1990’lı yılların ortaları, yer İstanbul. Her gün bir kayıp haberi geliyor, kayıplar dönmüyor geri, çünkü dönemin kontrgerillaları iş başında. Adı JİTEM. Marmara sorumlusuydu o dönem Veli Küçük… Kanlı katliamlardan isimleri duyulanlar, Arif Doğan, Cemal Temizöz, vb… Ağır işkence odalarında onlarca devrimciyi katlettiler. Kimilerinin mezarı bile yok hâlâ… ‘Kayıplar.’

İşte tüm bu gerçeklik bir sinema filmi olarak izleyicisiyle buluştu: Kayıp Özgürlük.

JİTEM’in, insanları nasıl evlerinin önünden alıp, ağır işkence odalarında kaybettiğini anlatıyor. Bu kirli savaşın iç yüzünü sorgularken bir yandan da "asıl kaybeden kim" sorusunu soruyorsunuz.

Yönetmenliğini ve senaristliğini Umur Hozatlı’nın üstendiği, yapımcılığını ise Özlem Turan’ın yaptığı filmin başrollerinde Serdar Kavak, Vedat Perçin, Musa Yıldırım, Öznur Kula, Ömer Şahin, Mehmet Ünal, Aysun Akgün yer alıyor. İlk olarak 47. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde özel gösterimi yapılan ‘Kayıp Özgürlük’ geçtiğimiz günlerde sona eren İstanbul Film Festivali’nde de izleyicisiyle buluşmuştu.

“Kaybettirenler de kaybediyor. Bir kirli, haksız savaşta herkesin kaybettiği bir şeyler var. Güçlü taraf da kaybediyor" diyen Umur Hozatlı’yla bir araya geldik…

 

» ‘Kayıp Özgürlük’ vizyona girdi. Bir hayli sert, JİTEM gerçeği anlatılıyor. Burada siz neyin altını çizdiniz? Neyin kaybıydı yaşanan?
“Bir savaşta, böyle kirli bir savaşta aslında çok değerli kazanımların yanında, insanların kişisel yaşamlarında herkesin kaybettiği bir şey vardır” demeyi tercih ettim. Vahşi bir JİTEM şefi bile bu savaşta bir şey kaybedebiliyor, gözaltında kaybedilenler de kaybediyor. JİTEM şefi belki de hayatında ilk kez aşık oluyor. Bu savaş nedeniyle aşkını da kaybediyor.

»Finalde şefin çabasını görüyoruz ama…
Finalde de kurtarmaya mı gidiyor, bana sorarsan hayır, JİTEM’in eline düşen bir adamı JİTEM şefi de kurtaramaz. O salıverse başka bir ekip onu alıp bitirir. Bu beyhude bir koşu… Evet, bir çaba içine giriyor ama öyle bir sistem var ki JİTEM şefi de olsan öyle bir çaba da boşuna. Orada temel mesaj şu: Kaybettirenler de kaybediyor. Bir kirli savaşta, haksız savaşta herkesin kaybettiği bir şeyler var. Güçlü taraf da kaybediyor aslında. Böyle anlatmak istedim, böyle okunabileceğini düşünüyorum.

»JİTEM şefi dediğimiz kişi iki karakterde karşımızda çıkıyor. Hastanede Kemal, işkence yaparken Müdür… Kemal babasını hastanede ziyaret ederken tam bir insan, ama diğer tarafta kan akıtan bir katil…
Yeşil’i hepimiz biliyoruz JİTEM’in en azılı tetikçisi. Oğlu Murat Yıldırım bir kitap yazdı, o kitapta babasını anlatıyor; ‘Babam Yeşil’ diye. Diyor ki; “babam evden giderdi, bazen aylar sürerdi dönüşü… Bir gün eve geldiğinde odasına kapanır, genellikle iki şey dinlerdi: bir ilahiler, iki çatışma ve çığlık sesleri…” Bir oğul babasının evdeki yaşamını anlatıyor. Kitabın bütününde şu var; “Yeşil, baba olarak nasıl biri” sorusuna, “herkesin babası gibiydi” diyor oğlu. Biz Türkiye’deki halklar olarak katillerimizle, işkencecilerimizle çok içiçe yaşıyoruz. Ben mesela Taksim’de yaşıyorum, Beyoğlu herkesin geldiği bir yer, ben orada sevdiğim insanların canını yakan, onları kaybeden JİTEM’ciyle aynı kahvede oturuyorumdur. Belki de aynı bardaktan su içiyoruz, aynı kaşıktan yemek yiyoruz… Bu kadar içiçe yaşayan toplumlarda ‘sorunlar’ yaşanıyor. Rakel Dink’in müthiş bir belirlemesidir, “bir bebek katil olarak doğmaz, katil yapılır”. O JİTEM’ciler katil ana babadan doğsa bile, katil olduğunu mu düşünmeliyiz?

»Sanıyorum oyuncularınızdan Vedat Perçin işkenceye maruz kalmış biri…
Başrol oyuncumuz Vedat, 30 gün Diyarbakır’da polisin işkencesinde kaldı. O yüzden de çok fazla oyunculuk yapmadı, yaşadığını yaptı.

»Peki, JİTEM dediğimiz zaman Diyarbakır, Cizre, Batman gibi Doğu illeri akla gelir ve çıkış noktası oralardır… Siz İstanbul’da çekim yaptınız ve Marmara bölgesi JİTEM’ini konu aldınız, neden?
Bu filmin mekânsal olarak geçmesi gereken yer mutlaka Diyarbakır, Batman, Cizre olmalıydı evet, ama bu işi yapmak için yola çıktığımızda ekonomik olarak da düşündük, İstanbul dışında bir yerde film çekersek maliyeti ikiye katlanıyor. Bu nedenle bulunduğumuz yerde İstanbul’da çekmek zorundaydım. Marmara bölgesinde de JİTEM aktifti. Veli Küçük İzmit’te görev yapıyordu ve tam da o dönem Marmara sorumlusuydu. Ben de dolayısıyla senaryoyu JİTEM’in Marmara bölgesine uyarladım. JİTEM’in sorgu üsleri Kandıra’dadır. Kandıra’da sorguluyorlar, öldürüp Sapanca gölünün kıyısına atıyorlardı. İstihbarat yerleri Beşiktaş Yıldız’dadır. Bir üsleri de Hadımköy’dedir.

»İlk filminiz ve cesurca… Bu, risk gibi gelmedi mi size? Sinemaya biraz hızlı bir giriş gibi geldi bana, ne dersiniz?
Bu konuda öfkesi çok birikmiş bir adamım. Ben ilk film olarak soft ama politik bir hikâye de yapabilirdim, önümü daha çok açardım! Ama benim derdim bu; ülkenin devrimci yurttaşı olarak, ölüme ve kirli savaşa karşı bir insan olarak bundan farklı bir şey yapamazdım. Sinema yapayım, para kazanayım derdinde değilim. Olamam. Ben televizyonculuk, gazetecilik de yaptım… Yetmedi, ben öfkemi söndüremedim. Bir mücadele içerisindeysem, ki öyle bakıyorum, o halde bunu benim içimden geldiği gibi icra etmek istiyorum dedim. Derdim sinema yapmak değil. Sadece güzel şeyler insanlar için olmalı, ben sinema da insan içindir diyorum ve insan için kullanmak istiyorum. JİTEM denilen melanete dair film yapmak istedim ve yaptım…

»“Sinema kaygım yok” dediniz ama bir filmi izleyiciyle buluşturmak da belli bir sinema sorumluluğu gerektiriyor değil mi?
Sinemografik kaygım var ya da başka konulardaki meseleyi iyi anlatmak istiyorsam, bunun bazı gereklilikleri var, bunu yerine getirmeliyim ki daha iyi etki yaratsın. Teknik açıdan da bu böyle. Ama gel gelgelelim bunu yapmanın yolu da bütçesinden geçiyor. Benim çekemediğim sahneler var mesela, yapamadık. Belki biraz daha öfkemi dindirip bekleseydim, daha iyi koşullarda çekseydim daha farklı olabilirdi. Ama derdimiz var ve derdimizi canımızı yakan yerden anlatalım dedik. Eğer canımı yakan yerden film yapmasaydım kendime ihanet ederdim.

»Kaldı ki kayıplar devam ediyor… Pek çok politik filmde de sonlarda kaybeden devrimciler oluyor…
Tabii ‘Kayıp Özgürlük’, “kim kaybetti” sorusunun yanıtını izleyiciye bırakıyor. Türkiye’de devrimciler hedefledikleri açısından ne yazık ki hep kaybetmiştir. Orta vadede, amaçlanan hedefler doğrultusunda bir kazanım olacağını da sanmıyorum.

»Gelinen sürece bakarsak, bu filmi çekmek bile kazanım. Bugün tüm bunları yüksek sesle konuşuyorsak ödenen bedellerin karşılığı… Kaybediyoruz ama bitiyor muyuz?
Hayır, bizi ayakta tutan onur mücadelesi var. Sinemaya başlarken şunu düşündüm, bu filmi yapmasaydım kendimle savaşmaya başlardım, kendimi sorgulardım. Çünkü o zaman kendimi onurlu saymazdım. Devrimciler onurlu doğmamış olabilir ama devrimci olarak bir onur kazanıyor ve onurlarıyla ölüyor. Birkaç lider dışında yeryüzünde kaç tane işkenceci, katil ve celladın adı geçer insanlık adına bir sohbette, ama bütün devrimcilerin adını anarız biz. Deniz Gezmişlerin mezarına gittik, oraya Fatiha okumaya değil tabii, kim bilir içimizden neler geçiyordu. İnsan yaşamında onur önemli bir şeydir. Sen onurlu bir insan olarak kitleyi etkiliyorsan, onlar da senin yolundan yürüyebiliyorsa bu çok büyük bir şeydir. Belki kaybetmedik, kazandık.

FİLMİN YAPIMCISI ÖZLEM TURAN:
“Düşününce, bizim yaptığımız hiçbir şey!”


»Film JİTEM gerçeğiyle yüzleştiriyor izleyiciyi. Böyle bir kaos ortamında ‘Kayıp Özgürlük’ nerede duruyor?
Diyarbakır’da, Cizre’de o çocuklar taşla mücadele ediyorlar. Düşündüğümde bizim yaptığımız hiçbir şey... Elbette, bu filmi yapmış olmak ve getirip Ankara’da göstermiş olmak bizim için büyük bir kazanım. Sinemayı çok idealize ediyoruz. Ben şunun hayalini kuruyorum, bu ülkede bu sorun çözülmeli, insanlar ölmemeli, sinema olarak buna katabilecek çok şey olduğunu düşünüyorum. Sinemada daha idealist konuların anlatılması gerekiyor. Siyasette de yaparsın ama sinema başka bir şey. Siyasete bakıyorum, siyaset bana göre değil ama bu işin dışında da duramıyorum ve bunu sinemayla anlatmak ve korumak istiyorum.

»Devrimciye işkence yaparken müdür, hastane de babasına bakarken Kemal… Bir insan bu kadar zıt karakterde olabilir mi? İnsan, “Kemal’in o işkenceci tavrını görmek gerekir miydi” diye düşünmeden edemiyor?
Bana da çok zor geliyor ama filmde tabii iki karakter var, biri müdür biri Kemal… Kemal daha insan. Hastanede kan veriyor diğer taraftan da kan döküyor. Kendimden örnek vermek istiyorum; gözaltında kalmıştım bir dönem 20’li yaşlarındaydım. Sürekli bana hakaret ediyordu biri, gözlerim bağlı olduğu için sesini duyuyordum o sesi hiç unutmadım. Bir gün Savcılığa çıkacağım, o sırada bana hakaret eden adama telefon geldi, kızlarındandı, en azından konuşmasından öyle çıkardım. Çok garipsemiştim, “böyle bir adamın kızları nasıl acaba” diyordum… Merak ettim ve telefonunu kapatınca sordum, “kızların mıydı” dedim; bana öfkeyle bağırdı: “senden nefret ediyorum çünkü ablanın ve senin adın kızlarımın adı” diye…

DEMOKRAT HABER / GÜLŞEN İŞERİ
[email protected]