Gülşen İşeri / Demokrat Haber İstanbul

 

“Şarkı, acının içinden umudu çıkarırken meydana gelen sürtünmenin sesidir”; masamın üzerinde duran kitabın ilk sayfasında Sarp Kaya imzasıyla yazılmış bir söz bu…

 

Kitap mı, Ahmet Tulgar’ın "Çocuklar ve Canavarları" adını verdiği son romanı.

 

Bu söz işte romanın başkarakteri Sarp Kaya’ya ait…

 

Romanın ilk cümlesi sizi nasıl bir yolculuğa çıkartacağının ipucunu veriyor hemen, derin ve alışık olmadığımız bir hikâye… Romanda iki karakter var; biri yazar ve onu sorgulayan polis…

 

Roman, bir mafya üyesini baltayla öldürdükten sonra teslim olan yazar Sarp Kaya’yı sorgulayan müfettişi hayata, insanlara, hatta dünyaya bakışını tümden değiştirecek bir yolculuğa çıkartırken, farklı bir hikâyenin izini sürdürüyor.

 

‘Çocuklar ve Canavarları’ tüm kitapçılarda yerini aldı… Sözü romanın yazarı Ahmet Tulgar’a bırakalım…

 

- ‘Çocuklar ve Canavarları’ romanınızı okuyucularınızla buluşturdunuz. Alışık olmadığımız bir biçim seçmişsiniz ama onun da ötesinde bir yazarı ele almışsınız ve bu katil bir yazar; neden?

Aslında kitabın içinde de bunu Sarp Kaya açıklıyor: Yazarlar bir yandan dünyanın en hassas meselelerine, en derin meselelerine el atıyorlar ama bir yandan da kapalı, tek başına, önünde yazmaya yarayan bir araç, yazıyorlar ve hayatın uzağındaymış gibi görünüyorlar. Borges’in meşhur bir sözü vardır, “ben yaşamadım okudum” der, bunun gibi.

 

Ama diğer taraftan da cinayet işlemek, birini öldürmek, belki de biriyle en dolaysız ilişki… Artık orada öldürdüğün kişinin öldürürken hiçbir şeyini tanımıyorsun, neredeyse el koyuyorsun ve bitiriyorsun hayatını. Bu kadar hayatın uzağında, kendini konumlayan birisinin katil olması fikren birbirinden çok uzak bu iki konumun bir araya gelmesi durumunda araya neler sıkışacak ve onlardan ne elde edeceğim, onu çok merak ettim. Aslında bir diğer taraftan da okurların yazarlarla kurduğu ilişki de ilginçti.

 

-Yazar okur ilişkisinin ilginçliği nereden geliyor peki?

Okurlar aslında yazarların her durumunu kabul etmeye hazırlar. “Delidir ne yapsa yeridir” gibi “yazardır ne yapsa yeridir anlayışı” var. Sadece, politik bir eylemlilik içinde oldukları zaman bu, yazarlıklarının önüne geçebiliyor. Başından itibaren ‘sıradan’ bir suç olarak görünen bir cinayet, yazar kimliği ve bunun politik bir cinayet olması durumunda okuru ne kadar etkiler. Bunu görmek önemliydi.

 

Bir de kitabın ve yazının gücünü kitaplarla pek de ilgili olmayan birine nasıl sorgulatırım diye düşündüm. Bunun için de cinayet masasında bir komiseri seçtim.

 

-Komiser ve yazar Sarp Kaya’nın sorgu masasında rolleri değişiyor, komiser yazarla birlikte farklı bir yolculuğa çıkıyor sorgularken… Burada sanıyorum yazının ve yazarlığın gücü ortaya çıkıyor değil mi?

Günümüzde hala kimi kitaplar yasaklanıyor, kimi kitaplar nedeniyle insanların başı derde giriyor, aslında Türkiye çok da fazla kitap okunan ülke değil. Bu hem kitap korkusundan kaynaklanıyor hem de kitaba karşı ilgisizlikten. Buna rağmen insanlar, siyasetçisi farklı açıdan, sokaktaki insan farklı açıdan kitabın gücünü biliyor.

 

Başbakan kimi kitapların bomba olduğunu söyledi. Kitap bir şekilde hem korku hem de saygı duyulan bir şey. Bunun dini kitaplarla ilgili de olduğunu düşünüyorum. Her kutsal kitapta, söze, dile, yazıya gönderme yaptığı için aslında kitap hiç kitap okumayan insanlar tarafından da saygın bir şey…

 

Böyle bir yolcuğa çıkınca birisinin kendisini sorgulamaması imkânsız... Sorgucu zaten sürekli sorguya çıkartıyor kendisini.

 

-Komiser korktuğu bütün duygularıyla, kitap da dâhil yüzleşti sorgu boyunca…

Tabii. Aslında sıkılıyor ama neden sıkıldığını anlamamış. Yazar, “insanın yazarlığın gücünü anlaması için bir komiserin karşısına oturması gerekiyormuş” diye düşünürken, bir komiser de “kendi hayatıma bakmak için demek ki bir yazarın benim hayatıma bakması gerekiyormuş” diye düşünüyor.

 

-Okur yazarlıktan söz ettik ama komiser okur olmadığı gibi Sarp Kaya’yı da orada tanıyor…

Elbette… Okur olsa belki de bu kadar radikal kararlar almayacak. Birdenbire çok güçlü bir şeyle karşılaşıyor. O güne kadar Kuran’ı Kerimi biliyor, oradaki emirleri biliyor, namaz kılıyor, polis olmak için bir takım talimatlar var vs… Kitapların içinde bir takım davranış düsturları var ve onlara uygun davranmamız gerekiyor, aslında öyle bir yandan da, kitaplar yol göstericidir ama komiser dikte olarak algılıyor.

 

-Romanınızı yazarken gözlemleriniz oldu mu?

Geçenlerde elimde kocaman bir kitap vardı, minibüste ayaktayım, bir yandan da kitap okuyorum. Minibüs sarsıldı, ben de dengemi kaybettim ve yanımdakine hafifçe dokundum. Kadın ters ters baktı, ben de “özür dilerim” dedim, birden bire arka koltukta oturan biri fırladı “minibüste kitap mı okunurmuş canım” dedi…

 

Kitabın çok okunduğu bir ülkede hiç kimse “burada kitap okunur mu” demez… Okumak bireysel bir karar. Kimseye zarar vermiyorsun. Ama o adam benim başka bir dünyada olmamı kabullenmiyor, burada olacaksın, minibüste tutunacaksın, kimseye çarpmayacaksın, oradaki insanları seyredeceksin…

 

Bunun için gözlem yapmaya gerek yok, ben roman yazmaya başlarken bir yıl boyunca sadece kahramanları düşünüyorum. Bu komiser nasıl bir evde oturur, evin şekli nasıldır, eşyaları nasıldır, bunların hiçbirinden kitapta bahsetmesem de -bilinçli bahsetmiyorum- oradaki kahramanlarla uzun süre yaşıyorum…

 

-Peki, Sarp Kaya kim? Kahramanlarınız sizden ne kadar bağımsız?

Bilinçli olarak kahramanları elden geldiğince benden bağımsız düşünüyorum. Birçok tavrını, tarzını benden farklı birisi olarak tasarlıyorum. Ama elbette ki mümkün değil Sarp Kaya’da kendimden bir şeyler olmaması. Ama komiserde de benden bir şeyler var. Nihayetinde ben tasarlıyorum bunları. Ama yazım sürecinde de yazmaya başlarken de belli bir bağımsızlık, belli bir özerklik kazanmış oluyorlar. Öyle olmasa hikâye, olay örgüsü yürümez. Ben bir noktadan sonra çok fazla kişiliklerine müdahale etmiyorum. Tam tersine “Sarp Kaya bunu sordu, benim düşündüğüm tarzdaki komiser buna ne cevap verir”, “ben ne cevap veririm” değil. Ben yazarken onlara bakıyorum, onları seyrediyorum… Onlara bu fırsatı tanıyorum.

 

-Bir yazarsınız ve bir yazarı katil yaptınız. Yazarken otokontrol oldu mu? Ya da refleks mi bu?

Evet, refleks gibi... Başladığınızda asla ve asla yazdığınız şeye adaletsiz davranamıyorsunuz. İkincisi kahramanlara adaletsiz davranamıyorsunuz. Onun dışında kendinizi çok da fazla düşünmüyorsunuz. Eğer yazar şefkati diye bir şey varsa ki ben buna inanıyorum, yazarken, çok fazla sevgiyle yaklaşamayacağınız insanlara bile belli bir şefkatle yaklaşıyorsunuz. Bu gerçeklik adına sahip olduğunuz bir şey. Bu yüzden de o şefkat o kadar önemli bir şey ki, bir ananın çocuğunu kurtarmak için kendini arabanın önüne atması gibi bir şefkat oluşuyor ve benim için ne düşünürler, ne derler, demiyorsunuz, evet refleks.

 

-Yazarlıktan bahsetmişken, gündeme gelirsek, romanda bir yazar var cinayetten hapishanede ama bugün de birçok yazar politik meselelerden dolayı içeride… Nasıl yorumluyorsunuz?

Bir kere çok hazin bir durum… Hazin olmasının nedeni şu: Ben 50 yaşındayım bunun 30-35 yıllını çok net içinde de olarak bunları yaşadım. 21. yüzyılda halen yazarların, gazetecilerin, bu kadar yoğun bir biçimde hapsediliyor, tutuklanıyor, sorgulanıyor olması çok vahim... Biz içinde yaşayanlar için çok büyük bir sorun. Hala bugün yönetimlere, iktidarlara baktığımız zaman, biz ne kadar alttan almışız ki bazı şeyleri, bunlara cesaret ediyorlar.

 

İkincisi aslında bu yoğun tutuklamaların nedeni de bütün dünyada olduğu gibi, baskı rejimlerinin, bu rejimi tesis edip kurumsallaştırırken izledikleri yöntem. Toplumu elden geldiğince aptallaştırmak, bunun için de ne yapıyor, bu ülkenin yazarlarını, aydınlarını, bilim insanlarını, korkutabildiğini korkutuyor, bağlayabildiğini bağlıyor, hapse atabildiğini atıyor…

 

-Öte yandan da devam eden bir mücadele olduğunu düşünüyor musunuz?

Kızıyoruz ediyoruz ama Türkiye aydın kesimi de o kadar hafife alınır bir mücadele vermedi, hala o mücadele var…

 

Evet, yazarlar için vahim bir durum ama asıl vahim durum bence yazarları hapse atanlar, tutuklayanlardır. Çünkü ne tarih affediyor bunu, ne de kendilerine bir başkası onlar kadar kötülük yapmış olamaz. O kadar kötü bir şey yapıyorlar ki, insansın ve insan olarak insanın en önemli düşünsel etkinliğini yasaklıyorsun. Tarih bunları affetmez, affetmeyecek.

 

Bu karanlık bir süreç. Baskı ve sansürle ayakta kalabileceğini sanmıyorum herhangi bir gücün. Sanıyorum onlar da bunu anlayacaklar, ya onlar bundan vazgeçecek ya da bazı şeyler değişecek. Bu şekilde gidemez ama…

 

-Çok umutlusunuz…

Umutluyum çünkü bütün dünyada örnekleri var. Bu tür durumlar 30 yıl falan sürmüyor. Çok daha güçlüleri, destek alanları 7-8 yıldır. Dünya tarihi bunu gösteriyor. 30 yıl sürmüş rejimler, falan da var ama gevşeye gevşeye…

 

-İktidarın söylemlerine bakarsak oradan umudu çıkartmak güç…

Ben Başbakan’ın söylemlerinden umut görmüyorum. Ben umudu, her şeye rağmen Türkiye’deki muhalefetten damıtıyorum. Bir tarafta Kürt muhalefeti var, bir tarafta sosyalist muhalefet var, öyle ya da böyle meclis içinde muhalefeti var, aydını var, sanatçısı var… Zaten olmazsa vahim durum, çünkü Türkiye 12 Eylül’de solun solsuz bırakılmasıyla korkunç dejenere olmuş bir toplumken iyice darmadağın olur.

 

-Muhalefet dediğimiz kesimlere de baskı uygulanıyor, öğrencilere parasız eğitim istediler diye 20 yılı aşkın hapis istendi, yumurtaya 11 yıl verildi… Bir yandan korku kültürü mü yaratılıyor?

Korku bir noktaya kadardır. Korku eşiği denilen bir şey var; Kürtlere baktığımız zaman bu korku eşiğini aşmış durumdalar. Çok fazla baskı göre göre aştılar. İnsanları korkuturken korkuya da alıştırıyorsun, bir yanıyla korkmamayı da öğretiyorsun. Bu korku yeniliyor, bireysel ya da örgütsel. Diğer taraftan da asıl onlar korkuyor. Yanlış yaptıklarının farkındalar, çok korktukları için bunu yapıyorlar. Maalesef eski mağdur edilmişliklerinden kaynaklı bir şeyle hep bir gard halindeler, oradaki korku o. O korku akıl dışı şeylere neden oluyor.

 

-Onların korkusu iktidar ve güçlerinin altında görünmüyor. Bu iktidar ve güç olmayı nasıl yorumluyorsunuz?

İktidar ve güç en büyük diktatörlerde bile tek bir kişide olmaz. Öyle görünür. Öyle şematik bir iktidar yok. Evet, onların şu anda yürütme, yasama, yargı ellerinde olabilir ama Türkiye bu değil.

 

Orhan Pamuk da bir iktidar, güç, öğrenciler de iktidar… Öyle olsaydı, iktidarı ele geçiren istediğini yapıyor olsaydı, ne diktatörlükler, ne devletler, hiçbir iktidar yıkılmazdı. Ayrıca da çok büyük bir güce sahip olduğunuz zaman, gerçekten de güçlüyseniz zaten bu kadar akıl dışı şey yapmazsınız… KCK falan akıl dışı bunlar, toplamakla bitmez ki… 6000 insan tutukluyorsun, milyonlarca bu insanlar, ne yapacaksın? Diğer taraftan akıl dışılığı burada, o insanları hapse attıkça daha güçlü çıkıyorlar.

 

O yüzden de korku sadece muhaliflerde değil iktidarda da var. Neyin korkusu bu, ufak bir muhalefette yerlerinin sarsıldığını hissediyorlar. Yoksa ülkede çok büyük bir kaos olur, iktidarını uygularsın, ama böyle bir şey de yok, iki kişinin kalkıp slogan atması bile çok büyük bir korkuya yol açıyor…

 

-1984-87 yılları arasında cezaevindeydiniz… O döneme ilişkin bizimle bir anınızı paylaşır mısınız?

İki anım var… Biri ‘Evsiz Ülke Hikâyeleri’ diye hikayem var, onu cezaevindeyken dosya kağıtlarına yazardım, arama olduğu zaman onları atarlardı, ben onları yeniden yazardım. Dış müdahaleyle çok şekil değiştiren hikâyeler olmuştu. 

 

Bir de, Almanya’da 68 döneminde çok çok önemli olmuş olan, ünlü Alman şair yazar Hans Magnus Enzensberger’in çıkardığı bir dergi vardı, adı “Kurs”.

 

“Kurs” yol, yön, rota anlamında. Solun, sosyalist toplumun bir sorununu her ay ele alıyor ve soruna ilişkin yazılar oluyordu… Avusturya’dan annemden derginin tamamını, iki ciltlik, istedim… İncecik bir kâğıda basmışlar; 68’den 80’li yıllara kadar çıkmış olan tüm sayıları toplamışlardı. O kitaplar içeri girdi, “dil kursu kitabı” sanıp bana verdiler. Ben de cezaevinde çevirip diğer havalandırmalara dağıtırdım. Çok ilginçti, üzerinde “kurs” yazdığı için kurs kitabı sanmışlardı…