Mustafa Güçlü / Demokrat Haber

Müzik yaşamını uzun yıllar Türkiye’de sürdürdükten sonra Hollanda’ya yerleşerek çalışmalarını orada devam ettiren Efkan Şeşen ile yeni şarkılarından oluşan “ID” (kimlik) adlı 15. müzik albümünü ve müzik serüvenini konuştuk…

MUSTAFA GÜÇLÜ: Okuyucularımıza kendinizi kalıplaşmış ifadeler dışında sizi en iyi şekilde yansıtacak sözcüklerle tanıtın desem neler söylersiniz?

EFKAN ŞEŞEN: Özgürlüğüne düşkün, üretici, doğal yaşamı ve sadeliği seven, doğru insanlarla paylaşıma açık, esprili ve yapılan haksızlığa da bir o kadar tahammülü olmayan, çekirdek ailesine çok bağlı bir insan, baba, eş bir müzisyenim diyebilirim.

MG: Beş yıldır yurt dışında yaşıyorsunuz. Bu bir zorunluluktan mı yoksa bilinçli tercihten mi kaynaklandı? Buna bağlı olarak farklı bir kültürde yaşamanın ve üretmenin zorlukları ya da kolaylıkları neler?

EŞ: Yurt dışında yaşama sebebim tabii ki zorunluluktan (oğlum için). Ama bana yarayan bir zorunluluğa dönüşmüş oldu, istemeden. Farklı bir kültürde yaşamak beraberinde farklı bir coğrafya, farklı bir dil zorunluluğunu da getiriyor. Bu beni öğrenme yönüyle biraz zorluyor ama başarma sonucuyla da çok mutlu ediyor. Yani kolaylık yok. Dünyanın neresine gidersek gidelim bahsettiğim başlıklar karşılar sizi oradaki gerçek hayata katılabilmeniz için. İşte yol ayırımı burada. Ya yaşadığınız yerin size yarayacak pozitif yeniliklerine açık olup bir yol alacaksınız ya da “eski” ile zaman geçirip yeni hayatı kendi zindanınız haline getireceksiniz. Ben tabii ki ilk yolda ilerleyenlerdenim. Bir yol aldığımı da düşünüyorum. Ama her defasında yeterli değil, daha ileri diyorum kendime.

MG: 1963 yılında İstanbul’da doğdunuz. Aslında Arhavili bir ailenin çocuğusunuz. Artvin’de doğmamakla birlikte bir parçası olduğunuz Karadeniz hem kültürel anlamda hem de doğal zenginlik anlamında görkemli bir coğrafyaya sahip. Bu destansı toprakların kişiliğinize ve müziğinize ne gibi yansımaları oldu?

EŞ: Annem ve babam genç yaşlarda İstanbul’a gelmişler. İstanbul’da doğmama karşın köken olarak Artvin/Arhaviliyim diyebilirim. Doğduğunuz yer veya kökeninizden ziyade hayata bakışınız önemlidir ama. Ki bu anlamda tamamen farklıyım bu coğrafyadan. Çünkü benim için doğa, her yerde korunması gereken bir gerçeklik. İnsanların, insan gibi eşit yaşamaları, dillerini, inançlarını, tercihlerini özgürce konuşup gerçekleştirebilmeleri konulu bakış, beni Karadenizli olmak kavramından uzaklaştırıyor. (Bu arada, doğaya ve kendi yaşam alanlarına sahip çıkmaya çalışan bir avuç cesur insanımızı tenzih ediyorum ve saygıyla selamlıyorum.) Yani daha geniş bir coğrafyadan bakıyorsunuz hayata. Sonuçta Karadenizli veya Artvinli olmak benim hamurumda büyük etkileri olmuş bir olgu değildir. Müziğimi tabii ki yer yer etkilemiştir. Aslında bunun en büyük sebebi de eşim Didar’ın oradaki doğaya olan aşkıdır. Ata topraklarına gitmemin tek sebebi o’dur. 1994 yılından bu yana akan hayatımızın bir kısmını büyük bir sevgi ve emek ile bu topraklarda yaşadık. Evimizi yaparken yaşadığım gerçekler, yöre geleneğindeki espri üslubunu da katarak yansıdı şarkılarıma. 2003 yılında çıkardığım; “Pek de Tanınmayan /Karadeniz” albümüm bu şarkılarımdan oluşur. Yaşadığım ve emek verdikçe sevdiğim bir toprağa olan saygımın müziğe yansımasıdır. Ama köyün ve farklı vadilerin insanlarıyla bir temas kurmasaydım; “Su ne etsun yanmişe” olmazdı. Ya da Trabzon’da Hamsiköy’den geçmeseydim. Emine Hala’nın ve güzelim insanların diyarı Amlakit yaylasına defalarca çıkmasaydım. “Oy Trabzon”, “Kotençur/bu gaybana sevdaluk” baladları yazılmayacaktı. Ben sırtına notalarını vurup dolaşan bir gezginim. Yolum doğası muhteşem Karadeniz’den de geçti ve hikâyeleri şarkılarıma aktı.

MG: Laz kültürüne özellikle diline ilişkin araştırmalar ve yayınlar son yıllarda oldukça arttı. Laz Enstitüsü, Laz Kültür Derneği vb. kuruluşların çalışmaları sonucu Lazca okullarda seçmeli ders olarak okutuluyor. Fakat seçmeli bir ders olarak bölgede bildik sebeplerle pek de rağbet görmedi. Sizin kendi anadilinizle tanışıklığınız nasıl oldu? Kazım Koyuncu ile başlayan dil ve kültür konusundaki farkındalık gelecekte dilin kaybolmaması ve geliştirilmesi için Laz sanatçılara ne gibi sorumluluklar yüklüyor?

EŞ: Ben köken olarak “Laz” olabilirim ama bir “Laz müzisyen” veya “Karadenizli bir müzisyen” olarak yerimi almadım. Dinleyicimin gözünde de öyle değilim zaten. Ben, öncesi devrimci bir müzisyen, sonrası da kazandırdığı değerlerden vazgeçmeden kendi ürettiği müziği ile ayakta durmaya çalışan duyarlı bir müzisyenim. Yaşadığım durumları hikâyeleştiriyorum. Bölge, siyaset, inanç üstü bir yerden sesleniyorum. O yüzden bu sorunuzu “Karadeniz” veya “Lazlık “üzerinden müzik yapan müzisyenlerin yanıtlaması daha doğru olur. Doyurucu yanıtları onlardan alabilirsiniz. Ama diyebilirim ki; sadece ilgili yerde değil, dünyanın neresinde yaşarsanız yaşayın, sonuçta, ana dilinizi konuşmanız, inançlarınızı, fikirlerinizi özgürce ifade etmeniz ve sömürülmemeniz çok önemlidir benim için.

MG: Dağların, vadilerin ruhundan süzülerek hırçın dalgaların hamsilerin kıpırtısını yansıtan tulum ve horon, Laz kültüründe önemli bir yer tutuyor. Buradan hareketle halk kültürü ve folkloru hakkında geçmişte yapmış olduğunuz çalışmalar var mı? Genelde aynı ezgiyle farklı farklı sözlerle söylenen bir anlamda ağıt olan destan (destani) geleneğinin sizin müziğinize bir etkisi oldu mu?

EŞ: Evet, önceki sorunuzda da yanıt vermeye çalıştım. O topraklarda yaşadığım ve emek verdiğim süreçten bu yana Laz kültürünün renklerini benim müziğimde de görürsünüz. Fark, yaşanmışlıklardır. Dikkat ederseniz neredeyse tamamı eser üretimi biçimiyle olmuştur bu. Çok sevdiğim Şavşat türküsü “Dağlarda kar sesi var” ve “Cilveloy” dışında bir türkü seslendirmedim. Oranın güncel yaşantısından çıkan yaşanmışlıkları taşıdım dinleyicime. Çoğu da benim o topraklarda yaşadığım hikâyelerim yani. Ama çarpıcı hikâyelerden yansıyan bu şarkıların, dinleyicisiyle tam buluşamadığını da biliyorum. Nedenleri benim dışımdadır. “Fırtına’ya Requiem”deki “…çakıl taşı yatağına” derken derenin dibinden koyduğum bir ses efekti, sadece bir efekt değildir benim için ve hala orada dinlenmeyi bekler. Müziğime zaman zaman şifreler koyarım, hoşuma gider bu. Zamanla bulunacak tabii koyduğum şifreler. Sorunuza dönersek araştırma, destanları dinleyici ile buluşturma gibi bir misyon edinmedim. Kendi ürettiğim müziği ulaştırmaya çalıştım. Ama ayrıca bu alanda müzik yapan bazı arkadaşlarımın misyon edinerek sundukları çok yönlü katkıyı da çok değerli buluyorum.

MG: 70’li yılların hızlı siyasallaşmasından siz de nasibini alanlardansınız.1980-1987 yılları arasında cezaevinde yattınız. Bir röportajınızda ,”17 yaşında cezaevine girdim” diyorsunuz. Genç yaşta tutsaklıkla tanışan biri olarak bu sürecin müzikal gelişiminize ne gibi katkıları oldu?

EŞ: Yıllarca süren hapishane koşulları… Aslında bu geçmişe gidişler, müziği öncelediği için iki cümle ile özetlesek de anlatım yarım kalmış gibi gelir bana her defasında. Çünkü onurunuzu ve siyasi kimliğinizi ve de insanlığınızı koruyup faşizmin işkenceye dayalı teslim alma politikasına karşı amansız bir mücadele içinde yaşanıyor müzik ile buluşma. Birçok yasağın yanı sıra radyo, TV, gazete ve enstrümanın elinizden alınıp verilmediği zamanlar. Benim müzisyenliğimin temelini bu koşullar oluşturur. Diğer havalandırmalar da duysun diye oktavından ve nefesim yettiğince volümlü çalardım ıslığı. Rezonans ile uyuşan yüzüme ve seğiren gözüme rağmen devam ederdim. Bazen bir özlem, bazen hüzünlerim rengine yansırdı. Adını bilmesem de çocuk yaşlarımda kulağıma yansıyıp birikmiş ne kadar güzel yeryüzü ezgisi varsa çalardım mektup akşamlarında. Islığım, Allı Turnam’dan Haçaturyan’a, El Condor Pasa’dan Rodrigo’nun Gitar Konçertosu’na diyarları dolaşırdı. Yıllar hızlı aktı. Müzik yolculuğum sonra Grup Yorum’un ilk yıllarıyla buluştu. Devrimci bir müzisyen olarak devam eden, üretime katkı sunduğum ve sesimle şarkılara hayat verdiğim yıllarım.

MG: Son albümünüz ID(Kimlik) 1 Mayıs’ta dinleyicilerle buluştu. Türkçe, Hollandaca, İngilizce, Kürtçe, Ermenice, Arapça, Zazaca, Pontosca ve Lazca olmak üzere 9 dilde söylediğiniz çok dilli bir çalışmayla karşımızdasınız. Günümüzde savaşlar, açlık, kıtlık, anti-demokratik uygulamalar yüzünden adeta yeni bir kavimler göçü gerçekleşiyor. Tanıklığını yaptığımız bu kitlesel hareketlilik toplumları kültürleri nasıl etkiler? Buna bağlı olarak albümünüze seçtiğiniz ismin “Kimlik” olmasının özel bir anlamı var mı?

EŞ: Dediğiniz gibi zorunluluktan kaynaklanan bu göçler, gelinen yeri de, orada önceden beri yaşayan insanı da direk etkileyen bir gerçeklik. Çok da pozitif olmayan, daha çok uyumsuzluk başta olmak üzere, açlık, hastalık, ayrımcılık, ırkçılık, ölüm ve yalnızlık ile sonuçlanan bir süreç. Sonrasıyla da, asıl yaşayanı tarafından dışlanmak, ayrımcılık ile devam eden ve devletler tarafından insani hak değil de daha çok çıkar için kullanılan bir konu olmaktan öte gidemeyen acılarla dolu bir durum bütünseli. Ve dünyada garip bir ırkçılık… Ben, biri bir başkasına kötü dedi, diye onu kötü ilan etmem mesela. İnsani normların bunu göstermesi gerekir. Ama halklar çok çabuk dolduruşa gelebiliyor maalesef. “ID” (kimlik), ön yargıları kırarak başkalarına düşmanlık yapmamayı hatırlatan, hoş görüye davet eden bir sorumluluk benim için. Dinleyicilerimde de bu algı olsun isterim. Ayrıca tamamının da sabırla dinlenilmesini beklerim. Sesen Muziek Youtube kanalımda Türkçe ve İngilizce çevirilerden yararlanılabilir, hikâyelerine de bakılabilir. (1)

MG: Yıllardır Karadeniz’de hayata geçirilen yıkım projeleri hız kesmeden çeşitlenerek sürüyor. Karadeniz, sahil yoluyla kıyısız ve taştan bir sahile mahkûm edildi. Geçtiğimiz yıllarda HES’ler, madencilik faaliyetleri, yanlış çay dikimi, yaylalardaki çarpık yapılaşma vb. nedenlerle tahribata yol açan çalışmaların sayısı arttı. Yine son günlerde İkizdere’de kendi yaşam alanlarını savunmak zorunda kalan köylülerin taş ocaklarına karşı bir mücadelesi var. Karadeniz’deki iktidar eliyle gerçekleştirilen doğa yıkımı ve İkizdere köylülerinin mücadelesi hakkında neler söylemek istersiniz?

EŞ: Doğa katliamları ve kıyımı birçok yerde gerçekleşirken, yalnızca kendi toprağınıza, kapınıza veya ailenize dayandığında harekete geçerseniz, bu davranış, gerçek sahiplenmeyi görememenizi de beraberinde getirir. Sorun genel ve sorumsuzluk da genel halk nezdinde... “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mantığı bir gün sırayı size de getiriyor. Bir sorun varsa top yekûn mücadele etmek gerekir. “Benden değil, benim gibi düşünmüyor, benim değil” diye bakmaya devam edersek sonumuzu hızlı getireceğiz. Doğaya ve yaşam alanlarına yönelik saldırı, sistematiktir. Öncesi ve sonrasıyla devamlılık taşıyor. Can havliyle parlayan direnişler onur ve haklılık ile başlıyor. Ama yeterince örgütlü olmadığı ve de desteklenmediği için süreç doğayı yok edenler lehine gelişiyor. Bir de bunun bireysel bencillik ve cahillik ile yapılan kısmı var ki ona da değinmeden geçemeyeceğim. Ürettiğiniz şeyler her bir yıl daha da değersiz hale geliyor ve zaten hak ettiği geliri alamıyorsunuz. Hak aramak değil de ne yapıyor bizim insanımız? Size bu koşulları dayatan yere hesabını sormadan gidip dağdaki ormanı keserek açılan yere çay ekiyor. Kaybettiği kazancını oradan denkleştirmeye çalışıyor. Oysa sizin üstünüzdeki büyük güçlere daha kötü bir kapı açmış oluyorsunuz. Kendiniz toprağınıza kıydıktan sonra, el alem haydi haydi kıyar. Yeni bir olay anlatayım size: konu yol. Benim köyümde bir alt komşum önünden geçen yola rağmen, evine 30 basamakla çıkmamak için benim toprağımdan yol geçirmeye çalışıyor. Tesadüfen öğreniyorum ve “ben izin aldım” diyerek kepçe dayamaya çalışıyor. Evinin kapısının önüne kadar arabası çıksın diye oradaki toprağı hoyratça hiç etmeyi gayet hak buluyor kendinde. Ben doğayı korumak istediğim için de beni tehdit etmekten tutun da, ana avrat dümdüz küfür etmeye kadar vardırıyor işi. Ne için? Kendi bencil düşüncesini gerçekleştirmek için. Oysa ben orada bir ağacı kesmeye kıyamadığım için evimi bir yıkıntının üzerine yapmaya çalıştım yıllarca. (2003-2018) İşte bu da insanların kendi coğrafyasına, köyüne, komşusuna, akrabasına, insanlığa yaptığı çirkinliktir.

MG: Ülkemizde benim de içinde bulunduğum bir grup sanatçı edebiyatta” ödül ve yarışmaları” sistemin sanata müdahale ve güdümleme aracı olarak gördüğü için karşı çıkıyor. Müzik alanında da düzenlenen pek çok ödül ve yarışma var. Popüler kültürün bir parçası olmayan sanatçılar bilinçli şekilde göz ardı ediliyor. Genel anlamda sanatta ödül ve yarışmalar hakkında neler düşünüyorsunuz?

EŞ: Ben de sanatta ödül hedefli yarışma gibi güdümleme ve müdahale araçlarına karşıyım. Ve sanatçının ödülü halk tarafından sahiplenilmektir. Ama bir açmaz var ki anlayabiliyorum. Sanatına devam etmek, daha önemlisi geçinebilmek için imkân veya hak ettiği desteği bulamayan çeşitli sanat disiplinlerinden yaratıcılar, bu tür platformlara ürünleri ile katılmayı bir fırsat olarak görüyor. Dediğim gibi bu büyük bir problemin sonucudur da. Ve tabi ki, sanatta performans esaslı şenlik, festival, gösteri altında bir araya geliş, güzel ve anlamlıdır. Toplumcu ve alternatif sanat üretiminde bulunanların dayanışma ve örgütlülüğü de bu noktada önemli. Sanat üreticisi geçinemezse ve motivasyonun ödül veya para olmadığı sanat organizasyonları gerçekleştirilip dayanışma büyütülemezse bu olumsuzluk bir kaygan zemin olarak her zaman var olacaktır.

MG: Şimdiye kadar çıkardığınız her albümün insani duyarlılıkları yansıtan, bizi bize imleyen tınıları ve kapsayıcı içerikleri var. Bazen kavgacı, en önde siperde yumruk yumruğa, bazen içe kapanık ve gecenin içindeki hüzünde umuda yol alan ezgilerle ilerliyor çalışmalarınız. Buradan hareketle sanatın toplumsal değişim ve dönüşümdeki rolü hakkında neler söylemek istersiniz?

EŞ: Sanat, zaten kendi farklı disiplinlerinin yaratıcılarının kendine özgü imgeleriyle var olan gerçekliğin yeni bir yorumla değiştirilerek yeniden yaratılışının ürünüdür. Yaratıcısı ve tüketicisi için zengin haz ve deneyimi barındırır kendi güzelliğiyle. Bunu yaşarız. Burada estetik var. İyi, kötü, çirkinin konu olduğu, coşku, haz ve heyecan veren, düşündürüp değiştiren, eğlendirip öğreten “güzellik” var. Güzellik bilimidir, estetik ve sanat! Facebook veya İnstagram ya da Twitter spotçuluğundan bahsetmiyoruz! Yani onu tanımlayıp somuta dökmek için kullanılan matbaa mürekkebi veya dijital müzik programıyla yakın ilişkisine rağmen bambaşka bir şeyden; sanattan bahsediyoruz. Ben eserlerimi üretirken bu hazzı ve keyfi yaşıyorum. Bu tutkunun yerini hiçbir şey tutamaz. Dünyanın olumlu yönde değiştirilebileceğini de vurgulayan sanat üretimi; hüzün, hasret, ayrılık, aşk, acı yanı sıra, başta umut, direnç, kolektivizm duyguları da yaratarak birçok bildiri, metin, söylevin de üstüne çıkar. Önce insan kalbine ve oradan zihnine ulaşır. Bizi insanlaştırır. Sanatsız büyük bir savaşı kazanamazsınız. Sizi insanlığınızdan çıkarmaya ve kafanızı bir süngere çevirmeye çalışanlara karşı verilen savaşta bence en etkili güçlerdendir sanat. Çünkü doğası gereği bir roman veya şiir ya da tablo, şarkı veya film, hemen beğeni koridorundan içeri alır sizi ve değişime tabi tutar ardı sıra ki eşsiz bir devrimcidir sanat. Ha, baskılanabilir, yasaklanabilir veya yalıtılabilir. Ama zamanın yıpratıcı özelliğine direnir ve sözde görkemli gözüken bir duvarın zamanla yıkılan duvar tuğlalarından ayrışarak doğal ışıltısıyla yaşamaya ve etkilemeye de devam eder.

Müzisyen olduğum için mutluyum. Çünkü benim kavgamı esaslı verdiğim en özgür alanım müzik. İçinden yeni yaratılar çıkardığım güzel dünyam. Bana şarkınızı yaratırken mi yoksa söylerken mi hangisinde en büyük hazzı alıyorsunuz diye sorarsanız? Diğerinin güzelliğini yabana atmadan yine de yaratırken derim. İşte, benim sanatım yaşanmışlıklarımdır derken sarmal ve iç içe geçmiş bir süreçten bahsetmiş oluyorum. “Vakitsiz”, “Bir de Ay Düşse” veya “Sızı”nın “Gün Ağarırken” gibi şarkılarımın oluşumları ve dinlenebilir hale gelmeleri; hikâyeleriyle, sözcüklere ve ezgilere dönüşen süreçleriyle bir bütündür. Acı, hüzün, hasret, aşk, kırılganlıklar ve kavga ürünleri ama hepsinde umudumu kaybetmeden, dinleyicime de aynı duyguyu yansıtarak yazdığım, seslendirdiğim şarkılarım.

MG: Oldukça üretken bir sanatçısınız. Evrensel bir üst kimliğe kapı aralayan yeni albümünüzden beklentileriniz neler? Gelecekte hayata geçirmek istediğiniz projeleriniz var mı?

EŞ: “ID” (kimlik) ‘den en büyük beklentim şarkıların ayırım yapılmadan dinlenmesi ve sonra beğenilmesi. Bir de tabii ki bu dillerdeki hikâyeleri, ortak bir çeviri dili olan İngilizce ile bütün dünyadaki duyarlı insanlara iletebilmek, anlatabilmek. Ana coğrafyamın temel sorunsallarına denk düşen hikâyelerden yansıyan şarkılarım farkındalık yaratsın isterim. Bu arada projelerim çok ama hayat kısa. Bu balansı bozmadan ömrümün yettiği kadar yeni müzikler yapmaya devam edeceğim. Gençler bazen bestelerini gönderiyorlar veya albüm yapmak istiyorlar benimle. Ben “ya gençler, benim kendimle yapacağım işlerim daha bitmedi bu yüzden bunları tamamlamak istiyorum” dediğimde hafif buruluyorlar ama 20 yaşında değilim ve bir başka sorumluluğu almak kendime bir çalışma yapmaktan daha zor bir şey. Böyle söyleyince düşünüyor ve hak veriyorlar tabii. Yapımcılık da yapan genç müzisyen kardeşlerim var. Biraz da onlara yönlendiriyorum.

MG: Son söz olarak neler eklemek istersiniz?

EŞ: Bütün insanlığa; bu hayatın yolcuları olduğumuzu, her şeyin kendimiz olmadığını ve hiçbir şeyi de öbür tarafa götüremeyeceğimizi unutmamalarını söylemek isterim. Hep birlikte olmak, hep birlikte paylaşmak, hep birlikte zorluklara karşı koymak, insanı insan yapar ve insanın kendisini insan gibi hissettirir. Emek vermekten, üretmekten, paylaşmaktan vazgeçilmemesini ve mümkünse saçma sapan insanların dolduruşuna gelmeyerek kendimiz olmayı canı gönülden dilerim.

Sevgiyle...

________________

(1) Albüme ulaşmak için:

 Sesen Muziekproductie

 YouTube channel of Sesen Muziek:

https://www.youtube.com/worldwhistler

 Album “ID” Spotify:

https://open.spotify.com/album/3oiC4xIGdZJgFqzOONKWXj?si=8O-0UkdvRq6c3SnB66x-LQ

Album “ID” YouTube:

https://youtube.com/playlist?list=PLri10xTXFGrXn1r0Bv5I_zeCkS_0qLGdV

Videoclip “Het Nieuwe Leven” (The New Life):

https://youtu.be/8ntdVS2gWvE