Ercan Jan Aktaş / Demokrat Haber

Sivas İmranlılı, Kürt, Alevi ve emekçi bir aileden geliyorum. Kendime dair aidiyetler kurmam şiddet/dışlanma ile ilk karşılaştığım Ortaokul yıllarıma dayanır. “Ramazan’da neden yemek yiyorsun?” ile başlayan bu şiddet halleri Üniversite’de daha da büyüyerek devam etti. İlk öz savunma ihtiyacını bu saldırılar karşısında yaşadım. Bu anlamda ‘İslamafobi’yi konuşmak, bu konuda bir şeyler yazmak ya da sormak bana zor geliyor.

Bu konuda ‘bilimsel’, ‘objektif’, ‘tarafsız’ olma gibi bir duygu ve düşünceye de sahip değilim. Zira bilincimde, kendi yaşam pratiklerimde “Allah-u ekber” ile başlayan ve devamında korkunç ölümlerin olduğu fotoğraf ve görüntüler asılı duruyor.

Sivas Madımak Oteli katliamını 8 saat boyunca televizyon ekranlarında izledim. Ellerinde benzin/gaz bidonları ile o insanlar camilerden ‘Allah-u Ekber’ nidaları ile toplanarak gelmişlerdi.

Maraş’ı bilirim, Çorum ve gene Sivas’ı bilirim…

Böylesi bir duygu/bilinç bagajı ile benim için de zor olan bu konuyu benim de öğrencisi olduğum Paris’teki Sosyal Bilimler İleri Araştırmalar Okulu (EHESS) Öğretim Üyesi tarihçi-siyaset bilimci Prof. Dr. Hamit Bozarslan ile konuşacağız.

Bozarslan Kürt Sorunu, Türkiye ve Ortadoğu, Ortadoğu’da şiddet konularında çalışmalar yapar. “Ortadoğu’nun Siyaset Sosyolojisi” ve “Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi” adlı kitapları İletişim Yayınevi tarafından Fransızca’dan Türkçeye çevrildi. Yayınlanan kitapları arasında “Lüks ve Şiddet: İbn Haldun’un Hakimiyet ve Direniş Kuramı”, “Kürt Sorunu: Ortadoğu’da Devletler ve Azınlıklar” da bulunmakta.

Son olarak geçen sene “Ortadoğu’nun Siyasal Sosyolojisi / Arap İsyanlarından Önce ve Sonra” kitabı yayınlandı.

Bu söyleşi davetimi kabul ettiği için kendisine bütün okuyucular ve kendi adıma teşekkür ediyorum…

***

Öncelikle sizden şunu öğrenmek istiyorum; sizin de yaşamakta olduğunuz Paris'e yakın Conflans Sainte-Honorine'de 16 Ekim 2020'de yaşanan olayda 18 yaşındaki Abdullah Abuyedoviç Anzorov’un 47 yaşındaki tarih öğretmeni Samuel Paty'yi başını keserek öldürmesini ilk duyduğunuzda neler hissettiniz/düşündünüz?

İlk tepkim, kendisine derin bir saygı duyduğum Rakel Hanım’ın sorusunu hatırlamak oldu: biz nasıl oluyor da bir bebekten 17, 18 yaşındaki bir cani üretiyoruz, üretebiliyoruz? Bu cinayet, insanlık koşulumuz üzerine bize neler söylüyor?

Dilerseniz bu soruya Fransız tarihçi François Furet’nin Nazizm ile ilgi bir değerlendirmesiyle cevap vereyim: Önce bir akım, daha sonra paramiliter bir hareket, en sonunda da bir rejim olarak Nazizm kendisine yol açan sosyolojik faktörlerin hiçbirine indirgenemeyecek bir nitelik kazanmıştı. Bu, İslamcılık, özellikle de bu denli kanlı bir boyut alan, son tahlilde anlamını nihilizmde bulan İslamcılık için de geçerli. Radikalleşme, sınıraşırı hareketlilik, plebyen katmanların tarih sahnesine çıkması, kolonyalizmin bıraktığı miras, sınıf olgusu, nesiller arası aktarımlar ve kopuşlar, asr-ı saadet olarak tanımlanan “köken”in şiddetli bir nostalji ile anılması, inkâr edilemeyecek bir örgütlenme mühendisliği... gibi olgular ele alınmadan İslamcılığı açıklayabilmek mümkün değil, ama bir hareket ve giderek de bir sosyalizasyon muhiti, bir kültür, bir aksiyoloji, bir medeniyetsizleşme süreci ve kendini de imhaya dayanan nihilizm olgusu olarak İslamcılığı bu faktörlerin hiçbirine indirgeyebilmek de mümkün değil. Bu noktada tarihsel-sosyolojik yaklaşımların sınırlarına varmaktayız. Franz Neumann, Nazizmi “Behemut”un iktidarı, Karl Kraus ise Goethe’nin İkinci Faustus’ta tasvir ettiği “Walpurgis Gecesi” olarak tanımlamaktaydı. Walpurgis, topraktan fışkıran şer güçlerinin, ehven ile hiçbir metafizik ilişki içinde bulunmadan sonsuz bir çılgınlığa vardıkları gecenin ismiydi. Nazizm gibi İslamcılık da artık “sosyolojize” edilebilecek bir olgu olmaktan çıkmış bulunmakta.

Kafa kesme pratiklerini DAİŞ’in katliamlarından biliyoruz. İslami bir sistem inşa etmek, hakimiyetini kurmak için saldırdığı alanlarda bu pratikleri çok sergiledi. Bizler de özellikle Şengal ve Rojava’ya dönük saldırı ve katliamlarından bu islami örgütün pratiklerini dehşetle yakından izledik. Her hali ile korkunç olan böylesi bir eylem pratiği ile neyi hedefliyordu IŞİD?

“Kriz, Şiddet ve Medeniyetsizleşme: Medinenin Köraçıları” başlıklı kitabımda bu konuyu ele almıştım. Burada da, koşullar çok değişik olsa da, Nazizmle ortak bazı noktalar bulmaktayız: 300.000 km2’ye hâkim, iki başkent, bakanlıklar, adalet sistemi, güvenlik mekanizmaları, mali müessesseler... kurabilmiş olan İslam Devleti de, Nazizm gibi hem gerçek, iktidar kurucu bir rasyonaliteye sahipti, hem de kendi devamlılığının koşulu olan bu rasyonaliteyi, iktidarlaşmanın olmazsa olmazı olan zamana ve mekâna güveni yok etmekteydi. Nazizm gibi o da eski Yunanlıların son derece korktuğu ve kontrol edilmesi imkansız bir hubris’e sahipti.

İslam Devleti’nin pratiğinin İslam’dan bağımsız olduğunu söyleyemeyiz: daha başlangıcından itibaren İslam kendisini yeni bir etnik sınır olarak tanımlamaktaydı; İslam hukuku, İslam emirine gönüllü olarak teslim olmayan mekânların harabeye indirgenmesini, tapınaklarının ya yok edilmesini ya da camiye dönüştürülmesini, erkeklerinin öldürülmesini, kadınlarının ise köleleştirilmesini kesinlikle yasaklamamakta. İstanbul’un fethi hiç de barışçıl bir fetih değildi. Aynı zamanda, İslam’ın ehl el-Kitab dışındaki yeni tebaaların korunması konusunda en ufak bir garanti sağlamadığını da bilmekteyiz. İslam, insanları özne olarak değil de nesne, en iyi koşullarda ise tebaa olarak görmekte. IŞİD’in yayınlarında Ezidi kadın ve kızların İslamlara mubah olduğu açıkça yazılmaktaydı. Bununla birlikte, gösterilen gaddarlığın, hem içte hem dışta düşmanların sayısının bu denli artırılmasının bir rasyonalite ile açıklanabileceğini düşünmüyorum.

Şengal’de çocuk, kadın, yaşlı demeden IŞİD tarafından katliamdan geçirilen Ezidiler; “Bizleri arap kirvelerimiz katletti” dediler. Ezidilerin Arap kirveleri, biz Kürt ve Alevilerin Türk komşularının hepsi müslüman. O müslümanlardan birisi olan İsmet Özel; “Bütün insanlar, Müslüman olmayan herkes bu insanlardan korksun diye. Yani Müslüman teröristtir. Müslüman'ın ilk vazifesi terörist olmaktır. Kafirler Müslümanlardan korkacaktır. Korkmadığı zaman Müslüman, Müslüman değildir" diyordu. Bütün bu pratik ve söylemlerden sonra birileri de her zaman; “Müslüman müslüman kardeşine zarar vermez, müslümandan terörist olmaz” diyor. Bu pratik ve de söylemleri nasıl değerlendirmek lazım?

Evet, artık Avrupa’da, hatta tüm dünyada, “Allah û Ekber” korku doğuran, intihar saldırısını ilân eden bir şiar olarak kabul ediliyor, ama kendinizi de imha etmeden “terörist” olamıyorsunuz. İslam çok uzun bir zamandır sonu gelmeyen bir intihar sürecinden geçmekte. 2003 ve 2010 arasında Irak’ta binden fazla intihar saldırısı gerçekleştirildi. İntihar saldırısı geçmişin ve geleceğin, yani zamanının yaşanan “an”da, devasa dünyanın ise bütün farklılıklarıyla daracık bir mekânda imha edilmesi anlamına gelmekte. Bu bin intihar saldırısının kurbanlarının %99’u Müslümandı. “Ehl el-küfr” ve “dar el-harb”e karşı başlatılan “cihat” son tahlilde “fitne” olarak İslam alemine geri dönmekteydi. Afganistan’da, Pakistan’da, diğer Arap ülkelerinde, Türkiye’de, Kara Afrika’da da olan bu.

Bu nihilizmi tanımlamak için dilerseniz “terörizm” kavramıyla eşanlamlı olan “ihrabi” kavramını kullanalım. Bu kavramı kabul edebilecek tek bir İslam aliminin bulunabileceğini sanmıyorum.

Fransa’da kamuoyunun önemli bir kesimi özellikle IŞİD’in Rojava saldırıları karşısında Devrimci Kürt kadınlarının direnişi ile bu örgütü daha da yakından tanıdı. Hatta Fransa sinemasında bu konuda filimler yapıldı. Fransız sinemacı ve gazeteci Caroline Fourest’ın IŞİD’e karşı savaşan Kürt kadınlarını anlattığı Soeurs d'Armes (Kadınların Silah Kardeşliği) filmi Türkiye bir tarafa özellikle de Fransa sol/sosyalist ve anarşist çevreleri tarafından ‘İslamafobi’ eleştirileri aldı. Bu filmi izlediniz mi bilmiyorum, bu eleştiriler üzerine Paris’te sinema ile ilgili ve sosyal bilimci bir grup Kürdistanlı öğrenci olarak bir kez daha bu filmi izledik; “Bizi rahatsız etmeyen ve Fransızları rahatsız eden nedir?” diye, ama bir şey bulamadık. En son Rojava’daki Devrimci Kürt kadınlarının direnişi üzerine “No Man’s Land” (Tarafsız Bölge) Fransa ve Almanya ortak televizyon kanalı ARTE’de yayınlandı.

Fransa ve genel olarak Avrupa’da bazı sol çevreler Avrupa toplumları ve Avrupa dışı toplumları aynı ölçütlerden yola çıkarak okumuyorlar. Avrupa’da tümüyle haklı olarak eşcinsellik, kadınlık, göçmenlik vs. konusunda en ufak derecede de olsa incitici hiçbir tavrı ya da tabiri hoş görmüyorlar. Bu tabii bizim için de geçerli. Ama aynı zamanda bu olguların İslam aleminde, Asya’da, Afrika’da eleştirilmesi, sanki bu toplumlara karşı kültürel bir taarruz ya da kolonyalizmin kültürel bir devamı olarak algılanıyor. İsveç’te bir Kürt kızının “namus cinayeti” dehşetine kurban verilmesinin yarattığı yankıları araştıran Norveçli antropolog Unni Wikkan, bu “başkasının kültürüne saygı”yı Genereous Betryal (Cömert İhanet) olarak tanımlamaktaydı. Öznel, kimliksel, ontolojik hatta asli/otantik olarak değerlendirilen “başka kültürler”in eleştirilememesi, evrenselin kurban edilmesini de beraberinde getirmekteydi.

Oysa ki, örneğin Avrupa’da ya da ataerkilliğin Çan Kay Şek tarafından devlet ideolojisi olarak dayatıldığı Tayvan’da daha yarım asır önce eşcinsellik yasaktı; bugün ise homofobi yasak. Yani toplumların hâkimiyet ilişkileri tarafından belirlenen “kültür”lerinin “ebedi ve ezeli değerler”le, hele hele ontolojiyle, kimlikle... kesinlikle bir ilişkisi yok.

Sanıyorum, Aydınlanma felsefesine getirdiğimiz bütün eleştirilere rağmen, kendisinin eleştirilmesini de mümkün kılan Aydınlanma’ya dönmemiz gerekli: Aydınlanma, iktidar ve iktidar ilişkilerinin, toplum ve toplumsal ilişkilerin, din ve dinî gelenek, kalıp ve kurumların eleştirilmesini, yeniden tanımlanmasını, aşılmasını... mümkün kılmakta. Evrensel olmayan bir Aydınlanma’nın evrensel bir vatandaşlığın oluşmasına yol açamayacağı açık.

İslami/Müslüman bir sistem inşası saikleri bir yana Türkiye, İran, Irak, Suriye gibi % 99’u müslüman olan devletlerden gelen biz Kürt, Alevi ve muhalifler ile Fransa’daki muhalifler ‘islamafobi’ üzerine neden benzer şeyler söyleyemiyoruz?

İslamofobi konusunda üç noktaya değinmek gerekli. İlki, Avrupa’daki İslam düşmanlığı ya da karşıtlığı, İslâm alêmindeki Hırıstiyan düşmanlığı ve anti-semitizmin kıyısına bile varmamakta. Müslümanlarla aynı tasta su içtiği için İslam’a hakaret etmekle suçlanan ve zor bela kurtarılabilen Pakistanlı kadını hatırlayınız. Fransa’da İslâm alêminde Hırıstiyanlık üzerine yazılanların binde birini İslam bağlamında dile getirirseniz, ya da “Hıristiyanlık terörizmdir, Hıristiyan olmayanların korkutulmasıdır” diye yazarsanız, mahkemelik olursunuz. İkincisi, ne gariptir ki son on yıllarda sol çevrelerde sınıf ya da sınıf atlama olguları pek tartışılmamakta. Bugün Londra’nın belediye başkanı bir Müslüman. Paris’te 2020’de sağın gösterdiği belediye başkanı adayı Raşida Dati bir Müslüman; Bugün Avrupa parlamentolarının çoğunda Müslüman üyeler var, İsveç parlamentosunda sanıyorum 7-8 Kürt var. Bugün ırkçılığı belirleyen sadece köken ya da renk değil, aynı zamanda sınıf olgusu. Üçüncüsü bununla birlikte Avrupa’da bir İslam karşıtlığı var ve bununla kesinlikle mücadele edilmesi şart: İslâmların inançlarından yola çıkarak kategorileştirilmeleri, “kitleleştirilmeleri”, salt inançlarına indirgenmeleri asla kabul edilebilecek bir şey değil. Ama bu, bir din olarak İslam’ın ve İslam âleminin, Hıristiyanlığın ve Hıristiyan âleminin, Yahudiliğin, Budizmin, Hinduizmin... eleştirilemeyeceği anlamına gelmemekte.

Bu konuya değinmişken, bir de “sömürgecilik”, “emperyalizm” vs. gibi bazı kavramların bir linç söyleminin ya da inkâr kültürünün bir parçası olarak kullanıldığını da belirtmek gerekli. Bundan beş-altı yıl önce bir profesör “Ermeni soykırımı”ndan bahsetmenin Oryantalist bir davranış olduğunu söylemişti. Erdoğan’ın nutuklarında da bu tema sürekli ele alınmakta.

“İSLAM ŞU ANDA TAM BİR İNTİHAR SÜRECİNDE”

Fransa’da sadece son 19 yılın içinde bu şekilde müslümanlar tarafından gerçekleştirilen 21 öldürme olayı var. Dünya daha çok bu saldırıları 2015 yılı başında Charlie Hebdo dergisinin basılması ve 12 çalışanının korkunç şekilde katledilmesi ile bilir. Ancak bu saldırılar hiç durmadı. Bütün bu saldırılardan sonra Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un, İslam'ın tüm dünyada 'kriz içerisinde' olduğunu, 'radikal İslam'a karşı Fransa'nın laik değerlerinin korunması' hedefiyle hazırlanan yeni yasal çalışmalar içinde olduklarını ifade etmesi üzerine Tayyip Erdoğan; “Bu Macron denilen zatın Müslümanlarla derdi nedir? Macron'un zihinsel noktada bir tedaviye ihtiyacı var” gibi sert bir açıklama yaptı. Tayyip Erdoğan’ı bu kadar öfkeli bir açıklamaya iten nedenler konusunda neler söylemek istersiniz? Karşılıklı bu tepkilerin İslamafobiye nasıl/ne yönden bir etki ettiğini düşünüyorsunuz?

Macron haklı olarak Fransa’daki camilerin kontrolünün zorunlu olduğunu düşünüyor. Alsas’taki bazı Türk camilerinde 7-8 yaşlarındaki çocuklar üniforma ve tahta tüfeklerle şehadet yemini içiyorlar; İlmihalden tümüyle habersiz bazı imamlar, vaazlarında müzik dinleyen çocukların dünyaya ikinci kez domuz ya da fare olarak geleceklerini söylüyorlar. Bu çocukların bir kısmı yarın “bebeklikten caniliğe” geçecekler. Din ve inanç özgürlüğüne halel getirmeme koşuluyla bu camilerin kapatılması şart.

İslamın krizi konusuna gelince: bu konuda Macron haksız. İslam’ın “kriz dönemi”ni ardında bırakalı neredeyse bir yarım asır, hatta asırlar oluyor. Dediğim gibi İslam şu anda tam bir intihar sürecinde. Erdoğan’ın kullandığı kelimeler bile İslam’ın yaşadığı çöküşün ahlaki boyutunun ne kadar derin olduğunu göstermekte. Kabalığın, küfrün, hakaretin siyasetin yerine geçtiği koşullarda, artık bir kültürden bahsedebilmek mümkün olmamakta. Bu nedenledir ki 18 yıldır iktidarda olan Erdoğan ve 32 yıldır “vali” olan Hamaney, her alanda başarılı olduklarını, ama kültürel iktidar oluşturamadıklarını büyük ve sanıyorum samimi bir acı çekerek dile getirmekteler. Yarılmanın, melankolinin, eleştirinin, dünyanın ve toplumun çoğul ve ihtilaflı yorumlarını mümkün olmadığı koşullarda kültürün yeşerebilmesi gerçekten mümkün değil; ama onun yerine geçen küfrün ve silahın da kültür oluşturabilmesi mümkün değil.

“ALLAH’A, PEYGAMBERİ’NE VE SİZİ YÖNETENLERE İTAAT EDİN”

Uzun yıllardır Fransa’da yaşıyorsunuz, akademik çalışmalarınız yanı sıra gündelik hayat içinde de gözlemleriniz vardır. Fransa’nın gerek sömürgecilik dönemi, gerekse sonrasında kültürel/ekonomik olarak Cezayir, Fas ve Tunus gibi Kuzey Afrika ülkeleri ile tarihsel bir ilişkisi var. Bu tarihsel ilişkilerden öte kesin olmamakla beraber 5-7 milyon arası müslüman bir nüfusa sahip. Buradaki müslüman popülasyon ile Fransa’daki ‘laik sistem’ arasında nasıl bir ilişki var?

Dediğim gibi, Müslümanları tek bir boyuta, İslamlıklarına indirgememek gerekli. Bu Müslümanların bir kısmının dinle hiçbir ilişkisi yok. Diğer bir kısmı dini inançlara sahip olsa bile sınıf atlamış ve Fransız toplumuna, hatta “üst sınıflar”a tümüyle entegre olmuş durumda. Karma evliliklerden doğan yüzbinlerce genç ve çocuk ise “Müslüman ve Hıristiyan”, hem Ramazan Bayramı’nı, hem Noel’i ya da Paskalya’yı kutlamaktalar.

“Laiklik testi”ne gelince, son elli yılda Müslüman âlemindeki iktidarların önce sola (ve liberalizme), daha sonra da İslami radikalizme karşı buldukları tek çare, ortopraksinin güçlendirilmesi ve bu yollla itaat üretilmesiydi. Sanıyorum günümüz İslam âleminin sultanlarının en sevdikleri ayet “Ey siz inananlar, Allah’a, Peygamberi’ne ve sizi yönetenlere itaat edin” ayeti. Ortopraksi ise gündelik hayatın dayatılan ya da İslami olduğu düşünülen bir modele hapsedilmesi. İkinci bir olgu da, aynı zamanda son derece çetrefil antropolojik boyutları da olan evlilik meselesi: bir Müslüman erkek, Müslüman olmayan bir kadınla evlenebilmekte, ama bunun tersi yasaklanmakta.

Bu bağlamda ele alınması gereken son olgu ise, üstünlüklerden feragat edilememesi, eşitliğin kabul edilememesi. Sekülarist olmayan demokratik bir toplum düşünebilmek mümkün değil. Demokrasi ise, inancın inançsızlığa, bir dinin diğer bir dine, bir mezhebin diğer bir mezhebe, bir milletin diğer bir millete, bir cinsin diğer bir cinse, bir cinsellik tercihinin diğer bir tercihe üstün olmadığı bir toplum. Bugün bütün krizlerine rağmen Batı Avrupa Hıristiyanlıklarının dinamik bir yapıya sahip olmalarının temelinde, kendilerine meydan okunmasını kabul etmiş olmaları yatmakta. Ateizmin, materyalizmin, İslamın, Yahudiliğin, Asya, Afrika, Latin Amerika yerlilerinin dinlerinin, Hıristiyanlık içi mezheplerin, feminizmin, eşcinselliğin meydan okumalarını kabul etmeye zorlanmaları, hem Katolikliği hem de Protestanlığı kendilerini sürekli yeniden tanımaya, yeni muhtevalarla, yorumlarla donatmaya itti. İslam, kendisine manevi bir boyut kazanmasını sağlayabilecek tek adım olan bu adımı atabilecek mi? Avrupa İslamı bunu gerçekleştirebilecek mi? Bilemiyorum.

Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığını İzleme Merkezi (EUMC) 2006 tarihinde “Avrupa Birliği’nde Müslümanlar: Ayrımcılık ve İslamofobi” başlığında bir rapor yayınladı. Rapor, Üye Devletler’deki iyi uygulama örneklerini sunarken ayrımcılık ve ırkçılıkla mücadeleye yönelik eylemler ve bütünleşmeyi teşvik konusunda öneriler getirmekte. Rapor sözlü mülakatlar ile yapılan verilere dayanıyor. Çarpıcı örnekler var; “Fransa'da tamamen Fransız adlı olan kişilerin iş görüşmelerine çağrılma ihtimali, aynı niteliklere sahip, ama adları Müslüman adına benzeyen kişilerden 5 kat daha fazla”, “Müslüman kadınların iş bulma konusunda büyük zorlukla karşılaşmaları, çok sayıda işverenin türbanlı kadınların müşterileri ürkütmesinden korktuğunu belirterek işe almaması”, “Hollanda'da yaşayan genç Müslümanların, Hollanda doğumlu olmalarına rağmen "yabancı" olarak sınıflandırıldıkları için, okullarda etnik temele göre ayrılmış sınıflara yerleştirildiklerini söylemeleri”. Aradan 14 yıl geçti ve sorunlar daha da büyüdü. Bu zaman dilimi içinde “fundamentalizm”den, “radikaller”, “aşırılar”, “teröristler”e gelindi. Nasıl bir süreç yaşandı dersiniz?

Burada da sanıyorum her şeyi din olgusuna indirgememek gerekli. Avrupa’da milyonlarca Afrika kökenli Hıristiyan ve Hindistan kökenli Hindu yaşamakta; onların daha iyi koşullara sahip olduğunu kesinlikle düşünmüyorum. Özel’in tanımladığı, övdüğü ve tek gerçek İslam olarak dayatmaya çalıştığı İslam’ın bir korku kaynağına dönüştüğü kesin, ama ayrımcılık, ırkçılık, horlanma sadece dinle değil, iktidar ilişkileri, sınıf ilişkileri, hâkimiyet ilişkileri, sosyal adalet, demokrasinin kendini eleştirerek yenileyebilme kapasitesine ulaşması, bireysel ya da kolektif vatandaşlık tecrübelerini mümkün kılabilecek iktidar mekanlarının oluşturmasına imkan sağlaması... ile yakından bağlı. Sol, maalesef bu konularda çok dar bir tahayyüle sahip.

“BU TÜR SÖYLEMLER EN SON İTALYA’DA VE ÜÇÜNCÜ REİCH’TE GÖRÜLMEKTEYDİ”

Türkiye’de Tayyip Erdoğan 100 yıllık bir hesaplaşma ile 2023 tarihine hazırlanıyor. Bu bağlamda Türkiye resmi sınırları içinde kendisinin ırkçı/militer sistemine itiraz eden ne kadar siyasetçi, akademisyen, gazeteci, öğrenci, emekçi, kadın, inanan, inanmayan varsa büyük bir baskı ve şiddet altında. Daha önceki değerlendirme ve analizlerinizde 2023, 2053 ve 2071 tarihlerine referanslar verdiniz. Özellikle Fransa ve Avrupa karşıtlığı üzerinden dil ve söylemleri ile 2023 üzerine nasıl bir hesaplaşma içinde olabilir?

Benim görebildiğim kadarıyla Erdoğan intikam almaya hazırlanmıyor, Türklüğe biçtiği tarihsel misyonun yeniden başlatma sürecinin hubrisini yaşıyor: Onun tarih okumasında 1923, iç ve dış düşmanların saldırdığı Türklüğün çöküş sürecinin sona ermesi. Sorun, bu çöküşün aynı zamanda çöküşten sorumlu, kendine, kültürüne, özüne yabancılaşmış bir elit tarafından durdurulmuş olması. 1453, Türklüğün imparatorlaştığı, “Kızıl Elma”laştığı, “cihan hâkimiyeti mefkûresi”nin gerçekleştirmeye başladığı bir tarih; 1071 ise, son hedefi “cihan hâkimiyeti” olan misyonun başlangıç noktası. Erdoğan, 2071’de “yabancılaşma süreci”nden kurtulmuş, yeni, aslî ve ebedi bir elit tarafından yönetilen, kendi tarih okumaları, gelecek tahayyülleri, toplum projeleri olan bireylerden değil de reislerine itaat eden tebaalardan oluşmuş, ontolojik saflığına yeniden kavuşmuş olan Türk milletinin 1000 yıllık yeni bir hâkimiyet döneminin başlayacağından emin.

Avrupa’da bu tür söylemler en son Faşizmin teslim aldığı İtalya’da ve Üçüncü Reich’te görülmekteydi. Ernest Bloch, bu dönemin söylem ve pratiğini “çağdaşsızlaşma” kavramından yola çıkarak. Benjamin ise, bu aktörlerin saatinin zamanı ölçmediğini, olsa olsa yok ettiğini belirtmekteydi.