OHAL sürecinde ihraç edilen 330’u akademisyen 4 bin 464 memur arasında Türkiye’nin sayılı orkestra şeflerinden İbrahim Yazıcı da yer alıyordu.

Kültür ve Turizm Bakanlığı kadrosundan çıkarılan İbrahim Yazıcı, İzmir Devlet Opera ve Balesi Orkestra Şefliği’nin yanı sıra Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi Sanat Direktörlüğü ile İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun sanat danışmanlığını da yürütüyordu.

Ulusal ve uluslararası alanda birçok başarıya imza atmış, Türkiye’nin sayılı orkestra şeflerinden İbrahim Yazıcı, pasaportuna el konulduğu için yurtdışı konserlerine de katılamıyor. Tüm engellemelere rağmen üretmeye ve umut etmeye devam eden Yazıcı’nın en büyük şikayeti ise en verimli olabileceği dönemde daha az katkı sunuyor olmak.

Yazıcı’yla ihracı sonrasında yaşadıklarını ve Türkiye’nin kasvetli sanat gündemini Susma24’ten Onur Yıldırım ile konuştu:

Şubat 2017’de ihraç edildiniz, üzerinden 1,5 yıl geçmiş. O günden bugüne neler yaşadınız, bu süreç nasıl geçti?

Çok çalışarak geçti… Devletteki görevimden dolayı zaman bulamadığım, ertelediğim, göz ardı ettiğim kimi uğraşlarla ilgilenme şansım oldu. Beste yapmaya daha fazla zaman ayırmaya başladım. Şeflik azaldığı için piyano öne çıktı. İnsan bir şekilde hayatını sürdürüyor. Sonuç itibariyle öğretmen ya da doktor değilim ki işimi yapmak için lisansa ihtiyacım olsun. Ama işimin en önemli parçası olan pasaportuma el konulduğu için yurtdışındaki konserlerimi yapamıyorum. Sağ olsunlar, pasaportsuz şef olarak yurtdışında daha çok reklamımı yapmış oldular, bunun için teşekkür ediyorum.

İhraç edildikten sonra çalışma arkadaşlarınızdan ve sanat çevresinden destek görebildiniz mi, bir dayanışma gösterildi mi?

Şunu gördüm; gerçekten arkadaşım olan, destek olan çok insan varmış. Bu olaydan iki üç gün sonra İstanbul’da konserim vardı, daha önce hiç öyle bir alkışla karşılaşmamıştım. Arkasından İzmir’de bir konserim vardı. İzmir’de de bitmek bilmedi alkış. Sağ olsunlar bunlar çok güzel şeyler. Tabii birtakım insanlar da hayatımdan direkt çıktı. O da güzel aslında… Demek ki gerçekten arkadaşım değillermiş.

Sanat camiası içinde devlete bağlı olanlar çok korktular. “Senin yanındayız” deyip telefonunu açmaya çekinen insanlar oldu. Ben olayı büyütmedim zaten. O kadar komik ki “Sakin olun, dünyada ilk kez benim başıma gelmedi. Türkiye’de de ilk değilim, son da olmayacağım” diyerek ben arkadaşlarımı teskin ettim.

Bir orkestra şefisiniz, müzik insanısınız, sizi gerçekten neden ihraç ettiklerine dair bir fikriniz var mı?

Birilerinin şikâyetiyle atıldığımı biliyorum. İhraç edilmeden önceki hafta Kültür Bakanlığı’ndan bir müfettiş gelip beni sorgulamıştı. Bazı sanatçı ve çalışanları çağırıp hakkımda sorular sordular. Birilerinin asılsız ihbarda bulunduğu kesin. Yoksa devlette çalışan milyonlarca insan var, hangi birimizi takip edebilirler ki? O kadar çok asılsız ihbar var ki, sizden hoşlanmayan birisi ihbar ediyor sizi ve bir bakmışsınız KHK ile ihraç edilmişsiniz.

Benden neden hoşlanmaz insan? Çok çalışkan birisiyim ve işini yapmadan parasını alan insanlara karşı gerçekten alerjim var. Herkes de bunu bilir. Arkamdan “Aman ne kadar da çok çalıştırıyordu, iyi oldu” diye sevinen pek çok insan biliyorum. Benim üzüldüğüm tek şey, bu memleket gerçekten bizleri yetiştirdi, mesleğimde olgunluk dönemine gelecek kadar tecrübe edindim, en verimli olacağım zamanda devletten uzaklaştırılmış oldum. Ülkemin kültür lezzetini dünyanın çeşitli yerlerine taşırken repertuvarımda yer alan pek çok Türk eserini yönettim. İçinde Türk eseri olmadan yaptığım konser sayısı çok çok azdır. Hem kendimi hem de diğer bestecilerimizi temsilen kültürümüzü taşıdım. İnsanların gözünü kör eden hırs ve kin perdesinin bir gün açılacağını umuyorum.

Türkiye’de sansür uygulamaları her dönemde, her iktidarda söz konusu. Fakat bugün yaşananlar ifade özgürlüğü ihlalinden de öte keyfi dayatmalarla dolu. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz son dönemde olan bitenleri?

Her dönemde aşırı bir kontrol vardı. Mesela operalarda eskiden beri tek adam rejimi vardı. Dünya operalarına baktığınız zaman her şehrin operası özerktir. Bir biçimde repertuvarını kendisi belirler, sahneye kimin çıkacağını belirler. Bizde öyle değil. Ankara’da bir genel müdür oturuyor, genel müdürlük “Şu eserler oynanacak” diyor oynanıyor, “Şu eserler oynanmayacak” diyor, oynanmıyor. Ankara’da yaşarken İzmir’in, Antalya’nın, İstanbul’un dinamiğini nereden bileceksiniz. Şehirlere müdür atamışsınız, o müdüre neden hareket şansı tanımıyorsunuz? Bu, devletin her kademesinde böyle. Biz klasik müzik yapıyoruz, en medeni sanatı yapıyoruz, bizde de böyle. Şu anda yetki bir kişide toplandığı için Cumhurbaşkanı da herkesi kendi kontrolü altına alıyor.

Sanatın üzerindeki kontrol eskiden de vardı, şimdi de var, bundan sonra Başbakanlık değil de, Cumhurbaşkanlığı kontrol edecek. Kültür sanat alanında öyle komik şeyler oluyor ki, 30 yıl önce yazılmış bir eser, kelimesi dahi değişmeden oynanmasına rağmen bunlar hükümete hakaret ediyorlar diye şikâyette bulunuluyor. Oysa eserin yazıldığı dönemde AKP yoktu. Tarih tekerrürden ibaret; bunu görebilseler, hep beraber ilerleyebileceğiz.

Bunun bir sebebi de eleştiri kültürünün olmaması. İnsanların eleştiriye tahammülü olması lazım. Nasıl ki iltifatı kabul ediyoruz, eleştiriyi de kabul etmeliyiz. Aynı zamanda insanın eleştirilmesi kötü bir şey değil, insanın daha iyisini yapabilmesinin önünü açabilir. Benim mesleki olarak yaptığım şey, yöneticilik. Sadece sen harika bir şefsin diyenlere değil, eleştirilere de kulağımı açarsam daha iyisini yapabilme fırsatım olur. Eleştiri olumlu-olumsuz çok çok önemli. Şunun altını çizmek istiyorum; demokrasinin ilerleyebilmesi için iktidar kadar, muhalefetin de çok ciddi bir görevi, sorumluluğu var. Muhalefet etmenin yolları vardır. Bu, yaygarayı basıp “Yaptığınız yanlış” diyerek olmaz. Düzgün ve yapıcı olmalı. Sonuç itibariyle ülkemiz bir gemiye benziyorsa bu gemide hep beraber gidiyoruz, bir gün batarsa hep beraber batarız. Neden açık denizlere çok daha rahat gitmeyelim… İki tarafın da bunu öğrenmesi, öğrenebilmek için de birbirini dinlemeyi bilmesi lazım. Bence ülke olarak en zayıf olduğumuz konu birbirimizi dinleme.

İktidar bu baskı uygulamalarını muhafazakâr sanata alan açmak için kullanıyor olabilir mi?

Sanat zorla yapılacak bir şey değil. Türk müziği, çok renkli müziktir. Zaten Anadolu’dayız renksiz olma ihtimali yok. Klasik Türk müziği, halk müziği, çok renkli… Klasik Türk musikisinin temelleri Bizans müziğine dayanıyor. Bizans’a da İran’dan geliyor. Türkiye’de Mozart çalınmasa, Beethoven çalınmasa bu müzikler yok olmaz ama Itri, Dede Efendi layık olduğu şekilde icra edilmezse gerçekten dünya üzerinden silinir. Çocukluğumda Türkiye’nin ulusal radyosunda klasik Türk musikisinin en iyi icralarını dinlerdik. Bir tek kelime yanlış telaffuz edildiğinde denetimden geçemezdi o zamanlar. Şimdi, TRT’de korkunç bir şekilde söyleniyor klasik Türk musikisi eserleri. Klasik Türk müziğinin daha da korunmaya ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Bu da muhafazakârlıkla olacak bir şey değil.

Yıllarca klasik Batı ve klasik Doğu dünyası birbirinden çok uzak durmuş. Bizim kuşağımızsa bunların büyük bir zenginlik olduğunun farkında. Turgay Erdener, Fazıl Say gibi benim de çok sevdiğim besteciler bu iki dünyayı eserlerinde bir araya getiriyor. Bu sayede kendi lezzetlerimizi herkesin anlayacağı bir lisana dönüştürerek dünyaya sunuyorlar. Kendi sanatımızı yüceltmek, ülkenin yetiştirdiği değerleri yasaklayarak, sansürleyerek olmaz.

Bazı eserlerin çalınmasından hoşlanmıyorlar, bazı bestecilerin eserlerini kaldırın diyorlar. Hoşlarına gitmeyen bazı konulardan bahseden eserleri çıkartıyorlar. Fazıl Say’ın eserlerinin devlet orkestraları tarafından çalınmaması çok saçma geliyor bana.

En üzüldüğüm şey, terör örgütleriyle ilişkili olduğumun iddia edilmesi. Benim müzikten başka bir şeyle ilişkim yok. Bunu benim gibi, Fazıl Say gibi kullanabilecekleri insanları uzaklaştırmış oldukları için söylüyorum. Devletin, alanında uluslararası yetkinliğe sahip kişileri itip kakmak yerine onlardan faydalanması gerekir. Ben yurtdışında bir sürü orkestrayla çalışmışım. Bir orkestranın nasıl daha işlevsel hale geleceğine ilişkin bir sürü rapor hazırlayıp sunabilir, yurt sathına nasıl yayabileceğimizi raporlayabilir, projeler önerebilirdim.

Üzüldüğüm şeylerden bir diğeri de İzmir’in orkestrasının İzmir’de, Ankara’nın orkestrasının Ankara’da konser veriyor olması. Memlekete sadece bu orkestraların olduğu şehirde yaşayan insanlar vergi vermiyor, hepimiz veriyoruz. Bu orkestralarla 81 kente ya da köylere niye gidemiyoruz?

Özetle iktidar, muhafazakâr sanat yaratmak yerine, elindeki mevcut kadroları koruyarak daha güçlü bir sanat alanı yaratabilir. Öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki; Trakya’sından Doğu’suna, Karadeniz’inden Akdeniz’ine farklı dillerin, lehçelerin konuşulduğu, farklı kültür ve mutfakların olduğu büyük bir zenginlik var. Tek renk dayatmak yerine farklı renklerin varlığıyla zenginleşsek ne kadar harika olur.

“İDİL BİRET GİBİ ÖNEMLİ SANATÇILARDAN ÇOK DAHA FAZLA ŞEY BEKLİYORUM”

Sansürle mücadele etmek, sansüre karşı bir araya gelmek konusunda neler yapılabilir sizce? Bu anlamda zayıflıklarımız neler?

Sanatçı dediğimiz kişi yaratan kişidir, yaratıcıdır, yepyeni bir nefes getirmiş kişidir. Mesela İdil Biret, piyano ekolü dendiğinde akla gelecek ilk isimdir. Albümleri dünyada milyondan fazla satmış, 74 yaşına kadar 110 albüm yapmış büyük bir sanatçıdır. KHK ile atılmamın üzerinden üç hafta geçtiğinde kendisinden yardım amaçlı bir referans yazmasını istemiştim. Atıldığımdan haberi yoktu, kendisine durumu anlatınca; “İbrahim Yazıcı gibi sanatında bu derece derinleşmiş bir insanın zaten başka bir şeye vakti olabileceğine inanmıyorum, böyle bir şeyin kıyısından dahi geçmez” gibi çok güzel bir referans yazdı. Eksik olmasın hakkını asla yiyemem ama İdil Biret’in böyle durumlarda daha önde durması gerekir diye düşünüyorum.

Öte yandan Fazıl Say ses çıkardığında herkes ona “Otur piyanonu çal, İdil Biret ne kadar büyük bir piyanist böyle bir şey yapmasa da adı duyuluyor” dedi. Oysa Fazıl Say bunu adı duyulsun diye yapmadı ki, canı acıdığı için yaptı. Yanlış anlaşılmasın bu sözlerimle İdil Biret’le Fazıl Say’ı yarıştırıyor değilim. İkisi bambaşka jenerasyonun insanları, bambaşka şartlarda büyümüş insanlar. Ama ben bu tür koşullarda İdil Biret gibi önemli sanatçılardan çok daha fazla şey bekliyorum.

Mücadelenin de değişik yolları olabilir. Direkt bir şey söylemek zorunda değilsiniz. Hiciv diye bir şey var, yumuşak bir şekilde olanları hicvedebilirsiniz. Bir örnek vereyim; Sovyetlerin hem sevilmeyen hem de en büyük bestecilerinden Şostakoviç, birkaç kez Sibirya’ya sürgüne gönderilmenin kıyısından dönüyor. 8. Senfoni’yi besteledikten sonra Stalin onu huzurun çağırıyor ve “Tarihteki bütün besteciler; Beethoven, Schubert, Mahler, Bruckner en büyük eserlerini 9. Senfoni ile verdiler. Senin besteleyeceğin 9. Senfoni de bu sistemi yücelten bir eser olsun, sana sipariş veriyoruz” diyor. Şostakoviç’in senfonileri genellikle 50-60 dakikalık, ağır eserlerdir. Şostakoviç bu sipariş üzerine 23 dakikalık, çok hareketli, hicveden bir beste yapıyor. Stalin o dönem ölüyor, Şostakoviç’se 15. Senfoni besteliyor… Bir olaya karşı durmak istiyorsanız bas bas bağırmanıza gerek yok. Sesinizi bir defa olsun duyurun ya da tatlı bir şekilde nükte yapın yeter.

Kültür sanat alanının son yıllarda çok daraldığı aşikâr. Etkinlikler iptal ediliyor, salonlar kapanıyor, oyunlar yasaklanıyor… Peki bu durumdan toplum nasıl etkileniyor, neler gözlemliyorsunuz bu anlamda?

Bir orkestra ya da opera kapandığı zaman çalışanları bir şekilde yaşamlarına devam eder ama esas mağdur olan onu izlemek isteyen toplumdur.

Winston Churchill’in meşhur bir sözü vardır; 2. Dünya Savaşı sürecinde yaşanan ekonomik darboğazda, bir milletvekili “Sanattan kısalım” deyince Churchill’in yanıtı, “O zaman ne için savaşıyoruz ki biz?” oluyor.

Kültürleri geliştirmek, yaşatmak, büyütmek gerekiyor… Çünkü sanat, insanı insan yapar.

Tüm bu yaşananlar sizce sanat üretimine nasıl yansıyor, geleceği nasıl görüyorsunuz?

Üretmek isteyen her şekilde, her koşulda üretir. Bahane üreten insan da her şeyden uzak durabilir. Bizde bahane bulmak çok kolay. Oysa bu karanlık günlerden daha fazla sanat üreterek çıkabiliriz. Sanat sadece mutlu günlerde yapılacak bir şey değil ki! Mutlu gün işi çalgıcılık, vur patlasın çal oynasıncılık… Resimle, müzikle, edebiyatla bugüne dair anlatılacak o kadar çok şey var ki. Sanat hataları görebilmek, yüzleşebilmek için büyük bir fırsat. Bu yüzden geleceğe her zaman olumlu bakıyorum.