Radikal gazetesi yazarı ve Ortadoğu uzmanı Fehim Taştekin, AKP'nin "çözüm süreci"ndeki yaklaşımını, Lice’den Rojava’ya yürütülen baskı politikalarını ve giderek tüm Ortadoğu halklarını tehdit eder bir hal alan IŞİD saldırılarını Fırat Haber Ajansı'ndan (ANF) Zeynep Kuray'a değerlendirdi.

"Çözüm sürecinde müzakere eden değil bahşeden devlet anlayışını sürdüren AKP yönetiminin değişim baskısı karşısında histerik refleksler verdiğini" söyleyen Taştekin, “Kale ya da kalekol, adına ne denirse densin, bu tür güvenlik önlemleri barışa değil savaşa hazırlanan bir devletin yapacağı iştir” dedi. Taştekin, "Hükümet bir taraftan seçim öncesi barış sürecinin canlı olduğunu göstermek için Diyarbakır’da çalıştay düzenleyip yeni bir yol haritasından bahsederek Kürt seçmene oynuyor, diğer taraftan şiddetin diliyle konuşarak sağcı ve milliyetçi kesimi kendine çekmeye çalışıyor," diye ekledi.

İşte o röportaj:

-Bir yandan çözüm sürecinden söz edilirken ve ikinci aşamaya geçileceği belirtilirken, diğer yandan Kürdistan’da kalekollar inşa ediliyor. Bu durum nasıl okunmalı?

Önce Erdoğan’ın barıştan ne anladığını çözmemiz gerekiyor. Hükümet Kürt sorununu Kürtlerin algıladığından farklı tanımlayıp, çözümünü de kendi zihnindeki parametrelere göre kurguluyor. Kolayca ‘Kürt sorununu çözdük PKK sorunu kaldı’ söylemine kaçmalarının nedeni de bu. Müzakere eden değil bahşeden devlet anlayışını sürdüren AKP yönetimi değişim baskısı karşısında histerik refleksler veriyor. İşin özüne girmeden yapılan birkaç reforma karşılık Kürtlerin ‘veren el’e müteşekkir olması ve daha ciddi taleplerini unutmaları bekleniyor. Eğer Kürtler minnettarlık duymuyorsa nankör muamelesi görüyor. İtiraz edene, karşı çıkana, reddedene had bildiren tipik bir refleks. Başbakan da diliyle, eliyle, kamu gücüyle had bildirmekten hoşlanıyor. Bu tarz siyaset barış adına yola çıkılan süreci de bunalıma sokuyor. Kale ya da kalekol, adına ne denirse densin bu tür güvenlik önlemleri barışa değil savaşa hazırlanan bir devletin yapacağı iştir. Bu, barış yaptığın tarafa açıkça ‘Sana güvenmiyorum’ demektir. Kaldı ki pekin olmayan tarafı tarif etmeye de gerek yok! Ne yazık ki iki yıldır çatışmasızlık hali tek taraflı irade ile sürüyor. Başbakanın muhataplarına karşı diliyle uyguladığı şiddet Lice’de olduğu gibi fiili şiddete ve saldırganlığa dönüşebiliyor. Artan saldırganlığın kuşkusuz yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimleriyle de ilgisi var.

Hükümet bir taraftan seçim öncesi barış sürecinin canlı olduğunu göstermek için Diyarbakır’da çalıştay düzenleyip yeni bir yol haritasından bahsederek Kürt seçmene oynuyor, diğer taraftan şiddetin diliyle konuşarak sağcı ve milliyetçi kesimi kendine çekmeye çalışıyor. Ama bu tehlikeli ve riskli bir hesap. Tabii hesaba katmamız gereken başka bir şey de devlet içinde sürece karşı çıkanların direnci. Bazı sabote edici girişimler olabilir. Ama önemli olan Kürtlerin sabrı kadar hükümetin de sürecin kontrolden çıkmasını önleyecek bir duyarlılık sergilemesidir; eğer çözümde samimiyse, eğer bu provokasyonda benim parmağım yok diyorsa… Burada ciddi bir sorun var.

ROJAVA’DA APARTHEİD REJİMİ DEVREYE SOKULDU

-Rojava devrimine karşı İŞİD kaynaklı katliamlar yapılırken, Güney’de Barzani tarafından hendekler, Türkiye sınırları içerisinde kalekollar inşa ediliyor. Kürt hareketine karşı hem Güney’de, hem Batı’da hem de Kuzey’de eşzamanlı yapılan bu saldırılar sizce tesadüf mü?

Hükümet Rojava’da Kürtlerin kontrolü ele aldığı günden beri devletin inkarcı refleksiyle meseleye yaklaştı. Rojava’daki fiili durumun çözüm sürecinde PKK/KCK’nın elini güçlendireceğini düşündü. Bu nedenle hem Suriye’de savaşan silahlı grupları hem de Barzani yönetiminin etkisini kullandı. Sınırın 500 kilometrelik kısmında her türlü yasadışı geçişe izin verilirken Kürtlerin denetimindeki bölgede bir nevi ‘apartheid rejimi’ devreye sokuldu. Aynı şey Barzani’den de isteniyor. Güney Kürdistan’da kazılan hendekler, Türkiye sınırlarında örülen duvarlar, sınır kapılarının kapatılması, sınırdan geçen insanlara ateş açılarak öldürülmesi Rojava’nın Türkiye’deki süreci etkileyecek şekilde başarıya ulaşmasını önleme çabalarıdır. Bu nedenle gelişmelerin tesadüf olduğunu sanmıyorum. Tabii IŞİD’ın son dönemlerde Rojava’ya yönelik saldırıları farklı bir düzlemde değerlendirilmeli. Bu örgüt daha çok kendi gündemi ve kendi hedeflerine kitlenmiş durumda. Türkiye bu tür örgütlerle ilişkilerinde başlangıç noktasından farklı bir yere geldi, gelmek zorunda kaldı.

KENDİ ELLERİYLE YARATTIKLARI CANAVAR KONTROLDEN ÇIKTI

- Son olarak düne kadar Türkiye hükümetinin El-Kaide ‘ye bağlı çeteleri desteklediği çokça gündeme geldi. ABD Türkiye Büyükelçisi Ricciardone ise ABD tarafından IŞİD ve El-Nusra gibi çetelerin terör listesine alındığını belirtirken, Türkiye ile bu konuda İstanbul merkezli bir işbirliği içinde olacaklarını açıkladı. Bu Türkiye dış politikasında ne gibi değişikliklerin habercisi ve sonuçları ne olabilir?

Nusra Cephesi’nin Türkiye tarafından terör örgütü listesine alınması bir baskının sonucu. Suriye’de Kaide ve Kaidevari grupların saflarında savaşan binlerce Batılı savaşçı var. Artık Avrupalı ülkeler, Suriye’de düne kadar besledikleri fanatik dinci savaşçıların dönüp kendi evlerini de vurmasından korkuyor. Maalesef Türkiye, Afganistan’daki savaşta sıçrama tahtası ve lojistik alan olarak kullanılan Pakistan’ın durumuna düşürüldü. Kendi elleriyle yarattıkları bu canavar kontrolden çıktı. Şimdi fatura Türkiye’ye kesiliyor. Halbuki bu pislikte hepsi ortaktı. Türkiye kendisini de tehdit eder hale gelen Kaide olgusuna karşı Batı ile korelasyon yakalamak zorunda kalıyor ama bunu yaparken camekanlı evde oturan da kendisi. Uzun vadede Kaide ile mücadele Türkiye’yi farklı bir sürece çekebilir. Kaide olgusunun bu noktaya gelmesi bu ülkelerin Suriye politikasında dillendirilmeyen bir değişime yol açıyor. İnadı yüzünden müflis bir politikayı sürdüren Türkiye de yarın bir gün acı bir şekilde çark etmek zorunda kalacak. Nusra bu çarkın ciddi işaretlerinden biri.