Muzaffer Demirsoy / Demokrat Haber

“Konuşacaklarımız Var” diyerek insan hakları ve özgürlükler alanında mücadele eden kişi ve kurumların görüşlerini almaya başladım. İlk konuğum İnsan Hakları Gündemi Derneği (İHGD) Genel Başkanı Av. Özlem Yılmaz. Yılmaz ile Türkiye’de insan hakları bilincini, işkenceyi, AİHM mahkumiyetlerini, Osman Kavala yargılamasını konuştuk…

Genel Başkanlığını yaptığınız İnsan Hakları Gündemi Derneği’nin kuruluşundan ve faaliyetlerinden bahsedebilir misiniz?

İHGD, ulusal ve uluslararası alanda faaliyet göstermek üzere, Türkiye’nin değişik bölgelerinden gelen insan hakları savunucularının katılımı ile, 2003 yılında İzmir’de kuruldu. İnsan haklarının her türlü siyasi ideoloji ve dünya görüşünün üzerinde bir değer olduğunu kabul eden İHGD, hakların ilerletilmesinin ancak sorunların kaynağına ilişkin gerçek bir kavrayışın geliştirilmesi ve somut çözüm önerilerinin uygun taktik ve stratejiler kullanılarak hayata geçirilmesiyle mümkün olabileceğine inanmakta. Her türlü şiddeti kategorik olarak reddeden İHGD, hak ihlallerinin temel failinin devletler olduğunun bilincinde olmakla birlikte, silahlı muhalif gruplar tarafından gerçekleştirilen insan hakları ihlallerine de eşit derecede karşı durmakta. Failini ya da mağdurunu dikkate almaksızın tüm hak ihlallerini hedef alan İHGD, bağımsız ve tarafsız duruşuyla kamu vicdanını hak ihlallerine duyarlı kılacak, toplumun örnek alabileceği bir model oluşturmayı amaçlamakta.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) 2019 yılı faaliyet raporunu açıkladı. Raporda Türkiye, en çok dosya sayısına sahip 2. ülke oldu. Aynı zamanda Türkiye, AİHM tarihinde düşünce ve ifade özgürlüğünden en fazla mahkum olan ülke. Türkiye bu tabloyu düzeltmek için ne yapıyor?

Ne yazık ki Türkiye bu tabloyu düzeltmek için hiçbir şey yapmıyor. Özellikle Terörle Mücadele Yasasında yer alan örgüt üyeliği, örgüte üye olmadan yardım etmek, örgüt propagandası suçlarına ilişkin yargılamalarda mahkemeler ne yazık ki AİHM içtihatlarında yer alan ifade özgürlüğünün sınırlarını yok sayarak gerek gazeteciler, gerek akademisyenler, avukatlar ve insan hakları savunucularına yüksek cezalar veriyorlar. Derneğimiz de bu yargılamalarda mağdur olan, insan hakları alanında çalışan derneklerden biri. Üç üyemiz insan haklarına ilişkin katıldıkları bir toplantı nedeniyle 2017 Temmuz ayında toplantı sırasında yapılan bir baskın sonucu yaşadıkları gözaltı ve tutukluluk sürecinden sonra örgüt üyeliği ve üye olmadan silahlı terör örgütlerine yardım suçlaması ile karşılaşmışlardır. Ve 19 Şubat 2020’de bu dosya hakkında karar verilecek.

Türkiye insan hakları bilincine sahip mi, insan haklarına inanıyor mu?

Ne yazık ki Türkiye’de insan hakları bilinci çok zayıf. Bu da devletin insan haklarına ilişkin müdahaleleri meşrulaştırmak için insan hakları ihlal edilen mağdurları düşmanlaştırması ile ilgili. Bu durum yeni değil. Avukatlığa başladığım 90’lı yıllarda da böyleydi. Sadece düşman ve öteki zaman içinde değişiyor. Bazen terörist olarak itham ediliyor, kadınsa itham edileceği bir nokta bulunamıyorsa hafif meşrep olarak nitelendiriliyor ve failleri cezasız kalıyor. Toplum sadece kendisinin haklarının korunmasını talep ediyor. Uzağında olan ötekilerin hakları toplumu ilgilendirmiyor. Ve hepimizde ayrımcılık potansiyeli var, ayrımcılığa uğrasak da başka bir gruba ayrımcılık yapıyoruz kolayca.
Türkiye’de İnsan Hakları hukuki açıdan yeterince korunuyor mu? Sizce mevzuatta mı, uygulamada mı sıkıntı var?

Bence Türkiye’de insan haklarının korunmasında mevzuat açısından çok büyük bir sıkıntı yok. Bu sözüm yasalar çok mükemmel diye algılanmasın. Tabii ki yasalarda sıkıntılar var ancak Türkiye hem Birleşmiş Milletler’in hem de Avrupa Konseyi’nin insan haklarına ilişkin birçok sözleşmesini imzalamış ve bu konuda uluslararası mahkemelere başvuru yolunu açmış durumda. Yine bu sözleşmeler Anayasanın 90. Maddesi gereği iç hukuk hükmünde. Ve yasalarla çatışmaları halinde yasalardan önce uygulanabilirler. Ancak uluslararası sözleşmelerin varlığı yetmiyor. İnsan Haklarının korunması ve ihlallerin önlenmesi aynı zamanda sağlam bir demokrasi ve haklar lehine bir siyasal irade gerektiriyor. Ve haklarını isteyen bir toplum. Türkiye’de eksik olan bunlar.

1980-2000 yılları arasında Türkiye uluslararası platformlarda işkence ile anıldı. 2000 yılından sonra işkence iddialarında ciddi azalmalar başladı. Türkiye İnsan Hakları konusunda bir yol kat ediyor diyebilir miyiz?

2000 yılında İzmir Barosunda kurulan ve avukatlardan oluşan İşkenceyi Önleme Grubu’nun üyesi olarak işkence mağdurları ile çalışmıştım. O dönemde karakollarda işkence yoğundu ve sadece siyasal suçlarda değil diğer suçlarda da uygulanıyordu. Ancak o dönem AB‘ye üyelik ile ilgili kriterleri uygulamak için siyasi irade işkenceyi önleyici ve cezalandırıcı adımlar attı. Ancak 2009-2010 sonrası AB’ye Türkiye’nin girişi konusunda var olan isteksizlik ve engellerle birlikte siyasi irade reformları önce durdurdu sonra da atılan adımları birer birer geri aldı. Gözaltı süresindeki değişiklikler bunun en açık göstergelerinden biri. Darbe teşebbüsü ilan edilen OHAL ile işkence iddiaları çoğaldı ve yeterince soruşturulmadı. Ayrıca kötü muamele özellikle 2013 Gezi süreci sonrasında toplantı ve gösterilerde bir idari pratik haline geldi.

2000 yılında İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Başkanı Sema Pişkinsüt, bir polis merkezine baskın yaparak Filistin askısı bulmuş ve toplumda işkence konusunda önemli bir duyarlılığın oluşmasına neden olmuştu. Meclis İnsan Hakları Komisyonu şu an yeterli ve etkin bir çalışma yürütüyor mu?

Evet o dönemde Meclis İnsan Hakları Komisyonu işkence konusunda yerinde incelemeler yapıyordu o tutanaklar ve raporlar kitaplaştırılmıştı. Ancak şu an işkence ya da insan hakları ihlallerine dair devlete bağlı ve işler bir mekanizma yok. İnsan Hakları İnceleme Komisyonu etkin çalışmıyor.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Osman Kavala hakkında 10 Aralık’ta “derhal serbest bırakılmalı” diyerek hak ihlali kararı verdi, ama Osman Kavala tutuklu olarak yargılanmaya devam ediliyor. AİHM kararının bağlayıcı olmadığı, Türk hükümetinin AİHM kararına itiraz hakkı olduğu bu nedenle kararın daha kesinleşmediği için şu an uygulanmasının zorunlu olmadığı gibi çeşitli görüşler dile getiriliyor. Avrupa İnsan Hakları Hukuku alanında çalışmalarınız var, bu alanda yetkin bir isimsiniz. Bu konudaki görüşünüzü merak ediyorum.

Kavala, iki yılı aşkın süredir tutuklu yargılanıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Kavala’nın başvurusuna ilişkin kararda Türkiye’yi ağır biçimde mahkûm etti. Kavala’nın makul şüpheyle tutuklanmadığı, başvurularının süresinde ve etkili biçimde değerlendirilmediği, siyasi nedenlerle cezaevinde tutulduğu gerekçeleriyle Kavala’nın başvurusunu yerinde buldu. Kavala’nın derhal tahliye edilmesi gerektiğini karar altına alan AİHM, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 18. Maddesi’nden Türkiye’yi mahkûm etti.

Mahkemenin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını uygulamaması Anayasa'nın 90. Maddesinin açıkça ihlalidir. Söz konusu madde, tutuklamaların siyasi gerekçelerle yapılmasına ilişkin. 90. madde, "Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır" hükmünü içeriyor. Bu maddeye göre, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümleri ve AİHM kararları, kanunların üzerinde ve bağlayıcı. Ayrıca AİHM kararlarının uygulanması için kararın kesinleşmesi de gerekmiyor. Anayasa Mahkemesi kararı ile AİHM kararı çeliştiğinde ise AİHM kararının esas alınması zorunluluğu bulunuyor.