Mehmet Göcekli / DEMOKRAT HABER

Zozan, Van Kadın Derneği Başkanı olarak önemli çalışmalar yapıyorsun? Bize biraz VAKAD’ı anlatır mısın? Ne zamandan beri faaliyet yürütüyor? Neler yapıyor?

Öncelikle ben başkan değilim. Derneğin kurucularından biriyim. İlk sene başkan idim geçici olarak. Başkanlık meselesine biz farklı bakıyoruz. Feminizmin de gereği derneğimizde hiyerarşi olmamasına gayret ediyoruz. Bilgi ve emek bir ölçüde hiyerarşi doğurabilir ama seçimle başkan olmak doğuramaz.

Van Kadın Derneği bağımsız antimilitarist feminist bir örgüt. Derneğin temel amacı kadınların statüsünün her alanda gelişmesi için dayanışma zemininde çalışmalar yapmak. 9 Nisan 2004’te kurduk derneği. Derneğimiz sadece Van merkezde değil, ilçelerde ve aynı zamanda bölgede de çalışmakta.

En temel çalışmalarımız Kadın Danışma Merkezinde kadınlara hukuksal, sosyal, psikolojik, medikal ve ekonomik destek sağlamak. Bunun yanı sıra ihtiyacı olan kadınlara sığınak desteği sağlamaktayız. Sığınak ve kadın danışma merkezi faaliyetlerimiz şiddetin ve ayrımcılığın sonuçlarına yönelik. Ancak kaynağına yönelik çalışmalara daha çok önem veriyoruz. Gerçi sığınak ve kadın çalışma merkezinde elde ettiğimiz veriler politika belirlememizde bize büyük bir ışık oluyor.

Kadına yönelik ayrımcılığın, ev içinde ve ev dışında şiddetin kaynağına yönelik olarak sürekli devam eden Kadının İnsan Hakları Eğitim Programını, Kadının İnsan Hakları Yeni Çözümler Derneği’nin kurumsal ortaklığı ile çalıştığımız bölgelerde uygulamaktayız. Sürekli yaptığımız bu eğitimlere ek olarak amaçlarımız ve ilkelerimiz doğrultusunda kampanyalar, seminerler, bilgilendirme toplantıları, paneller düzenlemekte, lobicilik ve savunuculuk yapmakta. Van’da kadınların sorunlarını yerel yönetimlerin, kamunun ve hizmet sunucuların gündemine oturtmaya çaba gösteriyoruz. Tabi derneğimiz bir de Uluslararası, Ulusal ve Yerel birçok oluşuma üye olup bu oluşumların çalışmalarında yer almakta.

“KADINLARIN YAŞAMIN BİRÇOK ALANINDA PARMAK İZLERİ YOK”

Kadın mücadelesine nasıl girdin? Neden önemli bu mücadele?

Bireysel yaşam tecrübelerim beni kadın mücadelesine bir soluk olmaya itti. Yaşamımdaki bazı olumsuzluklar bunları neden yaşadığımı sorgulattı ve yanıtların büyük bir çoğunluğu kadın olmak ile ilgili idi. Benimle aynı durumdaki erkekler benim yaşadığım toplumsal baskıları aynı derecede hissetmiyorlardı. Hatta çoğu zaman ‘Erkek olsaydım o sorunları yaşamazdım’ diye düşünüyordum. Beni en çok yakan kimliğim kadın kimliğimdi. Kız kardeşim Zelal ile kadın olmak üzerinden evde çok sohbet ediyorduk. O zamanlar KADER’in parmak izi gösterdiği bir görseli vardı. Şöyle düşünmüştük, kadınlar resmi dairelerde imza yerine parmak izi kullanıyor daha çok ve kadınların yaşamın birçok alanında parmak izleri yok.

Kadının İnsan Hakları Yeni Çözümler Derneği’nin kadının insan hakları eğitimine katılışım, Uçansüpürge’nin yerel kadın muhabir arayışı olduğunu Van’ın yerel kanalına çıkan Halime Güner’in ben ve Zelal’i ‘aaa bizim gibi düşünüyor’ diyerek heyecanlandığımız konuşmaları ve daha sonrasında yerel muhabirlik için Mardin Kızıltepe’de aldığım eğitimler...

Benim o sıralar Van’ın yerel gazetesi Prestij’de kadınlara dair de yazılar yazışım ve bunun üzerine kadın gazete okurlarının artışı, sokakta kadınların beni sen Zozan’mısın diye durdurarak özel yaşamlarından olayları paylaşarak bana danışmaları ve tabiî ki benim bireysel hayatımda yaşadığım zorluklar kadın mücadelesine girmemde önemli evreler oldu.

Aile yaşamımda da oğlan kardeşim Rojhat’ın doğumu ve onun sırf erkek olması sebebi ile ayrıcalıklı konumu. Hatta adını Kürtçe ‘gün geldi- gün doğdu’ anlamında isimlendirmeleri. Oğlan çocuk oldu diye duyulan sevince kız kardeşler olarak tanıklığımız. Hepimizden küçük bile olsa babamızın onun hakkında bize ‘abiniz o sizin’ diye telkinlerde bulunması. Yaşamımda olan ve burada anlatmakla bitmeyecek kadar çok olay ve tabi bilinçlenme, sorgulama sürecimdir beni bu mücadeleye sürükleyen.

Önemli çünkü bu ülkede cinsiyete dayalı ayrımcılık çok üst düzeyde. Kadınların, eşcinsellerin, başörtülülerin ve başörtüsüz kadınların, seks işçilerinin, engelli kadınların, kırsal kesim kadınlarının, iş yaşamındaki kadınların, Kürt kadınlarının, boşanmış kadınların, azınlık kadınların hem cinsiyetleri sebebi ile yaşadığı ayrımcılık var bir de cinsiyete dayalı ayrımcılığı ikiye üçe katlayan diğer özelliklerinden dolayı yaşadıkları ayrımcılıklar var.

“FEMİNİZM HER KONU İLE İLGİLİ”

Kadınların cinsel kimliği, dini inançları, dünya görüşü, medeni durumları, meslekleri, mensubu oldukları din ve etnik kimlik, yaşadığı coğrafya kadınların yaşadığı ayrımcılığı üçe dörde katlayabiliyor. Sadece cinsiyete dayalı ayrımcılık konusu ile ilgili değildir feminizm. Feminizmin insanı ilgilendiren her konu için söyleyecek sözü, eylemi, politikası vardır. Feminizm yoksulluk, aile içi şiddet, ekonomi, homofobi, islamofobi, yerel ve genel yönetimlerden tutun her konu ile ilgilidir. Hepimizin hayatına değen ayrımcılık ile mücadele eder. Kadının yaşadığı ayrımcılık politiktir. Bu politik bir tutumdur, kadın cinayetleri, aile içi şiddet erkeklerin kadınlara yönelik geliştirdiği politik bir tavırdır, dolayısı ile bunu önceliğimiz olarak ele alıyoruz. İktidarların dayanışmasını ter düz etmek için çaba harcıyoruz.

Kadın hakları konusunda, tanık olduğun, müdahil olduğun, gözlemlediğin en önemli sorunlar ne? Bu konularda neler yapılabilir?

10 yılı aşkın bir süredir o kadar çok olaya tanık oldum ki bunlar arasında en önemlisi şudur diyemiyorum. Ancak en temel sorunlar erkek zihniyetinin doğurduğu sonuçlarıdır. Beni en çok etkileyen sorunlar ensest başta olmak üzere kadınlara yapılan cinsel saldırılardır. Aile içinde gerçekleşen ensest kadınlar tarafından saklanıyor ve maalesef hamilelik durumunda ortaya çıkıyor. Bunun dışında kadınlar saklı travmalarını yaşamlarına sığdırmaya çalışarak onların üstesinden gelmeye çalışıyorlar. Hiçbir destek alamıyorlar ve kendilerini suçluyorlar.

“HER KÜRDÜN BİRÇOK TRAVMASI VARDIR”

Van’da kadın hakları için mücadele veriyorsun ama aynı zamanda Kürt Sorununun da göbeğinde yaşıyorsun. Kürt Sorunu senin nerende?

Bu ülkede Kürtlere karşı gerek örtülü gerek açık bir şekilde uygulanan faşist uygulamalar benim ezilmişlik hallerimi ikiye katlıyor. Küçüklüğüm Diyarbakır cezaevinin kapısında geçti. Babam hem 80 öncesi hem de 80 sonrasında cezaevindeydi. Annemle birlikte avukatlara, cezaevine giderdim. Annem öğretmendi ve o okuldayken kardeşlerime bakardım. Çocukluğum birçok arkadaşım gibi sorumluluk aldığım bir süreçti. Beynimi tırmalayan travmatik o kadar çok olay var ki küçüklüğüme ve özellikle okula dair. Kız kardeşim yurtdışında mülteci olarak yaşıyor ve Türkiye’ye gelemiyor. En temel insan hakkı olan anadilde eğitim istediği için ceza aldı ve şimdi bizlerden ayrı yaşamak durumunda. Her Kürdün bu ülke koşullarında birçok travması vardır.

“İNSANLAR ÖLÜYORSA KÜRT SORUNU HER YERİNİZDEDİR”

Hele savaşın yarattığı tahribatla yakınlarını kaybeden, köyleri yakılan, yerinden edilen, kayıp yakınları olan, oğullarını kaybeden, toplu mezarlarda çocukları olan Kürtlerin travmaları çok daha derin. Yaşadığım coğrafyada süren savaşın yarattığı tahribat, Kürtlere uygulanan ayrımcılık öncelikle bireysel olarak yaşama olan güvenimizi alt üst ediyor. Eğer bir savaş varsa, insanlar ölüyorsa Kürt sorunu her yerinizdedir. Sadece Kürtlerin değil bu ülkede yaşayan yaşamayan herkesin her yerinde hissettiği bir acıdır.

“AÇILIM DİYE BİR ŞEYDEN BU SÜREÇTE SÖZ ETMEK İMKANSIZ”

Demokratik Açılım ya da "Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi" çerçevesinde 18 Temmuz 2010’da Dolmabahçe'deki Başbakanlık Ofisi'nde Başbakan ve çeşitli sivil toplum kuruluşlarından 90 kadının katıldığı toplantıda VAKAD adına bulunmuştun. "Başbakan öneri almadı, her şeyi ben bilirim tavrıyla aslında had bildirdi; toplantıya umutlu gitmiştim, umutsuz ayrıldım" demiştin. Biraz o süreci anlatır mısın? Açılım bugün nereye geldi? Neden bu noktadayız? Nasıl ilerleyebiliriz?

O zamanlar Başbakan’ın düzenlediği demokratik açılım toplantılarına giden herkes gibi gidip sözümü söyleyeyim diye gittim. Diyalog yollarını kapatmak yerine konuşma zemininin olabileceğini düşündüğüm bu toplantıya katılım sağladım. Dernekten tüm arkadaşlar katılmamız gerektiği konusunda hemfikirdi. Nitekim Başbakan kadınları saatlerce dinledi, notlar aldı. Ancak Kürt sorununun kaynağına, hükümetin bu soruna bakışına yönelik konularda tabi bir de önerilere yönelik Başbakan tepkili cevaplar verdi. Hatta bazı arkadaşlarımızın sözlerini keserek kendilerine çıkıştı. Zaten ben o toplantı hakkındaki izlenimlerimi, oradaki söylemlerimin hepsini yazdım ve birçok yerde yayımlandı.

Açılım diye bir şeyden bu süreçte söz etmek imkansız. Hala devam eden bir savaş var. O süreçte ortaya çıkan faili meçhul cinayetler, JİTEM çalışanlarının ifadelerinin medyaya yansıması, Ergenekon meselesinin gün yüzüne çıkması, devletin derinlerinde olanların gündeme gelmesi sebebi ile mecburen hükümet Kürt açılımı dedi ki zaten sonradan bu isimden bile geri adım attı.

“POLİTİK BİR KIRIM SÖZ KONUSU”

Yani hükümet zaten zihniyet olarak Kürt meselesinin çözümüne dair ileri adımlar atma yönünde hazır değildi. Mantalite, dil, Kürt meselesini anlama biçimi kesinlikle bir uzlaşmanın yolunu açmamaktadır. Bunu her Kürt çok iyi görmekte. Mesela, TRTŞeş’in açılışını olumlu bulmakla birlikte tabiî ki yeterli olmadığını düşünüyorum. Ne zaman hükümet Kürtlerle ilgili konuşsa söylediği tek şeyin TRTşeş’in açılmış olması da yine bir körlüğün neticesi. Kürtlerin ve Türkiye’de bulunan tüm halkların, dini grupların haklarına yönelik adımlar atılmalı. Hükümet resmen bu ülkenin demokratikleşmesinin önünde durmaktadır. 1980 sonrası ve yoğun olarak 90’larda meydana gelen kıyımların ortaya dökülmesi ile mecburen bir Kürt söylemi telaffuz edildi. Ancak ben yine 90’lara geri dönüldüğünü görüyorum. Politik bir kırım söz konusu.

“HÜKÜMET SAVAŞI BIRAKMALI”

Hükümet Kürt meselesini mesele olmaktan çıkarmak için üstün bir çaba sarf etmeli. Savaşı bırakmalı ve Kürtlerin en doğal haklarını gerek fiili olarak gerek anayasal olarak düzenlemeli. Bunun için adım atmalı. Hükümet savaş stratejileri geliştireceğine, insanları kurban edeceğine Kürtlerin tüm taleplerini bir bir yapmaya başlamalı. Bu süreçte Kürt ve Türk halkına yaşatılanlar karşısında olumlu adımlar atmalı. Yerinden edilmişler, cezaevlerinde yok yere yatan siyasi tutuklular, yurtdışındaki mülteciler için hemen yasal düzenlemeler yapılmalı. Ve yıllardır gerek anadil konularında gerek toplumsal iyileşme konularında talepleri sıralanıyor ki biz de Başbakan ile Dolmabahçe görüşmelerinde biz kadınların önerileni tek tek sıralamıştık. Ancak öyle ilerleyebiliriz.

“KENTİN HER YERİNDEKİ MİLİTARİST ÖGELERDEN NEFRET EDİYORUM”

Van nasıl bir şehir? Nelerini seviyorsun, nelerini sevmiyorsun?

Van’ın sevmediğim hatta nefret ettiğim yanı bu kentin her yerinde militarist öğelerin olması. Kentin en işlek caddesinin köşe başlarında ve ara sokaklarında konumlanmış askeri araçlar, çevik kuvvet araçları, çevik kuvvetin içinde olduğu camları kara otobüslerin sanat sokağının başında durması, kentin her yerinden gözüken ‘Ne mutlu Türküm diyene’ yazısı. Kent içinde bulunan askeri kışlalar. Akdamar adasından çekeceğiniz her objektife takılan ‘hilal yıldız ve yanında yazılan Jandarma, vatan’ gibi lafların dağlara kazınması. Hakkari yolunda giderken dağlarda ‘Tek dil, tek millet, tek vatan’ ‘vatan bölünmez’ ‘vatan namustur’ yazıları. Nerede bir tepe varsa üzerine kazınmış militarist ve milliyetçi semboller beni sinir ediyor. Sadece sevmiyorum diyemeyeceğim, nefret ediyorum. Okullarda, resmi kurumlarda bulunan resmi ideolojinin söylemleri. Kısaca bu ülkede beni ve bu coğrafyada yaşayan hiç kimseye hitap etmeyen hatta yaşamımıza kast eden öğelerin nereye baksak orada kazınmış olması beni mutsuz ve umutsuz ediyor.

“DATÇA’DAKİ TEPELERDE TEK BİR MİLİTARİST SEMBOL GÖREMEZSİNİZ”

İlk ofisim çok geniş ve ferah bir yerdi, büyük camları vardı. Ancak her camdan dışarı baktığımda karşı dağda ‘Ne mutlu Türküm diyene’ yazılı olan dağı görüyordum. Dayanamadım ve daha dar, ferah olmayan bir ofise taşındım, ancak daha iyi hissediyorum kendimi. Hani daha önce sormuştunuz ya ‘Kürt sorunu senin nerende?’ diye işte bu anlattığım şeyler bu kentte yaşayan herkesin hayatının içinde. Örneğin Datça’daki tepelerde tek bir militarist sembol göremezsiniz. Ülkenin batısına gittiğimde üzerinde yazı olmayan tepelere bakmaktan keyif alıyorum. Burada yapabilselerdi gökyüzüne de yazarlardı militarizmin, resmi ideolojinin jargonlarını ve sembollerini ki, buna da bir çözüm bulmuşlar askeri helikopterleri kullanıyorlar. Kritik zamanlarda ve eylemlerde helikopterler tepemizde geziyor.

Sevmediğim başka bir yönü de kentin her yerinde erkeklerin sayısal olarak çoğunlukta olmasıdır. Bu kentin militarizmden ve devlet hegemonyasından arta kalan alanları erkeklerin istilasındadır.

Van kentinin en sevdiğim tarafı ise; Van bir dostluk kentidir. Burası dostluğu ve dayanışmayı birçok yaşam ortaklığı neticesinde burada yaşayanlara sunuyor.

“ERKEKLERİN KEYİF SÜREBİLECEĞİ BİR YAŞAM VAR”

Sosyal ve kültürel yaşam nasıl Van'da?

Erkeklerin keyif sürebileceği bir yaşam var burada. Erkekler homososyal gruplar halinde kahvelerde oturur, sokaklarda gezerler. Kadınlar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Sosyal yaşam erkeklerin ve erkek zihniyetinin gözetiminde sürüyor. Van’da modernleşme ile kültürel yaşam modernizmin yoz ağına takıldı maalesef. Kürt kültürü daha çok modernleşmemiş köylerde devam ediyor. Kent merkezinde de daha çok periferideki köyler ve mahallelerde kültürel davranışları net bir şekilde görebiliyoruz. Tabii Van kozmopolit bir yapıda, Acemler de Van’da yaşamakta. Kültürün gerektirdiği ritüeller her kesimde farklı olmakla birlikte birbirinden etkilenmekte. Bu soru çok geniş bir şekilde cevaplanabilecek bir soru. Van’da da bizi sarmalayan kapitalizm ve ulusal politikalar sosyal ve kültürel yaşamımıza olumsuz etkide bulundu tabi ve tüm Türkiye bu sarmal içinde.

ERMENİLERİN İZLERİ HER TARAFTA”

Geçmişte Ermenilerin çok yoğun olduğu Van’da bugün yaşayan Ermeniler var mı? Ermenilerin izlerini görebiliyor muyuz?

Hayır, yok. Gizlenmek zorunda kalan ama hala Van’da yaşayan Ermeniler olduğu söyleniyor. Ermenilerin izleri her tarafta. Köylerde hala Ermenilerin inşa ettiği evler var, onlardan kalan mezarlar, kiliseler, şapeller, manastırlar. Kentteki eski kalıntıların neredeyse büyük bir çoğunluğu Ermenilere ait. Bunca yıldır tahrip edilmesine rağmen hala onların izlerini görüyoruz.