Sadece kurul üyelerine ve işveren kuruluşlarına referans olabiliyor.

Bu kurul kimlerden oluşuyor?

Her ilde Başsavcılar başkanlığında toplanıyor. Belediyeler, Milli Eğitim Müdürlükleri, Kaymakamlıklar, Devlet Bankaları, İş ve İşçi Bulma kurumları, bazı özel sektör temsilcileri ve az sayıda da sivil toplum kuruluşlarından oluşuyor.

ÜÇÜNCÜ GÖZ OLMAYA ÇALIŞIYORUZ

İşlevli olmayan bir kurulun kime ne faydası var? Dernek olarak niye ordasınız ki madem işlevsiz bir kurul?

Tam da bu dediğin nedenlerden ötürü oradayız. Bu kurullar nasıl işlevli olabilir, onun çabası içindeyiz. Sivil bir kurum olduğumuz için kurulun gönüllü üyesiyiz. Üçüncü göz olmaya çalışıyoruz. Görebildiğimiz aksaklıkları kurulun ve Ankara’daki yetkililerin gündemine taşıyoruz. Şu an araştırma izleme aşamasındayız, sorunları somut verilerle kamuoyunun gündemine taşımayı düşünüyoruz.

İki yıldır kurul toplantılarına katıldığına göre gözlemlerin olmuştur. Sence en ciddi sorunlar neler?

Koruma kurullarının işlevsiz olmasının birçok nedeni var. Ama kurul üyelerindeki eski hükümlü algısı sorunlu bir algı. Sanırım en temel sorun burada çıkıyor ortaya. Kurul üyeleri tam olarak işin bilincinde değil, en azından çoğunluğu için bunu söyleyebiliriz. Kurulun üyesi ama çok bihaberler işin içeriğinden, zaten sadece ayda bir toplantıya geliyorlar, toplantı bitince onlar için bu sorun da bitiyor.

Üyelerin çoğu kurula başvuran eski hükümlüye sıradan bir insanın önyargılarıyla bakıyor. Onun gözünde de eski hükümlü sabıkalı biri. “Bir de kalkıp buna iş mi bulalım” refleksi ile hareket ediyorlar. Oysa kurulun amacı eski hükümlüyü yeniden toplumla buluşturma, ona yeni bir olanak tanıyıp rehabilite etmektir. Ama kalkıp, siyasi bir davadan hüküm giymiş birine, “bu solcu, muhalif biri, devlete karşı gelmiş, bir de buna iş mi bulalım” ya da “hırsızlık yapmış, işe alırsak ya yine yaparsa…” gibi kaygılardan hareket eden bir kurulun işlevsiz kalacağı başından bellidir.

Bu yüzden benim görüşüm, öncelikle bu kurula üye olanların rehabilite edilmeleri gerekir. Önce, eski hükümlü algılarını değiştirmeleri gerekir. Yani kurulun amacına uygun hale gelmeleri gerekir. Görüştüğüm her ilgiliye aktarıyorum bu izlenimlerimi.

Siyasi davalardan hüküm almış olanların işi daha zor gözüküyor?

Siyasi davalardan hüküm almış olanlar da bu durumu bildikleri için pek başvuran olmuyor. Kurul üyeleri de bunlar için çok heyecanlanmıyor zaten. Bir de kurula başvurmak için ön aşamalardan geçiyorsun, bir yığın bürokratik işlem yaptırman gerekiyor. Başvuranların birçoğu işin bu aşamasında kurula başvurmaktan vazgeçiyor.

Yani kısacası, eski mahpuslar için devlet cephesinde yeni bir şey yok?

Var gibi görünüyor ama bu söylediğimiz nedenlerden ötürü yok. Ne devlet ne de toplum henüz hazır değil bu gibi şeylere. Kaygıları, korkuları, önyargıları çok fazla. Koruma kurullarının, ceza infaz sistemi içinde bir çözüm olabileceği düşünülmüş ama anlatmaya çalıştığım birçok nedenden ötürü işlevli değil bu kurullar. Zamanla olur mu, bilemiyoruz. Normalde böylesi kurulların olması olumlu bir gelişme. Eskiden yoktu. Avrupa Birliği’ne entegrasyon çalışmaları kapsamında geliştirildi. Bu modelin İngiltere’den alındığı söyleniyor. Orada yüz yıldır işleyen bir modelmiş.

NEREYE GİDERSE GİTSİN DEVLET İÇİN ZİLLİ KURTTUR

Yani göstermelik olarak, Avrupa birliği süreci için?

Bence işlevli olabilmesi önemli. Yoksa modelin nereden, niye alındığına takılmamak gerekiyor. Şu an cezaevinden dışarı çıkanların çok ciddi yaşamsal sorunları var. Düşünsenize on yıl, yirmi yıl içerde kalıyorsunuz, yıllar sonra dışarı bırakılıyorsunuz. Zaman birçok şeyi alıp götürmüş, bıraktığınız birçok şey değişmiş. Günlük hayatın yabancısı oluyor insan. Dışarıda hâlâ sizi bekleyen bir aileniz varsa şanslısınız. Ama birçoğu için bu da yok. Yaşınız ilerlemiş, her işi yapacak durumda değilsiniz. Meslek yok. Ne yapabilir bu insan? Toplumun eski hükümlüye nasıl baktığını biliyoruz. Devlet kurumlarında işe alınma şansınız yok, çünkü sabıkalısınız. Sabıkalı biri nereye giderse gitsin devlet için zilli kurttur. Ben bu sabıka denilen şeye kurdun boynundaki çıngırak diyorum.

Şunu sormak istiyorum, başlangıçta devletten çok özel sektör uzak duruyor, eski hükümlüyü işe almıyor, bunun üzerinde duralım biraz?

Özel sektörde 50 kişi çalıştıran bir işyeri, eski bir hükümlü çalıştırmak zorundaydı ama 2008’de bir yasa değişikliği ile kaldırıldı. Özel sektörün rahatsızlığı vardı. Bakanlık’a şikayetleri vardı. Eski hükümlü çalıştırmak istemiyor kimse. Hatta bazıları eski hükümlü çalıştırmamak için büyük para cezaları ödedi devlete.

ASIL HAPİSHANE DIŞARIDA BAŞLIYOR

Yani onu göze alıyorlar?

Yüzlerce özel sektör firması böyle yapmış. Gerekirse cezamı veririm, eski hükümlü çalıştırmam diye. Geniş anlamda da toplum içerisinde eski mahpus algısı anlattığımız şeylerden farklı değil. Eski mahpus aileden ayrı çeker, devletten ayrı çeker, örgütünden ayrı çeker. Siyasi davadan yatmışsan önce ailen söylenir, “Gittin bu kadar hapis yattın da ne oldu, devrim mi oldu, bak arkadaşların seni hiç arayıp da sormuyor.” Örgütün, eğer hâlâ kalmışsa, senden nasıl yararlanabileceğinin hesabını yapar. Devlet için ise sabıkalı birisin, hiçbir durumda kurumlarına yaklaştırmıyor. Buna benzer nedenlerden dolayı asıl hapishane dışarıda başlıyor. İçerde yatmışlığın her gün yeniden dışarıda karşına çıkıyor. O anlamıyla bir mahpusun geçmişi geçmiş değildir, her gün tazelenerek önüne çıkarılır. Cesar Pavese, Yaşama Uğraşı adlı kitabında, hapse girmek bir şey değil, esas korkunç olan oradan çıkmaktır der. Vurgulamak istediğim şeyleri çarpıcı bir cümleyle özetlemiş.

Cezaevinden çıkanlar için bir şeyler yapmaya çalışıyorsunuz, aklıma gelmişken eski mahpusların cezaevlerine yaklaşımı nasıl? Mesela sana bu çalışmalar için yardımcı olanlar var mı?

Eski mahpuslar genel olarak cezaevlerine dair olabilecek her şeye uzak duruyorlar. Beni en çok düşündüren şeylerden biri de bu ilgisizlik. Birçoğu uzun yıllar içerde kalmasına rağmen, hapishanenin adını bile anmak istemiyor. Oraya ait her şey ona itici geliyor. Zaten şöyle bir gerçeklik var, sadece içerden çıkanlar hapishanelere duyarlı olsa, hapishaneler şimdi daha iyi koşullarda olabilirdi. Psikologların tanım yapabileceği, adını koyabilecekleri trajik bir durum var. İçerden çıkan, kendisiyle birlikte herkesin çıktığını sanıyor. Bazılarıyla görüşmeler yaptım, “oraya ait hiçbir şey duymak istemiyorum” diyerek hapishaneler konusunda konuşmadılar. Bilemiyorum, insani bir durum belki de. Kötü olanla anılmak istenmiyor olabilir. Ama şöyle bir durum da var, o kaçıyor ama hapishane geçmişi her gün farklı biçimlerde karşısına çıkıyor. Zilli bir kurt olduğunu unutuyor. Şahsen hapishane geçmişim benim gölgem gibi, ben nereye gidersem gideyim, ne yaparsam yapayım karşıma çıkıyor. Siz bu geçmişi unutmak için çabalasanız da birileri hatırlatıyor. Benim bu konuda bir saplantım yok. Bu geçmişten kaçmak yerine onunla yüzleşerek barışık olmaya çalışıyorum.

YÜZLEŞİLMEMİŞ HİÇBİR GEÇMİŞ GEÇMİŞ SAYILMIYOR

Bu durumda sen, bu kapanmanın, kaçmanın tam zıddını yapmış oluyorsun?

Tam zıddını yapmış oluyorum, üstüne gitmiş oluyorum ve bundan bir rahatsızlık duymuyorum, tam aksine, içimin rahatladığını hissediyorum. Hapishaneye dair yazdığım her satır benim için terapi oluyor. Geçmişte yaşadığım o sıkıntıları kaçarak, saklayarak değil de, onunla yüzleşerek, zaman zaman onun karşısına çıkarak, zaman zaman onun heyecanını yaşayarak daha temize çekildiğimi görüyorum. Çünkü yüzleşilmemiş hiçbir geçmiş geçmiş sayılmıyor. Çünkü geçmediğini her gün yaşayarak öğreniyor insan. Dolayısıyla geçmişle ilişkiyi doğru kurmak, o geçmişte iptal ettiğin, üzerini örttüğün şeyi tam da şimdi yapmak aslında.

Bir arkadaşın söylediği oldukça ilginç bir söz var. “Çıkarın beni bu dışarıdan” . Ne ifade ediyor bu? Nasıl bir psikoloji? Gerçi senin şimdiye kadar anlattıklarınla örtüşüyor?

Çıktıktan sonra dışarıyı umduğu gibi bulamamak ve bunu kabullenememek gibi bir şey olsa gerek. Hemen hemen her mahpusun buna benzer sitemi olur dışarıdaki yaşama ve ilişkilere dair. Başkasını bilmem ama içerde güzel olarak neyi hayal ettimse dışarı çıkınca elimde kaldı.

Bir hayal kırıklığı mı yani?

Ondan da öte belki. Yıllarca kafanda kurduğun şeyleri umduğun gibi bulamıyorsun. Bir de içerden başlayan bir hayal kırıklığı var. Karşı olduğun, mücadele ile yıkmak istediğin şeyin kendi topluluğun içinde devam ettiğini görüyorsun. Asıl insanı yıkan da bunu görmek oluyor. İçimizdeki Hapishane’de başkaydı başka oldu demiştim. Bazı siyasi mahpuslar için hayal kırıklığı içerden başlıyor. Bu hayal kırıklıkları dışarı yaşamlarında birçok insanı sol mücadeleden uzaklaştırdı. Birçoğu hayatın içinde kayboldu.

Köşelerine mi çekildiler?

Yurtdışına çıkanlar oldu, köyüne dönenler oldu. Sayıları az da olsa yeniden dağa çıkanlar oluyor. Yurtdışında yaşayanların yazdıklarına bakıldığında durumun içler acısı olduğu görülüyor.

DIŞARISI ZATEN BÖYLEYDİ, BURADA DEĞİŞEN SENSİN

Peki benim merak ettiğim şey şu, nasıl bir dışarı düşünüyordunuz ya da hayal ediyordunuz da böyle bir dışarı bulamadınız?

Şimdi düşünüyorum da abartılı yaklaştığımı anlıyorum. Şöyle geniş ve derin düşündüğün zaman anlıyorsun ki, aslında dışarısı zaten böyleydi, burada değişen sensin. Ya da dışarıdaki değişimi, dönüşümü anlamada zorlanan sensin. Yıllarca komün hayatı yaşamışsın, para kullanmamışsın, çıktıktan sonra kullanmaya başlıyorsun ki, dışarıda neredeyse her şey bununla ölçülüyor, günlük ihtiyaçlar falan, burada bir uçurum çıkıyor karşına. Sonra aile içi sorunlar, birçok mahpus içerde sevdiğini kaybetti mesela. Uzun mahpusluklar birçok aileyi çözdü, ayrıştırdı. Eleştiremezsin de dışarıdakini, zor bir durum. Dışarıda eşi, çocukları olanlar için katlanılması daha zor bir durum. Beş altı yıl nişanlı olan bir arkadaşımız vardı. Bir gün sevdiği kadın görüşe geldi, “Gözden ırak olan gönülden de ırak olur, benden bu kadar” deyip gitti.

Bunlar ağır sorunlar, nasıl başa çıkıyorsunuz?

Siyasi davadan mahpus olmanın getirdiği gözü peklik işte. Devrimin bunca sorunu varken ben buna mı değer vereceğim deyip kapatıyor, kapatmıyor aslında. O sorunlar içerde bir yerde duruyor, ateş kor gibi. Böyle duygusal ilişki yaşayanlar için çok yıkım oldu. Bir de daha büyük bir yıkımı, içeri girdiğinde dışarıda, bir ailesi, eşi ve çocuğu olanlar yaşıyor, bazısının bir, bazısının iki tane, bazısının üç tane, böyle mahpuslar da vardı içerde. Bunlardan on yıl, yirmi yıl yatanlar oldu. On yıl yatıp da çıkanları bazen görüyorum. Çıktıktan sonra diyor ki, “Ben ilişki kuramıyorum çocuğumla. Ne ben baba olabiliyorum ne de o oğul.” Bir uçurum oluşmuş arada. Çocuk babaya ihtiyaç duyduğu dönemde baba yok. Baba babalık görevini yapamamış. Evli olan birçok arkadaşımızın sıkıntısı bu. Çok azı beraber kalabiliyor şu an. Bu gibi aile trajedileri çok yaşandı. Uzun yıllar mahpus olmanın sonuçları bunlar.

Evet, bu sorunları konuşmakla bitiremeyiz, son olarak diyeceğin ne olur?

Dediğin gibi günlerce konuşsak yine de bitiremeyiz. Ama şunu özellikle vurgulamak isterim, bir defa mahpus olduktan sonra dışarı çıksanız bile yeni koşullarda sürer mahpusluk halleriniz. Eğer diğer eski mahpus arkadaşların anlattıklarına yazdıklarına da bakılırsa bu durumun daha iyi anlaşılacağını umuyorum.