Zenginleşen, toplumsal adalet taleplerine sırt çeviren, kendi elit sınıfını oluşturan İslam anlayışına getirdiği eleştirilerle tanınan İhsan Eliaçık, Gezi Parkı Direnişi boyunca polis şiddetinin hedefindeki isimlerden biriydi. Eliaçık, 1980’den bugüne devletle olan ilişkisini, devletin şiddet biçimlerindeki değişiklikleri ve daha önce diyalog zemini bulamamış farklı toplumsal kesimleri bir araya getiren Gezi Parkı Direnişi dinamiklerini Türkiye’den Şiddet Hikayeleri’ne anlattı.

Söyleşi: Doğu Eroğlu / www.siddethikayeleri.com

Şiddetle ve siyasetin farklı yüzleriyle tanışmanız 1980’de askeri cezaevine girmenizle oldu. Hangi sebepten ötürü tutuklandınız?

1980’de 18 yaşımdayken, Akıncı Gençler Derneği’nin bir spor kampındaydık. Ancak orada silahlı bir kamp yaptığımız sanılarak yakalandık. Herhangi bir hüküm giymedim ve ilk çıktığım mahkemede serbest bırakıldım ancak 1 yıl boyunca Mamak Askeri Cezaevi’nde tutuldum ve işkence gördüm. Bizlere zorla marşlar söylettiler; İstiklal Marşı’nın tüm kıtalarını, Gençliğe Hitabe’yi ezberlettiler. Kenan Evren tarafından Atatürk hakkında yazılmış bir kitaptan her gün ders yapmak zorundaydık. Sabahtan akşama kadar ellerinde coplarla eğitim veriyorlardı ve yaptığımız en küçük hatanın cezası dayaktı. Gece olduğundaysa gözlerimizi bağlayıp, “Bunu sen yaptın kabul et” biçimindeki telkinlerle ve zor kullanarak bazı suçları üzerimize yıkmak için işkence yaparlardı. Silahlı örgüt olduğumuz, tanımadığımız insanları öldürmeye hazırlık yaptığımız gibi konularda bizden ifadeler almaya, yapmadığımız şeyleri itiraf ettirmeye çalışırlardı. Kabul etmediğin zaman sürer dururdu işkence… O işkenceler sırasında başıma şu da geldi; yorulan asker yanındakine, “Ben bir namaz kılacağım, sen devam et” deyip giderdi. Namazını kılıp gelir, sonra yine işkenceye devam ederdi. Ezan okunduğunda ara verir, namazını kılar, öyle devam ederdi. Tek dertleri beyaz bir kâğıdı imzalatmaktı. İmzalamadıkça elektrik verirlerdi. Benim herhangi bir itirafım olmadı, sonunda da sıkıldılar ve beni bir daha işkenceye çağırmadılar.

İşkencecilerin ezanda durması, namaz için ara vermesi gibi durumlar sizi şaşırtıyor muydu?

Elbette! Benim kafama orada dank etti zaten. O zamana kadar, “Bir tarafta dindarlar var, diğer tarafta da dine inanmayanlar var” zannediyordum. Bu ayrımın yanlış olduğunu böylelikle görmüş oldum. Namaz kılanlar da birbirleriyle ters düşebilir, hatta birbirlerine karşı olabilirler. Gezi Parkı olayları da bunun örneğidir…

Mamak Askeri Cezaevi’nde de Diyarbakır’dakiyle özdeşleşen işkence biçimleri var mıydı?

Tabii. Bakıyorsun, torbaya koydukları ölmüş bir adamı yanından sürükleyerek götürüyorlar; taşıdıkları yerde torbadan sızan kanların izi kalıyor. Sonra ertesi gün gazetede, o torbada götürülen kişinin kendini Emniyet Müdürlüğü’nün beşinci katından aşağı attığına ilişkin bir haber okuyorsun. Bu insanlar gözlerimin önünde kayboldular; tutuklulardı, intihar ettikleri söylendi. Cezaevi ortamı çok zorluydu, işkence ve kötü muamelesiz gün geçmezdi ama benim için de çok farklı insanlarla tanışma fırsatı oldu. Sağ ve sol örgütten insanlarla birlikte kaldık; 70 kişilik koğuşta yalnızca iki İslamcıydık, 17’si ülkücü, geri kalanı ise sosyalist örgütlerdendi. Namaz kılarken ülkücülerle, namaz sonrasındaysa solcularla otururdum. Onlardan çok şey öğrendim. Cezaevine girene kadar hayatımda hiç solcu görmemiştim ama içeride kafamdakiler yıkıldı.

Cezaevine girmeden önce sol siyasete, solculara ilişkin algınız nasıldı?

Türkiye’de ortalama dindar, muhafazakâr kitleler günümüzde nasıl düşünüyorsa ben de öyle düşünüyordum. Ortaokul son sınıftayken Milli Türk Talebe Birliği’nde izlediğim ilk konferans komünizmin zararları üzerineydi. Adamın biri çıkıp, “Komünistler geliyor” diye konuşmaya başladı. “Peki, onlar gelirse ne olacak?” diye sorduğumuzda, “Bunlar dinsiz, imansız, camileri ahır yapacaklar, kadınlar orta malı olacak, Türkiye Moskova’nın eyaleti haline gelecek, malın mülkün hiçbir şeyin olmayacak, karının elinden ekmek yiyeceksin” cevabını verdi. Milli Türk Talebe Birliği, Ülkü Ocakları gibi yapılar Anadolu’yu dolaşarak bunları anlatıyor, komünizm karşıtı propaganda yapıyorlardı. Biz de bunlara inanıyorduk. Şimdi anlıyorum ki bunlar hep CIA ajanlarıymış ülkeyi dolaşıp milleti kışkırtmışlar.

Cezaevinde yaptığınız sohbetler ve fikir alışverişleri sizde nasıl bir etki yarattı?

Dışarıya çıktıktan sonra birlikte yattığım arkadaşlarımdan çoğunu epey bir zaman bulamadım. İhtilalin etkisiyle tüm örgütler dağılmıştı, ortada kimse kalmamıştı. Üç kişi bir araya gelse adına örgüt denmesi endişesi vardı. Ben de kendi mecramda devam ettim ve yıllarca eve kapanıp cezaevindeyken edindiğim yeni bilgiler hakkında okudum, düşüncelerimi bir tohum gibi kafamda olgunlaştırdım. Tekrar Kuran’ın tefsirini okudum ve İslam’ı hep sağcı, muhafazakâr, devletçi kanattan görmüşken artık, “İslam bu olamaz; adaleti, eşitliği, ezilenlerin hakkını kim savunuyorsa, onun yanında olması lazım” diye düşünmeye başladım. 1993’te üçüncü kitabım olan Devrimci İslam’ı bu düşüncelerle yazdım. Ama bunun karşılığını uzun zaman bulamadık; ifadelerimizin karşılığı ancak AK Parti iktidarıyla birlikte tam olarak ortaya çıktı.

Charles Darwin, evrim fikrini tam manasıyla kavramanın ilk şokunu atlattıktan sonra, düşüncelerini açıklaması halinde bilim camiası, Hristiyan âlemi ve toplumca aforoz edilmekten endişelenmeye başlamış. Bu sebeple, Türlerin Kökeni’ni yayınlaması da yıllar almış. Sizin benzer endişeleriniz oldu mu?

Kur’an okurken, zengin-yoksul meselesinin esaslı bir şekilde ve defalarca ele alındığını gördüm. Beni ikna eden Kur’an’ı tekrar tekrar okumak oldu. Ancak bu düşüncelerin ifade edilebileceği uygun ortam olmadığı için tepkilere, öfkeye sıra gelmedi. Müslümanların mala mülke, paraya kaydığını, birileri yoksullaşırken, zenginleşenlerin duyarsız kaldığını ispat edebilmek için doğru şartların oluşması lazımdı. Müslümanlardan birilerinin iktidar olup, zenginleşmesi gerekiyordu. AKP iktidara gelip bu gerçek ortaya çıktıktan, eleştirilerimiz onlara yöneldikten sonra her şey daha başka bir hal aldı.

Cezaevinde geçirdiğiniz zamandan bugüne, devlet şiddetindeki biçim değişikliklerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Devletin tutumunda öz itibarıyla bir değişiklik yok ancak görünüşte işler değişiyor. Örneğin polis teşkilatı eskisi gibi değil; şu anda işkence yapmak resmen yasak. Fakat koşullara göre dayak ve işkence için yan yollar bulunuyor. Bizim zamanımızda karakola giden dayak yemeden dönemezdi. Bu anlamda emniyet teşkilatı eskisine göre daha nazik denilebilir ama tamamen görünüşte. Yoksa kafası attığı zaman eski ceberrutluğunu sürdürüyor.

Eliaçık, polis müdahalelerinden biri sonrasında soluklanıyor…

28 Şubat döneminde yine Gezi Parkı sürecindeki gibi bir mücadele vardı; başörtüsü hakkı, İmam Hatipler, Kur’an kursları için sokaklarda, parklarda eylemler yapıyorduk. O zaman da gaz ve su sıkıyorlar, gözaltı yapıyorlardı. Aynı şimdiki gibiydi anlayacağınız. Bakıyorum da şimdi tek fark Twitter’mış gibi geliyor. Mücadele süreçleri birbirine o kadar benziyor ki, o dönemde de camiye ayakkabılarla girilmişti. Kayseri’de, camide sabah namazını kılıp dışarıya çıkmış, caminin önünde slogan atmaya başlamıştık. Polis gaza davranınca tekrar caminin içine kaçtık. Sonradan içeriyi temizledik ama o zaman da gazeteler, “Radikal İslamcılar ayakkabılarıyla camiye girdiler!” diye başlık atmışlardı. 28 Şubat’ta devletin farklı farklı şiddet biçimlerini gördüm ve çıktığım mahkeme sayısı 30’u buldu. O dönemde Kayseri’de hem gazetede yazı yazıyordum, hem de radyoda her sabah program yapıyordum. Yazılardaki ifadeler ve radyodaki konuşmalar “kışkırtma, halkı sokağa dökme, rektörlere hakaret etme, orduya karşı halkı soğutma, paşalara hakaret etme” gibi farklı farklı 30 davaya konu oldu. 1998’ten 2003’e dek bu davalarla uğraştım ve birçoğundan beraat ettim.

28 Şubat’tan bugüne devletle olan ilişkiniz değişti mi?

Hayır, benim iktidarla olan ilişkim hep aynıdır. Muhafazakârların iktidara gelişi mücadelemde hiçbir değişikliğe yol açmadı.

Gezi Parkı sürecine ne zaman dâhil oldunuz?

En başından beri oradayım. Zaten Taksim Dayanışması’yla, Emek Sineması’nın yıkılmaması için yapılan çalışmalardan beri ilişki halindeyiz. Taksim Platformu’nun da bir bileşeniyiz. Parka yıkım için girilip de insanlar iş makinelerine engel olmaya çalıştığında, oraya çağrılanlardan biri de bendim. 31 Mayıs sabahı yaşanan şafak baskınında da Taksim Meydanı’ndaydık. Bir anda polis basınca kimse ne olduğunu bile anlayamadı. Sırrı Süreyya Önder’le birlikte Taksim’e yakın bir yerde oturuyorduk. Birlikte olduğumuz gençler müdahaleyi tüm şiddetiyle yaşadılar. Zaten 1 Mayıs’taki polis şiddetini de yaşamıştık ve yine aynı muameleyle karşılaşınca şaşırmadık. O gün yaşanan şiddet herkesi şaşkınlığa uğrattı ama çok büyük bir halk hareketini de başlatmış oldu. Belli bir süre sonra bu iş artık inatlaşmaya, Tayyip Erdoğan’ın kişisel hırsına ve kinine dönüştü.

Türkiye’ye dönüşünden itibaren söylemlerinde hep bir “Başörtülü kardeşlerime vurdular, benim Müslüman kardeşlerim” gibi ifadelerle o alanı bir Müslümansızlaştırma çabası var. Özellikle Başbakan Erdoğan’ın konuşmalarında yer alan bu tip söylemleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yıllardır kullandıkları taktikleri ve söylemleri devam ettiriyorlar. Habervaktim.com gibi yayın organlarında yer alan, “Camide içki içtiler, grup seks bile yapmış olabilirler” gibi iddialar son derece iğrenç ifadeler. 70’li yıllarda CIA tarafından kullanılan mukaddesatçı gençlerinin söylemlerinden ne farkı var bunun? İşte aynı bu tip safsatalar yayılıyordu o günlerde de. Erdoğan, “Camiye ayakkabıyla girdiler, bira içtiler, başörtülülere saldırdılar, bayrağı yaktılar, alanda marjinal örgütler var” söylemleriyle, orada oluşumuzu sindiremediğini gösteriyor ve tipik bir muhafazakâr devlet adamı portresi çiziyor. Ama biz orada Miraç Kandili’ni kutladık, Cuma namazını kıldık ve ellerinden bu silahı almış olduk; iddiaları çöktü. Günlerce meydanda yer alan Antikapitalist Müslümanlar, başörtülü gençler Gezi Direnişi’nin parçalarıydılar.

Gezi Parkı’nda kılınan namazlardan biri…

Müslümanlar Gezi Parkı’na ve diğer kentlerdeki alanlara hangi hislerle gittiler?

Mevcut hükümeti eleştiriyorlar. Yıllardır süregelen Müslümanlık söylemlerinden bu sonuç çıkmamalıydı: Müslümanlık doğaya düşmanlık değildir, büyük sermayedarların uşaklığını yapmak değildir, her köşeye AVM dikmek değildir; eşitliktir, sosyal adalettir, doğa sevgisidir. Hiçbiri yok bunlarda.

Müslümanlık algınız zaman zaman Ariusçu Hristiyanlık’ta zikredilen öğretilere benzetiliyor. Gezi Parkı Direnişi boyunca Türkiye’nin pek çok kentinde farklı kitleleri bir arada tutan da, Arisçuluk’ta olduğu gibi, “yoksullukta eşitlik” veya “görülen zulümde ortaklık” gibi ortaklaşmalar mıydı?

Tüm toplumda biriken şeylerin patlaması, dikkate alınmamak, ayrıştırılmak, zulme uğramak bu birlikteliği sağladı. Şu anda sokakta olması yadırganan, öne çıkan üç yeni grup var: Birincisi, çArşı önderliğindeki taraftar grupları. İkincisi, Gezi Parkı’na giden, sokakta hakları için mücadele eden, daha önce “apolitik” diye tarif edilen, ilk defa meydanlara inen gençler. Üçüncüsü ise anti-kapitalist Müslüman gençler. Türkiye’nin geleceğindeki gençlik de böyle olacak; pek çok farklı kimliği olan bir toplum ortaya çıkacak. Asıl barış sürecini bizler Gezi Parkı’nda başlattık. Bir tarafta Abdullah Öcalan’ın, diğer bir tarafta Mustafa Kemal’in resimleri dalgalandı. Bir yanda “Mülk Allah’ındır” diye ayetler asılmıştı, diğer taraftaysa sevgililer el ele oturuyorlardı. Biri kenarda yoga yapıyordu, diğeri inşa ettiği mescitte namaz kılıyordu. İşte halk bu! Orası bir fuar gibi olmuştu. Bizim çadırımıza da o kadar çok insan merakla konuşmaya, bizlere sarılmaya geliyordu ki! Oradaki çeşitlilik bana hâlâ tuhaf geliyor; sosyalist, komünist, ateist, ulusalcı, Kürt, çevreci gençler… Hepsinin ortak özelliği dinle ilgilenmemiş olmalarıydı ancak biz dinin içinden onların alışık olmadığı, farklı bir ses yükselttiğimizde hepsi ilgiyle söylediklerimizi dinlediler.

Bu etkileşim bizi nereye götürecek?

Bu etkileşim gelişecek ve büyüyecek. Türkiye’deki İslami duyarlılık şu sıralarda yatak değiştiriyor. O eski köhnemiş, muhafazakâr, sağcı, devletçi, mukaddesatçı din anlayışı değişecek ve daha solda, daha doğayı sahiplenen, Alevi’nin, Kürt’ün, daha diptekinin tarafından akan bir anlayış oluşacak. İslam onlara, yani ezilenlere daha çok yakışıyor zaten. İktidarın can havliyle giriştiği tüm çabalar da, İslam algısındaki dönüşümü de içeren bu büyük bütünleşmeyi engellemeyi hedeflemekte.