Müjgan Halis / diken.com.tr

Fotoğraflar: Hayati Kılıç

Medyadan uzaklaştırıldıktan sonra, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki akademik kariyerine devam eden Nuray Mert ile evinde bir araya geldik ve medyadan Kürt Sorunu’na, Cemaat’e kadar olan biteni konuştuk;

İNSANLAR AYYUKA ÇIKTIKTAN SONRA FARK ETTİ

Başbakanın size meydanlarda hakaret ettiği noktadan birkaç yıl içinde tapelerden anladığımız üzere, rejilere müdahale edilen bir aşamaya geldik. Nasıl yorumluyorsunuz?

Geldiğimiz yer çok kolay hazmedilecek bir yer değil, ama meydanlarda bana hakaret edildiği zaman da medya özgür değildi. Basın özgürlüğünün kısıtlanıyor olmasını insanlar artık ayyuka çıktıktan sonra fark ettiler.

Basın köşe yazarlarından ve ana medyadan ibaret değil. Üstelik bu iktidara gelene kadar basın özgür müydü diye bir sorunumuz var.

Basın her zaman böyleydi ama daha önce güç tek elde toplanmadığı, bir nevi tek parti iktidarına geçilmediği için fark edilmiyordu. Çünkü vesayet, Türk siyasal hareketinin başından itibaren bir gölge olarak hep var oldu.

"DEMOKRASİ BİR ŞEYE BEL BAĞLAYARAK ULAŞILABİLECEK BİR ŞEY DEĞİL"

Demokratikleşme konusunda neredeyse pek çok kesimin bel bağladığı bir hükümetten bahsediyoruz. Ama siz ‘tek parti iktidarı’ diyorsunuz. Buraya nasıl gelindi?

Onu bel bağlayanlara soracaksınız. Demokrasi bir şeye bel bağlayarak ulaşılabilecek bir şey değil. Bizdeki sorunlu alan burası.

Türkiye’de demokratikleşme öteden beri, sadece bizim mücadelesini yapmak durumunda olduğumuz bir şey değil, bir şekilde bize bahşedilecek, eşik atlanacak bir hedefmiş gibi gösteriliyor. Daha önce AB için de aynı şeyler yapılmıyor muydu?

Bana sorarsanız; AKP’nin iktidara gelmesi önemli bir demokrasi başarısıydı, yani hakkın yerini bulmasıydı. Katı laikçi sistem, Türkiye’nin normalleşmesinin önündeki engellerden biriydi ve bunun dönüşmesi gerekiyordu. Çok önemli bir toplumsal dinamik, AKP’yi hakkıyla iktidara getirdi. Bu çok önemli bir haksızlığın giderilmesiydi ve bir toplumsal zaferdi.

“MESELE AKP’YE TOPTAN VEKALET VERMEKTİ”

Bu toplumsal zaferin sonuçları ne oldu?

Mevcut statükoya kendi nedenleri, itirazı olduğu için AKP bir alan açtı. Birçok insan belki bu manada AKP iktidarını demokratikleştirici bir umut olarak gördü, bunda yadırganacak bir şey yok.

Yadırganacak şey ne biliyor musunuz? AKP, bir sağ muhafazakar parti ve mevcut statükoyla birinci derdi laiklikti. Ancak bunda ne Türkiye İslamcılaşıyor diye paranoyaya kapılmaya ne de Türkiye’nin tamamını demokratikleştirecek diye hayale kapılmaya gerek vardı. Mesele AKP’ye her konuda toptan vekalet vermekti. Benim bir sürü siyaset gözlemcisiyle anlaşamadığım nokta burasıydı.

O yüzden ben 2009 yılında ‘sivil istibdad’ dediğim için kıyamet koptu. Diyordum ki, askeri vesayet gidiyor ama zannedilmesin ki yerini hemen demokrasiye bırakır; tam tersine ben bir sivil vesayete gidişin izlerini görüyorum.

Gelinen aşamada yanılmadığınızı görmek mümkün zaten…

O aşamada daha fazla insan, daha fazla çevre otoriterleştirmeye karşı bir fren oluşturabilseydi yanılabilirdim. Zaten kim kötü öngörüsünün çıkmasını ister ki?

Zamanında bu sorgulama yapılsaydı, iktidar da bu yönde doludizgin gidemezdi. Hiçbir şey yokmuş gibi davranılırsa, öngörü çıkar tabii. Geçmiş olsun artık yeni bir aşamadayız. Belirtiler çok açık olmasına ve 2010’da otoriterleşme adımları yoğunlaşmasına rağmen, o zaman bile AKP’nin yaptıklarında boncuk bulma, kendini kandırma emareleri devam etti. Bu bir körlük, bir demokrasi zaafıydı. Şu anda yaşadığımız ise, normal bir kriz değil.

Nasıl bir kriz?

Yaşadığımız bir rejim krizi ve kartopu şeklinde büyüyor. Türkiye’nin siyasal rejimi sürekli krizlerle karşıya. Daha önce darbelerle yaşadığımız şeyi, bu kez sivil siyasetin kriziyle yaşıyoruz.

“SİVİL SİYASET BİR TÜRLÜ KURUMSALLAŞAMADI”

Daha önceki krizler, çok farklı güçlerin çekişmesi sonucu yaşanırdı. Şimdi aynı taraftan iki anlayış, cemaat ile AKP’nin çatışması bir kiriz doğurdu. Neden?

Çünkü asker gölgesi ve kontrol mekanizması kalktı. Şimdi kontrolsüz bir kavgaya tanık oluyoruz.

Daha öncekilerde kendisini rejimin güvencesi sayan güçler krizleri bir şekilde kontrol ederdi. Bunlardan birine iyi demek birine kötü demek mümkün değil. O yüzden Cumhuriyet’in en başına dönüp oradan bakmak lazım.

90 sene modern zamanlar için hem uzun bir zaman hem de kısa bir zaman. 90 yıldır normalleşemeyen veya bir tür istikrar bulamayan bir sistemden bahsediyoruz.

Bir ülkede merkez sağ ve merkez solun bu kadar tabela değiştirmesi size normal geliyor mu? Bunun sebebi sadece darbelerdir denilemez, sivil siyaset bir türlü kurumsallaşamadı. Doğrudan darbe olmayan durumda da mesela ANAP devam edemedi. Bir memlekette merkez sağ niye yok olur? Halbuki 80 darbesinden sonra merkez sağın önü açıktı.

“YAKIN TARİHİMİZLE DE YÜZLEŞMELİYİZ”

Kurumsallaşamanın sonuçları neler?

Sonuç: Tek parti gücü ele geçirince yargısı, margısı her şeyi dağıttı.

Şu aralar çok geçmişle ilgili yüzleşme üzerine bir atak var ama geçmişle yüzleşme sadece tabu olmuş konuları konuşmak değildir. Yakın tarihimizle de yüzleşmeliyiz.

Demokrasi dediğimiz şey nasıl bir seyir izledi ki, biz bugün kaybolmuş, yıkılmış, birdenbire havaya uçmuş bir şeyden bahsediyoruz? Özellikle böyle kriz dönemlerinde filmi geri sarmak zorundayız.

Mesela ben Özal’ın siyasi yasaklar kalkmasın diye yaptığı mitingleri hatırlarım. Türkiye’de büyük bir yanılsama üzerinde oturmaya devam ederek bugünü değerlendirmek mümkün değil.

Bu Erdoğan’ın şahsından da bağımsız bir şey. Kısa vadeli şeylere odaklandığımızda büyük resmi unutuyoruz.

Geldiğimiz noktaya dair ‘çukurun en dibi’ benzetmesi yapılıyor. Buna ne dersiniz?

Çok yaygın bir söylemdir bu, dibi bulalım da en yukarı çıkalım diye. Siyasette çukurun dibi diye bir tabir yoktur. Toplumlar tenis topu ya da benzer şeyler gibi bir yere vurup zıplamazlar. Geleceğiniz, yapıp ettiklerinize bağlıdır ve fizik kuralı yoktur. Kendinize nasıl bir hayat/nasıl bir siyaset kurgularsanız geleceğinizi o şekillendirir. Bir toplum için dibin sonu yoktur ki, çok daha kötü bir yere gidilebilir. O yüzden her koşulda, koordinat bulmak zorundasınız.

“ANAYASA DEDİĞİNİZ ŞEYLER SADECE KAĞITLA KALEMLE YAPILMAZ”

Son kavgada bir Cemaat’e bir AKP’ye yanaşan tayfa var. Siz de geleceğe dair ne AKP’ye sarılmak ne de onun sarsılmasını beklememek lazım diyorsunuz. İki taraftan da olmadan ne yapılabilir?

Bu derece güçlü bir iktidara ancak diş geçirebilecek güçlü bir yapı meydan okuyabilir. Bu da Cemaat. Ama muhafazakar koalisyon içindeki bir mücadeleye bel bağlayamayız.

Şu noktaya geldiğimizde de yine kolaycı bir çözüme kaçıyoruz; sanki Cemaat ile AKP birbirlerini yediklerinde ortalığa gün doğacak. Belki birbirlerini tüketecekler ama ötesini düşünmek lazım.

Bu iktidar giderse, yerine ne geleceğini bile konuşmuyoruz. Mesela bir sivil anayasa mevzusu var, bu konuda partiler anlaşamadı, toplumun anlaştığını mı zannediyorsunuz?

İfade özgürlüğünün kısıtlı olduğu yerde anayasa falan çıkaramazsınız. Anayasa dediğiniz şeyler sadece kağıtla kalemle yapılmaz; özgürlükleriniz olacak, insanlar taleplerini orada burada gürül gürül korkusuzca ifade edebilecekler, onların toplamından çıkar demokratik bir anayasa.

“DEMOKRASİ TEMBEL İNSANLARIN İŞİ DEĞİLDİR”

Devlet bizim için sorun çözmez diyorsunuz ama Türkiye’de yaşayan insanların bu kadar başat mevzulara müdahil olduğunu düşünüyor musunuz sahiden?

Bizde büyük siyaseti herkes yapıyor. Fakat demokratik siyaset dediğimiz şey, çok daha mikro alanları içermesi gereken bir şeydir. Yani biz TV karşısında hükümet kurup hükümet deviren ama apartman toplantısına gitmeyen bir milletiz.

Demokrasi dediğiniz yaşama alanlarına kendi kararlarını katmaktır ve bunda ısrarcı olmaktır. Baskılar insanları uyuşturabilir ama uyuşukluk baskıların önünü de açabilir. Demokrasi tembel insanların işi değildir. Cemil Meriç diyor ki, “Demokrasiyi ancak korkusuz insanlar sevebilir.” Biz korkuyu geçtik, riskli olmayan alanlarda bile sorumluluk almaktan kaçınıyoruz.

“17 ARALIK MESELESİNDEN SONRAKİ TUTUMLARINI YADIRGATICI BULDUM”

En çok tartışılan yazılarınızdan biri Kürtlere dair son kaleme aldığınız yazı. Gezi ve sonrasına dair Kürtlerin tutumları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ben Gezi meselesinde Kürtleri eleştirenlerden biri değildim ve değilim. Gezi önemli bir itirazdı ama ne olacağı, nereye gideceği belli değildi. Kürt hareketinin var oluş mücadelesini riske etmemek için temkinli davranmasını anlamak gerekir. “Muhalefet yapıyoruz Kürtler nerede” denmesini ben hakkaniyetsiz buluyorum. Bence Kürtler ve BDP de, tıpkı bizler gibi Gezi’yi süreç içinde anladılar. Ayrıca İstanbul’daki Gezi ile mesela İzmir’deki Gezi aynı değildi.

Evet İzmir’de saldırıya uğradı mesela Kürtler…

Kendine dair bir şey bulamadı Kürtler. O yüzden Gezi’yi ayırıyorum. Ben son 17 Aralık meselesinden sonraki tutumlarını yadırgatıcı buldum. Benim Kürtlerden beklediğim daha mesafeli durmaları ve daha iyi muhasebe yapmaları.

İktidara mı mesafeli?

Hayır tüm bu olan bitenlere. BDP çok radikal eleştiriler yapıyor yolsuzluk konusunda, yapmıyorlar demiyorum. Ama en başında ‘hükümete karşı bir darbe’ diye tespit yapmalarını çok anlamsız ve yanlış buldum.

Barış sürecine ben her noktada titizlenilmesi gerektiğini düşünüyorum, sürecin hiç sorunsuz yürüdüğünü de düşünmediğim halde.

Sürecin birinci aşamasında kaldığı kanaatindeyim, ama bence adı bile önemli. Çatışmasız çözüm lafı bile, üzerinde titizlenmeye değer. Fakat tam da bu nedenden Kürtlerin çok iyi bir tarihsel muhasebe yapması lazım.

Peki bu tespitte Cemaat’in Kürtlere karşı hasmane tavrının etkisi yok mu?

Çok var. Tam da ondan dolayı aceleci diyorum. Özelikle Kürtler, ama hepimiz açısından iktidar dışındakiler iktidardan daha fazla demokrasi vaat etmiyor, bu somut.

İkincisi Kürt meselesi söz konusu olduğunda karşısındakiler, iktidardan daha geri durumdalar. Bir MHP var, bir de ulusalcı grubun gölgesini üzerinden kaldıramayan CHP var. Cemaat derseniz, Oslo’dan itibaren tavrı belli, Kürt meselesinde iktidarla ayrıştığı noktalardan biri inisiyatif kaybetmesidir.

Çözümün yöntemine ilişkin de çok farklı düşünceleri var Cemaat’in…

Çözümün yöntemi başlıbaşına Cemaat’in inisiyatifinin dışında bir alan. Cemaat’i harekete geçiren o oldu zaten. Kürtlerin ya terörist ya işbirlikçi olduğunu gösteren, çok hasmane ve hiçbir toplumsal barış vaadi taşımayan yaklaşım taşıyan bir gruptan bahsediyoruz.

Bütün bunların muhasebesi bir kenara Şefkat Tepe diye bir diziyi hala yayınlayan bir kafa. Kürtlerin tabii ki bu alternatiften fazlasıyla çekinmeleri anlaşılabilir bir şey.

Ama benim muhasebe hatası diye düşündüğüm kısmı şu: Bu saydığım çevrelerin bileşkesinden bile bir alternatif iktidar çıkmıyor. O bakımdan ürkmeye gerek yok, çünkü oradan iktidar alternatifi çıkmaz. Cemaat ile MHP belki ama CHP her şeye rağmen bu dokuya uyan bir parti değil.

Bir kere iktidarın alternatifi yok, bu zaten başlı başına bir sorun. Ben siyaset gözlemciliği bir yana, Kürtlerin özgürlüklerine kavuşmasını, dahası bunun da ancak siyasal bir statü edinmeleriyle mümkün olduğunu düşünen ve buna fazladan sempati besleyen biriyim. Ama gerçekleri değiştiremeyiz. Alt üst olmuş Türkiye tablosu içinde, iktidarın yapıp ettiklerinden bağımsız bir şey.

“BU İKTİDAR ARTIK TOPLUMSAL MEŞRUİYETİNİ YİTİRMİŞTİR”

Siz bir yandan Kürt siyasetinin rehin alındığını da düşünüyorsunuz…

İktidarın yapmaya çalıştığı tam da o çünkü. Daha önce de demokratikleşmeyi rehin aldıklarını düşünüyordum.

Demokratikleşme işini diğerleri ondan daha kötü diye hep iktidara rehin vermek, sonuçta geldiğimiz noktayı doğurdu. Daha otoriterleşen, daha berbatlaşan ve yönetilemez hale gelen bir Türkiye’deyiz şimdi. Aynı hataları yapmamamız lazım.

Barış sürecinde hep iktidar bütün aksaklıklara karşılık kredi istiyordu. Niye? Çünkü öbürleri benden beter diyordu. Dolayısıyla Kürt meselesini zaten rehin almıştı.

Bütün iktidar yanlısı gazetecilerin yazdığı-çizdiği bu: Kürtlere, aman yanılmayın bu işin çözümü bizde, biz de taarruz altındayız, biz de gidersek sizin canınıza okurlar, deniyor. Bu düpedüz rehin almadır.

Her ne kadar Kürt siyaseti açıkça kendini rehin vermiyorsa da, bunu dikkate alıyor. Bu, Kürtlerin özgürleşme sürecinde katkı sunacak değil ayaklarına çelme olacak bir şeydir. Çünkü bu iktidar artık toplumsal meşruiyetini yitirmiştir. Yıkılmamış olabilir, ayakta durabilir, hatta bir dönem daha var olabilir ama meşruiyet kaybı önemli bir şeydir. Yüzde 50 oyunun olması, meşru bir iktidar olduğunu göstermez.

Kürt meselesi sadece Türkiye’nin meselesi değil, bölgesel bir mesele. Hatta böyle kronikleşmiş çatışma alanları ulusalararası meselelerdir. Belirsizlikler içinde meşruiyetini yitirmiş bir iktidar çok istese bile, bu kadar önemli bir meseleyi çözemez.

Kürtler tüm bunlara rağmen kendi işlerine bakıyorlar diye yorumlamak mümkün değil mi? Sonuçta çeşitli ülkelerde yaşayan Kürtler arasındaki ilişkiler gelişiyor bir yandan da bu dönemde.

Elbette bakacaklar, kazanımlarını korumak zorundalar, hatta ilerletmeye de çalışacaklardır. Ama süreç askıya alınmış durumda ve Türkiye’nin durumundan tamamen bağımsız olarak da Kürt özgürlük mücadelesinin yoluna devam etmesi mümkün değil. Hasta tutuklular meselesi bile çözülemedi düşünsenize.

Kürt siyasal hareketi Türkiye’nin de çıkış noktası olabilir mi?

Zaten Kürtler diyorlar ki, bizimki çıkış noktası olacak. Kürtlerin özgürleştiği bir Türkiye demokratikleşir diyorlar ki, bu doğru. Ama demokratikleşmenin tek ayağı değil. Şu halde Kürtlerle yapılacak bir ittifak Türkiye’yi demokratikleştirir kısmı doğru değil. Üç kişinin bir araya gelip bir şey yapılmasına izin verilmediği bir ortamda nasıl bir müzakere olacak ki?

Bunun bir ayağı Türkiye’de siyasal muhalefet eksikliği değil mi?

Zaten içine düştüğümüz durum, sadece başımıza bir despotun çıkması değil ki. Ciddi bir muhalefet alternatifi olan ülkede, böyle bir iktidar tablosuyla karşılaşamazsınız. Otoriterleşme sadece bir parti, bir liderle ilgili olmaz; tablonun tamamından dolayı olur. Tablonun diğer bütün aktörleri, tabloyu tamamlıyor zaten.

“KÜRT MESELESİ SADECE MASADA ÇÖZÜLECEK BİR MESELE DEĞİL”

Peki Cemaat’in Kürt sorununa bakışını değiştirme şansı nedir sizce?

Beklenmedik dönüşler, zoraki ittifaklar yol aldırır ama bunların da takdir edersiniz ki bir sınırı var. Yani cemaat hala o dizileri yayından kaldırmış değil, ben buna bakarım. Hoş, Fettullah Hoca’nın son söylediği bana hiç çözüm vadeden bir yaklaşım gibi de gelmedi. Daha durumu tanımlayamıyorlar ki.

Öte yandan Türkiye’deki bütün aktörler bir şeklide Kürtlerle müzakere içine girmek zorundadırlar şu veya bu aşamada. Sadece taktik yaklaşımlarla toplumsal barış kurulamaz. Kürt meselesi sadece masada çözülecek bir mesele değil, aynı zamanda toplumsal barışı öngörmesi lazım, zihniyetlerin o yönde dönüşmesi lazım. Ben onları Cemaat’te görmüyorum.

“GEZİ’DE BAŞBAKAN POLİSE TEŞEKKÜR ETMEDİ Mİ?”

Bir yandan da Cemaet’e yönelik ‘paralel devlet’ nitelemesini de deli gömleği diye tanımladınız. Ne denmeli o zaman Cemaate?

Bir kılıf giydiriliyor ve geri kalan her şey unutturuluyor, ben buna tepki gösteriyorum. Evet Cemaat büyük bir yapı ve ahtapot gibi bir sürü yere dağılmış belli ki. Ama televizyondaki altyazıları bile kaçırmayan bir iktidar için, cemaate isnat edilen şeylerin tümü, tek başına yapılabilecek şeyler mi?

Böyle bir yapı varsa ve ölçüsü neyse, o mevcut tekçi/hegemonik iktidar yapısının bir parçası olarak var. Kalkıp da biz yapmadık onlar yaptı demek, o yüzden deli gömleği.

İşbirliğini bir yana bıraktım birçok konuda aynı kafadalar. Gezi’de Başbakan çıkıp polise teşekkür etmedi mi Allah aşkına? Ve bu deli gömleğini de maalesef bir sürü okur-yazar insan da giydi. Üstelik sadece Cemaat’le de ittifak yapılmış değil, şimdi kiminle ittifak yapıldığını biliyor muyuz?

“MİT NİYE BU KADAR ÖNEMLİ HAYATIMIZDA, DÜŞÜNÜN”

Evet tam da bu dönemde Ergenekon sanıklarının serbest bırakılabileceği konuşuluyor, kastınız bu mu?

Ben bu iktidarı hiçbir zaman antimilitarist görmedim. Bu iktidar da son derece güçlü bir ordu istiyor, o yüzden yerli silahlarla dahi övünüyor. Tıpkı Baas rejimlerinin istihbarat rejimi olması gibi, bizim rejimimiz de benzer bir yapı arz ediyor. MİT niye bu kadar önemli hayatımızda, düşünün. Bu tipik bir otoriter rejim özelliğidir.

Otoriter rejimler sadece askeri olmazlar. Paralel devlet varsa bile tasfiye oluyor, biz oturalım da şu andaki devlet neyin üzerine oturuyor onun üzerine kafa yoralım.