Mustafa Güçlü / Demokrat Haber

Zeki Gümüş 1961 Adana doğumlu. Nice sanatçının beslendiği destansı topraklarda Çukurova’da doğmuş ilk gençlik yıllarını cezaevinde geçirmiş. Akdenizli bir ozan olarak sanatsal yaratım süreçlerine yaşadığı coğrafyanın etkilerini ve şiirini nerede konumlandırdığını konuştuk.

Mustafa GÜÇLÜ: Okuyucularımıza kendinizi kalıplaşmış ifadeler dışında sizi en iyi şekilde yansıtacak sözcüklerle tanıtın desem neler söylersiniz?

Zeki GÜMÜŞ: Geçmişten dersler çıkartıp bugünü yaşarken, geleceğe olan umudumu ve özlemlerimi hep coşkuyla yaşayıp paylaşmayı seviyorum. ”Ben” adlı şiirim de şöyle sesleniyorum.

“beni tanımak istersen/ sabah güneşle kalk/ pencerene yansıyan maviliğe/ damla damla doluşan/ hayata bak”

MG: Şairlerin geçmiş yaşantıları özellikle çocukluk çağları onların şiir yolculuğunda önemli yer tutar. Çocukluğunuzda yaşadıklarınız şiirine nasıl yansıdı. Sizi şiire yönlendiren ya da şiir yazmanız da etkili olan özel biri var mı?

ZG: Çocukluğum okumayla ve işte çalışmayla geçti. Babam işçiydi ve altı çocuklu geniş aileydik. İlkokulda okurken yarı zamanlı terzi yanında çıraklıkla başladım yaşama. Okul ve iş erken olgunlaşmamı, hayatla mücadele erken sınıf bilincini almaya yöneltti. 78 kuşağı olarak sorumluluklar ve mücadeleyle geçti yaşamımız. Liseden edebiyat bölümü mezunuyum. Edebiyat, tarih ve felsefe ilgi alanımdı.12 Eylül’de tekrar cezaevine girmiştim. İlk şiir yazmam da etkili olan ve yol göstericilik yapan, yazar Kazım Zorlu ve şair Erdal Elgin olmuştur. Kazım abi Af romanını Adana cezaevinde yanımda yazarken benim de yaşadıklarımı yazmamı istedi. Yazdıklarıma bakıp şiire yönelmemi sağladı. Okulda okurken şiire ilgim vardı. Lise yıllarında Nazım Hikmet, Ahmet Arif şiirlerini okumam, şiire olan bakışımı değiştirmemi sağladı. Yoğun duygular yaşayan bir yapım var. Cezaevinde eşimden, kızımdan ayrı olmanın getirdiği özlemler, baskı ortamının yarattığı umutlar ilk şiirlerimde dile gelir.

MG:12 Eylül’de genç yaşta cezaevi gerçekliğiyle tanışan bir şairsiniz. Gerçekten de hızlı bir politikleşmenin yaşandığı süreçte, kesintiye uğrayan mücadeleyle birden bire kendinizi çok ağır koşullarda buldunuz. Bu geçmiş yaşantınızdan hareketle cezaevi geçmişinizin şiirleriniz üzerinde herhangi bir etkisi oldu mu?

ZG: Cezaevindeyken özlem, umut, güneş imgeleri duygularda yoğunlaşıyor, bunları mektuplarla dışarı taşıyorduk. Bu şiirleri Akdeniz Ateşi ilk şiir kitabımda yayınladım. Aynı zamanda iyi bir mektup yazarı olmuştum. Eşime ve kızıma uzun mektuplarda bu şiirleri yolluyordum. Malatya E Tipi Cezaevinde yoğun okuma, araştırma ve tartışma ortamı vardı. Benim üniversitem cezaevi oldu. Erdal hocam şiiri dil, ses ve müziği konusunda daha geniş kapsamlı düşünmemi sağladı. Buradan her ikisine de teşekkür ederim. O dönemin duygularını şu dizelerde görebilirsiniz.

“adı özlem/ adı umut/ adı çıldırasıya sevdiğim yaşam/ olsun isterim şiirlerdeki sözcüklerin”

MG: Edebiyat toplum ilişkisi üzerine düşünceleriniz nelerdir? Toplumsal mücadelenin gerilemiş olması hatta oldukça cılız seviyelerde varlık yokluk savaşı içinde olması özellikle toplumcu şiiri nasıl etkilemiştir? Kendi şiirinizi anlayış olarak nerede konumlandırıyorsunuz?

ZG: Kendimi Toplumcu Gerçekçi Şiir de konumlandırmaya çalışıyorum. Tarihsel materyalizme olan inancım ve diyalektik bakış açısıyla toplumsal sorunlara dikkat çekmeye çalışıyorum. 80 sonrası neoliberal ekonomik politikaların ülkemizde de uygulanmaya başlaması ve 12 Eylül darbesi bizleri cezaevlerine taşıdı. Neoliberal politikalar ikinci yeni şiir anlayışını öne çıkarıp postmodernist anlayışın tüm sanat alanlarında öne çıkmasını sağladı. Bununla mücadele edecek demokrasi, toplumsal örgütlülük baskı altına alındı. Toplumcu edebiyatı yok sayıp sermaye medyasında ve kültürel etkinliklerinde susturmaya çalıştılar. Üstüne bir de sosyalist sistemin 90 lı yıllarda dağılmasıyla yalnızlaşma, yabancılaşma post modernizmin ekmeğine yağ sürdü. 2000 li yıllarla birlikte yeniden toparlanma sürecine giren toplumcu gerçekçi şiir bugün daha görünür durumda. Teknoloji ve yapay zekâ ürünlerinin insanlığın gelişimine katkısı yadsınamaz. Kültür emperyalizmine hizmet eden sanat anlayışı ve ürünleri her ne kadar ön planda olsa da artık internet teknolojisi ve sosyal medya ağlarını doğru kullanıldığı sürece her yerde ve alanda toplumcu gerçekçi sanatı göreceğiz.

MG: Son şiir kitabınızı, ”Yapay Zekâya Aykırı Şiirler” adıyla yayımladınız. Günümüzde tek elden çıkmış birbirinin benzeri sanki bir makine tarafından yazılmış hissi veren şiirlerin her ortamda yaygınlaştığını görüyoruz. Buradan hareketle kitabınızı ;” Yapay Zekâya Aykırı Şiirler” adıyla yayımlamanızın özel bir anlamı var mı?

ZG: Yapay Zekâya Aykırı Şiirler kitabımın adını özellikle seçtim. Günümüzde yapay zekâ ürünlerinin girmediği ortam kalmadı. Sokakta yürüdüğünüzde, toplu taşıma aracına bindiğinizde, herhangi bir açık kapalı alanda oturduğunuzda şunu görüyoruz; elde cep telefonunda sürekli bir şeylere bakılıyor. Kulaklarında kulaklık o anda ne dinliyorsa artık arada bir kahkaha veya bir tebessüm görüyoruz. Bu gözlemleri ağırlıklı genç kuşak ve orta yaş grubunda görüyoruz. Postmodernizmin getirdiği bireyin içe dönmesi, kendini merkeze koyması, biz olmadan uzaklaştırıp yalnızlaştırdığını görüyoruz. Aşk, özlem, umut bir tuşa dokunmaya dönüşmüş durumda. Bu konulardaki araştırmalarım gözlemlerim sonucunda, günümüz sorunlarının, geleceğin nereye doğru evrimleştiğini anlatan şiirler yazmaya çalışıyorum. Gençliğin Gezi direnişindeki rolü, dinamizmi bize umut taşırken onları da anlama ve kuşak kopukluğunu giderme konusunda enerjimi sarf ediyorum. Klasik anlamda bildiğimiz sanat bitmiştir. Artık yapay zekânın başlattığı dönüşüm ve olanaklarla geleceği kurmada, yol göstericilik yapacak sanatsal ürünler vermeliyiz. Yani bugün izlediğimiz karbon zekânın yarattığı silikon zekâyla güç mücadelesinde biz ne yapıyoruz.

MG:Koza” adlı şiirinizde;” ışığım yetmiyor karanlığa/kozalardan çıkacağımız günü/umutla bekliyoruz” diyorsunuz. Bu dizeler “1940 Kuşağı Toplumcu Gerçekçi” şairlerinin umut var bakış açısını yansıtıyor. Peki, size göre içine adeta hapsedildiğimiz beton kozlardan çıkmak için şiir nasıl bir rol üstlenebilir?

ZG: Kozalardan çıkmak önce aklımızla olacak. Okuyarak, araştırarak teknolojiyi en iyi şekilde kullanarak, sanatsal faaliyetlerimizde ürünlerimizle bu çelişkileri ortaya koymalıyız. Değişimi görüp kopyala yapıştır teorilerinden çıkıp diyalektik sürece uygun davranmalıyız. Kapitalizmin aşırı tüketime yönlendirdiği kitleler pandemiyle birlikte ne oluyoruz sorusunu sormaya başladı. Bu sorulara ve sorunlara karşı biz yaratıcı emeğimizle ne yanıt verebiliyoruz. Önce kendimizi sorgulayıp yapıtlarımız da bu çelişkilere dikkat çekmeliyiz.

MG:1961 Adana doğumlusunuz. Çukurova özellikle 60’li yıllarda tarımda hızlı makineleşmeyle birlikte sınıfsal karşıtlıkların keskinleştiği yerlerden biri oldu. Bereketli topraklarda sonradan sanat hayatımızda etkili olan nice aydın sanatçı yetişti. Siz bu kültürel sürekliliğin ve çeşitliliğin devamcısı bir şair olarak; Akdeniz kültürünü ve coğrafyasını şiirleriniz nasıl yansıtıyorsunuz? Bir başka deyişle Akdeniz’in, kültürü, tarihi, doğası ve insanıyla sizin şiirinizdeki karşılığı nedir?

ZG: Adana da gözlerimi açtığım ortamda hala yaşamımı sürdürüyorum. Dönemsel olarak İstanbul ikinci evim oldu. Tekstil, inşaat ve turizm sektörlerinde çalışırken farklı işkollarının sorunlarını yaşadım. İnşaat sektörüyle yurt dışı ülkelerde çalışarak deneyimler kazanırken Asya ve Ortadoğu kültürlerini gözlemledim. Bu yoğunlaşmalarda Çukurova kültürünü daha iyi analiz etmemi ve anlamamı sağladı.

Çukurova’da sizin de belirtiğiniz gibi tarımda makineleşme ve sanayi gelişimi bereketli toprakların sınıf çelişkilerinin acımasızca yaşandığı yer oldu. Bu çelişkiler de sanatçılarını üretti. Aslında bu çelişkilerin Amerikan yardımlarının 1950-60’lı yıllarda başlamasıyla oluştuğu sanılıyor. Araştırmalarım ve tespitlerim daha öncesine dayanıyor. Bu tespitte dolaylı yine Amerika var. 1864 te Amerikan iç savaşı başladığında pamuk ekimi yapılamıyor. Buradaki açığı kapatmak için, İngiltere tekstil fabrikalarının ihtiyacı olan pamuğu Osmanlı yönetiminde olan Mısır da ektiriyor. Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa pamuk ekiminden elde ettiği vergi ve gelirlerle kendi başına bir güç oluyor. İngiltere’nin ihtiyaçları artınca Çukurova’ yı işgal ediyor. 5 yıl oğlu Kavalalı İbrahim paşa yönetiyor. Sonrasında Osmanlı tekrar yönetimi alınca pamuk ekiminin sağladığı vergi gelirleri iştahını kabartıyor ve İngiltere’ye yatırım için kolaylıklar sağlanıyor. İlk tren hattı 1886 da Adana Mersin limanı arasına kuruluyor. Pamuğun işlenip balyalanması gemilere yüklenmesi süreçleri için makine, hammadde, ucuz iş gücü transferleri başlıyor. Çukurova’da yaşayan nüfus Türk, Kürt, Arap, Ermeni, Yahudi, Çerkez kökenli. Nüfus yetersiz olduğundan Mısır dan fellah(çiftçi) getiriliyor. Çukurova’ya yakın illerden ve güney doğudan nüfus göçü başlıyor. Demem o ki 1860’lar dan sonra başlayan kapitalist üretim araçları ve ilişkileri Çukurova topraklarında çok erken başlıyor. Bu da sınıf bilincini ve onun kültürünü acımasızca yaşatırken coğrafyanın getirdiği sıcak iklim insanları isyankâr bir yapıya, hakkını aramaya ve yaratıcı emeğe yöneltti.

Tarihsel geçmişi çok kültürlülüğe dayanan Çukurova, kültürel izlerini sanatın her alanında göstermektedir. Akdeniz medeniyetin ilk şekillendiği coğrafya olarak yaşamım da önemli bir yer tutmakta. “Akdenizlim ”adlı şiirimin sonunda şöyle sesleniyorum.

“Akdenizlim/ uygarlığın açan ilk çiçeği/ dillerimiz dinlerimiz ayrı olsa da/ sıcak güneşimiz var ya güneşimiz/ birleştirir bizi Akdenizlim”

MG: Yazdıklarınıza baktığımızda şiir ödüllerine karşı olduğunuz görülüyor. Oysa ülkemizde her yıl pek çok şiir ödülü veriyor. Ödüllerin sanatçıyı hem tanınır kıldığı hem de onun üretkenliğine katkı sunduğunu dile getirenler var. Bu ödül mekanizmasına hangi gerekçelerle karşı çıkıyorsunuz?

ZG: Ödüllere karşıyım. Sadece şiir değil sanatın her alanında yapılan yarışma ve ödül düzenine karşıyım. Sanatsal ürünün hiç biri diğeriyle yarıştırılmamalı. Hepsi kendi içinde değerlidir. Onun değeri toplumda bulduğu karşılıktır. Toplum benimsediği, özümsediği sanatsal her ürünü tarihten günümüze kadar taşımıştır. Ödül düzeni dediğimiz olguya baktığımızda sermayenin kültürel alandaki hegemonyasını görmekteyiz. Yaratıcı emeği nasıl meta ya dönüştürüp bundan artı değer elde ederiz arayışındalar. Ödül almış, star yapılmış sanat ürünleri veya sanatçıların marka değerleri üzerinden sermaye grupları karlarını daha da artırmaktadır. Bu sistemde genç sanatçıların tanınır olmak, adlarını duyurmak, ürünlerini bastırmak için ödül sistemi tuzağına düştüklerini görmekteyiz. Ödül alan birçok öykü, roman, şiir v. b. baktığımızda adına ödül verilen ismin kültürel anlayışıyla alakası olmayan eserler görmekteyiz. Yayın evlerinin genelde anlaşmalı kendi bastıkları kitaplara ödül dağıtması gibi. Bu dereceye giren ürünlerin birçoğu genelde çöp edebiyatı olarak ait olduğu yere gömülmekte.

MG: Artık günümüzde şiir, yayınevlerinin basmaktan sürekli kaçındığı, kurumsal yayınevlerinin üstüne para versen de bulaşmak istemediği bir edebi tür haline geldi. Yakın zamanda şiir kitabı basmaya başlayanlar da dijital ortamda oldukça az sayıda kitap basıyor. Bastığı kitabın en az 100 âdetini etiket fiyatının yarısına yazarın satın almasını şart koşuyor. Ülkemizde yeni ortaya çıkan ve gittikçe yaygınlaşan dijital yayıncılık hakkında düşünleriniz nelerdir?

ZG: Dijital yayıncılık teknolojik gelişmenin kitap basımında sağladığı kolaylıktır. Depo ve stok sorununu ortadan kaldırıyor. Klasik matbaa basımının getirdiği zaman süreçlerini yapay zekâyla hızlı çözüyor. Doğru kullanıldığı sürece iyi bir gelişme. Ülkemizde şiir yazmış veya yazmaya çalışan, hayatının roman olduğunu düşünen insanlar çoğunlukta. Okumayan araştırmayan bir toplum oluştu. Star veya marka olmuş çok satanları bir kenara ayırırsak, yayınevleri tarafından basılan kitapların satılamadığı veya maliyetini kurtarmadığını görmekteyiz. Burada dijital yayıncılık kısmen biraz maliyet sorununu çözmekte. Ama bununla yetinmeyen yayınevleri satamıyorsak para karşılığında basarız anlayışı geliştirdi. Kendini şair, öykücü, romancı sanan kişinin eserinin edebi değerine bakmadan parasını alıp basmakta. Bu da kişinin kısa yoldan kendi parasıyla kitap sahibi olmasını sağlıyor. Diğer bir gelişmede yaratıcı yazarlık, şiir v. b. atölyeler. Kitaplardan istediği geliri elde edemeyen kişiler ve kurumlar çevrimiçi veya fiili ücretli atölyeler açıyorlar. Ders verenlerde tanınmış marka olmuş, zamanında ucundan bucağından sola bulaşmış kişileri de görmekteyiz. Bu atölyelerde kendi bakış açılarına göre kısa bir sürede yazar, şair yetiştirip ellerine de birer sertifika verip piyasa salıyorlar. Kültür ve sanat üzerinden artı değer elde etmenin diğer bir yolu.

MG: Son söz olarak neler eklemek istersiniz?

ZG: Hayat devam ediyor. Umudumuzu kaybetmeden yeni nesle ulaşmalıyız. Kuşak kopukluğunu giderip biz olmanın dayanışmasını yaşatmalıyız.

____________

Özgeçmiş

1961 yılında Adana`da doğdu. Mersin İlköğretmen Okulu’nda okurken siyasi nedenlerle okulu yarım bırakıp Adana Borsa Lisesi`ni bitirdi.1979’da Çukobirlik iplik fabrikasında çalıştı.12 Eylül 1980-90 dönemi siyasi baskı, aranma, tutuklanma ve cezaevlerinden arta kalan zamanlarda İstanbul`da konfeksiyonda çalıştı.1990 sonrası inşaat şirketlerinin yurtiçi ve yurtdışı şantiyelerinde bulundu.

Edebiyata ve şiire olan ilgi yatılı okulda okurken başladı. Adana Borsa Lisesi’nin siyasi atmosferinde, Adana ve Malatya cezaevlerinde bulunduğu dönemlerde ayrılık ve özlemler yeni şiirler yarattı.

İnsancıl, Üvercinka, Kara Yılkı, Delikli Çınar, Çınardibi v. b. dergilerde şiirleri yayınlandı

Çeşitli web siteleri, sosyal medya da şiir, öykü yayınlanmakta.

Kitapları

Akdeniz Ateşi (2013) ŞİİR

Adana Bağlarında Yaşayan Sümer Mahallesi (2018) ANLATI

Adana Şiir Buluşmaları (2019) E-Kitap ŞİİR

Yapay Zekaya Aykırı Şiirler (2020) ŞİİR