Efecan Tan / Demokrat Haber Ankara

BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder vekillik serüvenine başladığından beri seven sevmeyen herkes onu pür dikkat dinledi. Mecliste atmosfer gerginleşince Sırrı Süreyya Önder'e söz verildi ki hava yumuşasın.

Kürsüsünden Latince, Türkçe şiirler okuduğu Meclisi sorduğumuzda ''Bu haliyle bu sistemde ve bu iç tüzükle Hükümetin sekretaryası konumunda'' diyerek serzenişte bulundu.

''Vekil olduğuma pişman değilim'' diyen Önder, peki Meclis sizde neleri değiştirdi sorusuna ''Meclisin bende yarattığı farklılık, artan farkındalığımdır'' sözleriyle cevap verdi.

Sırrı Süreyya Önder'e Kürt sorununda geniş kesimlerce yankı bulan adımların atıldığı şu günlerde AKP'yi, yeni anayasayı, ‘Arap Baharı’nı, tek-tip kıyafet uygulamasının son bulmasını, Abdullah Öcalan'ı daldan dala atlayarak konuştuk ve çarpıcı cevaplar aldık.

Raci Tetik'i sorduğumuzda ise bu konuyla ilgili bir kitap hazırlığı olduğu haberini verdi…

Sözü uzatmadan lafı üstadına bırakalım…

AKP Kürt sorununda attığı cılız adımları demokrat niteliğinden ötürü mü, yoksa artık bilginin saklanamadığı çağımızda zorunda kaldığı için mi atıyor?

Bu aslında klasik siyasal iletişim hamlesi. AKP’yle gelen düzenin en büyük özelliklerinden biri de kamusal alanda konuları tartışmaya açıp, o konu ile ilgili çözümü asla dönen tartışmaya göre belirlememe, hatta çözüm üretme konusunda inisiyatif almama üstüne kurulu.

Yoksa çağın, yahut bilginin saklanamamasının bununla birinci dereceden bir ilgisi yok. Keza Kürt sorununu en çok konuşan ve bu konuyu en çok devletli bir ağızdan da olsa gündeme taşıyan gazetelerin başyazarlarının Erdoğan’a dizdikleri övgüler ortada.

Yani Kürt sorununun tartışmaya açılmasını demokratik bir hamle olarak görmeden önce kamusal alanı oluşturan araçların ne kadar özgür olduğunu sorgulamak gerekir. Sermaye medyasından sol medyaya kadar herkesin sonsuz bir baskı altında olduğu bir dönemde, yargının nefesi ensenizdeyken özgür bir tartışma ortamı nasıl oluşabilir? Bu tamamıyla, özellikle de hükümeti destekleyen liberallerce ortaya atılmaya çalışılan bir tezdi.

“ASIL ELEŞTİRİLMESİ GEREKEN ROBOSKİ’DE BOMBA YAĞDIRANLAR”

Türkiye solunun durumunu nasıl görüyorsunuz? Başörtüsüne öcü gibi bakan, Kürt sorununu misak-ı milli sınırları içinde değerlendiren, Ergenekon davasına sorgusuz sualsiz karşı duran bir ‘sol’ da var, bu ‘sol’un aldığı pozisyonlar Kemalist muhtevalarından ötürü mü?

Türkiye solu ile ilgili konuşurken bana kalırsa kimi kastettiğimizi iyi düşünmeliyiz. CHP ve etrafında konumlanan çoğu sosyal demokrat bile olmayan ama sol bir dili hala ve inatla sömüren bir gruptan mı bahsediyorsunuz, yoksa üniversitelerde, sokakta, alanlarda direnen sosyalist örgütlerden mi?

Bugün sokağa çıkıp Mahir’in, Hüseyin’in ya da Kaypakkaya’nın adını anan, onları takip eden gençleri diğer kafalarla bir tutarsanız çok büyük bir yanlış yaparsınız. Elbette bu gençlerin bağlı olduğu örgütler de tarih içerisinde hatalar yapmışlardır; ama asıl eleştirilmesi gereken bu örgütler midir, yoksa Roboski’de bomba yağdıran, 80’lerden 2010’lara Kürt sorununda OHAL konseptini açık örtük taşıyarak Bölge’yi dümdüz edenler midir?

Üniversitelerine gelen Başbakan’a çiçek vermek yerine onu protesto ettikleri için kafatasları gaz bombalarıyla kırılan bir Türkiye Solu söz konusuyken, kusura bakmayın ama eleştirel bir durum tahlili yapmayı AKP’lilerin sola yönelik “azgın ulusalcılar” söylemi ile aynı rafta durmak olarak görüyorum.

Solun içinde bulunduğu durum, şok doktrinleriyle yönetilen bir dünyaya antikapitalist bir bakış üretme konusunda yaşanan sıkıntılar ve yoğun bir sinizmle ilgili o kadar.

''AKP'YE YAKIN ESNAFLAR BİLE KEPENK KAPATTI''

Açlık grevleri Abdullah Öcalan'ın muhatap alınması dışında Kürtler'e ne kazandırdı?

Açlık Grevleri’yle ilgili bölgeden çıkarılabilecek en büyük sonuç AKP’ye yakın esnafların dahi kepenk kapatması ve Kürtlerin içeride ve dışarıda hala sonsuz bir organize olma hali gösterebildiğini göstermesi oldu; o dönemki dayanışma enerjisi bugüne taşınabildi mi, süreç ne kadar doğru yönetilebildi elbette tartışılabilir.

Yine Kürtler gibi memleketin birçok yerinde farklı kesimlerden insanların “taleplere tepki göstererek de olsa” söz konusu insan hayatı olduğunda olumlu tepkiler verebildiğini görmüş olduk.

“NE HALKIN DEVRİMCİ TUTUMUNU YADSIMALI NE DE NEOLİBERALİZMİN HAMLELERİNİ GÖRMEZDEN GELMELİ”

‘Arap Baharı’nı nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu süreci nasıl okuyorsunuz orada yaşananlar bir devrim süreci mi yoksa emperyalizmin Ortadoğu üzerindeki planlarının tezahürü mü?

Devrimlerin uzun süreçler olduğu ortada. Bugün Chicago Okulu’ndan dünyaya yayılan, ani olan değişimlerin kanıksanmasına dair teoriyi iyi görmeli ve ona göre davranmalıyız. Mısır’daki sürecin uzaması ve Tahrir’in inatla gruplarca doldurulması, hatta değişen iktidara rağmen değişmeyen iktidar yapısına karşı da insanların sokakta olması elbette dünya tarihine geçecek bir durum.

Olayları bu kadar çabuk dizayn edilebilir ve uzaktan kontrol edilebilir olarak görmüyorum. Keza ABD’nin başta ortaya koyduğu müdahillik planının adayının seçilememesi eşliğinde yürümediğini gördük; ancak elbette bu tür değişimler yeni ekonomik dalganın kendini örgütlemesi için kriz görünümlü fırsatlar olabilir.

Bu bağlamda ben ne halkın devrimci tutumunu yadsımaktan, ne de müdahaleciliğin ve neoliberalizmin olası hamlelerini görmezden gelmekten yanayım. Yeni bir çağı yaşıyoruz ve her şeyin kitabına göre yaşanmasını beklemek ahmaklık olur. Ve yine bu yeni çağı yaşıyoruz diye her gelen şeyi de başımızın üstüne koyacak değiliz. Eleştirellik bizim en güzel ideolojik mirasımız. Onu iyi kullanmalıyız.

“İHANET ETMEMİŞ BİR ÖNDERİN VARLIĞI FAZLASIYLA ÖNEMLİ BİR DURUM”

Sırrı Süreyya Önder PKK ve Abdullah Öcalan'ı nasıl eleştiriyor? Bunu şunun için soruyorum, kendinizi sosyalist olarak tanımlıyorsunuz, bir sosyalist olarak PKK'yi ve Öcalan'ı nasıl analiz ediyorsunuz?

PKK’yi analiz etmek için çok yoğun bir tarihsel birikim ve iç gözlem gerekir. Öcalan’ı anlamak içinse söylediklerini hangi dönemde ne koşullarda söylediğini, o dönem etkisinde olduğu düşünsel sürecin kalıplarını bilmek. Öncelikle bunları söyleyeyim.

İkinci olarak da şunu, bir halkın adını duyduğunda heyecanlandığı, kılına zarar gelse sokakları yerle bir etmeye hazır olduğu, üstelik onlara ihanet etmemiş bir önderin varlığı fazlasıyla önemli bir durum.

Özellikle yakın Ortadoğu tarihi bize düşüncesine ve ideallerine ihanet etmiş onlarca lider portresi sunuyor. Bu portrelerle benzeşmemesi bile Öcalan’ı farklılaştırıyor.

Bir sosyalist olarak PKK’yi veya Öcalan’ı “analiz etmek” meselesi sanırım fazlasıyla üstten bir bakış olur. Zaten bence asıl analiz edilmesi gereken sokaklara çıkan, yahut dağa çıkan, mobilize olan halk kitleleri ve onların talepleridir. “Bir sosyalist olarak” demek bile şu noktada Kürt mücadelesini dışlamak olur. Keza Kürt mücadelesinin temelinde, bir egemen ulusun ezilen ulus üstünde kurduğu sınıfsal baskının izi vardır. Kürt sorunun temelindeki bu “köleleştirilme” ekseninden uzakta bir yerde Öcalan’ı ya da PKK’yi analiz etmek yanlış olur. Sürdürülen mücadelenin sınıf mücadelesiyle hep bir ilgisi olmuştur ve olacaktır da.

BDP son kongresini ‘Türkiyelileşme’ şiyarıyla yaptı. ‘Türkiyelileşme’den kasıt nedir? Kürtler neden Türkiyelileşsin?

Çünkü Kürtler asıl meselenin bu yeni dünya düzeninde ulus devlet kurmak ya da kurmamak değil, küresel olarak tanınma elde ederken özyönetim hakkını kazanmak olduğunu biliyorlar; üstelik Kürtler bir halk olarak Türkiye içerisinde çok ciddi anlamda farklı bölgelere dağılmış durumdalar. Kürtler doğumdan ölüme Türkleştirilme politikalarıyla sadece Bölge’de değil, her yerde karşılaşıyorlar. Kürt sorununun bir bölgeyle sınırlı tutulması, bu sorunun aslında Türk sorunu, egemen ulus sorunu olduğu gerçeğinin üstünü örter. Kürtler Türkiye’nin dört bir yanında Türkiye’nin ve dolayısıyla Türkiye burjuvazisinin sömürdüğü emekçiler olarak da bulunuyorlar.

“ANAYASAYI DA O BELİRLİYOR, VEKİLLERİNİN CÜMLELERİNDEKİ VİRGÜL SAYILARINI DA”

Yeni Anayasa Türkiye için ileri bir adım olacak mı? Sizin aklınızdaki ile şu anda yazımı devam eden anayasa arasında örtüşen ve ayrışan yanlar neler?

Yeni anayasa ile ilgili olarak hep Türkiye’nin mucize formülüymüş gibi konuşuluyor; ama anayasal süreçlerin böylesine üstten işlemesi bile “toplum sözleşmesi” tanımına aykırı düşüyor. Ne yani, mecliste yapılıp yukarıdan aşağı düşen bir anayasa Türkiye topraklarındaki tüm işleyişi bir anda demokratikleştirecek mi?

Bu ülke metinlerle, hele ki hukukla yönetilmiyor ki. ODTÜ’deki anayasal protesto hakkına edilen müdahale bunun en güzel örneğiydi. Hukuktan ziyade Başbakan’a dair çeşitli eylemlere karşı yaptırım uygulama merkezi haline geldi adalet mekanizması. Korunması gereken tek kişi Başbakan, sadece onu konuşuyoruz. Anayasayı da o belirliyor, partisinin vekillerinin cümlelerindeki nokta ve virgül sayılarını da.

Böyle bir ortamda, bir 'tek adam organizasyonu'ndan çıkacak olan anayasal fikir, hele ki böylesine antidemokratik bir toplum düzeninde nasıl o toplumun sözleşmesi sayılacak?

Benim aklımdaki “anayasa yazımı” sanıyorum ki siyasal bir düello alanındansa ciddi anlamda bir toplum sözleşmesinin yazımıydı, bundan oldukça uzağız.

''SERMAYEYLE DERDİ OLMAYAN YOKSULLARIN HAKLARINI KORUYOR POZU VERMESİN”

Okullarda tek-tip kıyafet uygulaması tarihe karışıyor. Tek tip kıyafeti savunanların argümanı yeni uygulamanın sınıf farklılıklarını daha gözle görünür hale getireceği oldu, sınıf farklılıkları zaten tüm çıplaklığıyla ortada değil mi? Bu uygulamayı nasıl buluyorsunuz?

Sınıfsal farklılıkların görünür hale gelmesi bence iktidarı korkutmalı; ancak onlar yerine muhaliflerde ciddi bir sıkıntı yaşandı.

Bir okul bahçesine gidip izlerseniz, hiçbir şekilde sınıfsal farkların üniformalarla görünmez hale getirildiğini söyleyemezsiniz.

Ayakkabılarından saçlarının bakımlarına, çantalarından yedikleri yemeğe kadar birçok alanda bu farklılıklar görünür kılınıyor. Ayrıca farklı sınıflardan olan bu çocukların iletişim kurmadıklarını mı düşünüyorlar? Kullandıkları dilden, anlattıkları ev yaşamlarına dek her şey bu sınıfsal farklılıkları gözler önüne sermiyor mu?

Bir yanda CHP sınıfsal farklılık deyip başörtüsüne ilişkin kafasındaki soruları çözmeye çalışırken, öte yanda AKP bu düdük benim diyerek kafasına göre bir melodi tutturarak, kıyafeti “sınırlı serbest” bırakarak gayet de muhafazakar bir tutum sergiliyor.

Kimsenin meseleyi sınıf üstünden çözmekle derdi yok gibi geliyor bana. Meseleye sınıfsal bakan parti memleketteki tüm emeğin taşeronlaşmasına ses çıkarmaz mı? Güvencesiz çalışma rejimiyle ve patronlarla kavga etmez mi? Sermayeyle bir derdi olmayan kimse yoksulların haklarını koruyor pozu vermesin. Komik duruyor.

“BU ÜLKENİN UTANÇ HARİTASINDA EMEĞİ OLANLARLA ARAMIZA MESAFE KOYMAMIZ GEREKİYOR''

Türkiye Solu’nun bir kısmı Cumhuriyetin kazanımlarından bahseder. Nedir bu Cumhuriyetin kazanımları? Azınlıklara, işçilere hiçbir şey vermeyen tarihi darbelerle dolu bu cumhuriyetin kazanımlarından söz etmek sosyalistlerin işi mi?

Vallahi sosyalistlerin kendilerine neyi iş edinip neyi edinmeyeceklerini söyleyecek bir jüri bir süredir ortalıkta dolaşıyor.

Herkes birbirini sosyalistlikten istifaya çağırıyor. Ciddi bir kutuplaşmanın orta yerinde fazlasıyla güçsüzleşen, aynı tartışmaları ısıtıp ısıtıp tekrar yapan, dünyadaki sosyalist ve otonomist teorilere göz atmayı bile zulümden gören bir sol camia söz konusu.

Bence Cumhuriyet’in kazanımlarından bahsedenlerin karşısına AKP’nin Türkiye’ye kazandırdıklarından bahseden solcuları koyalım ve onlar bu tartışmaya devam etsinler.

Burjuvazinin iyi yönleri olmuş olabilir; ama bunun propagandasını solcular ne zaman üstlendi bilmiyorum? Onca yoldaşımızın, onca gencin, yaşlının katili olan bir düzenin bizzat temsilcileri ve hatta kendisi için “kazanımlar” edebiyatı yapmak yanlış. 1915’ten Uludere’ye kadar bu ülkenin utanç haritasında emeği olan tüm bu sistem içi unsurlarla aramıza ciddi bir mesafe koymamız gerekiyor.

‘SALT AKP KARŞITLIĞI’ DEDİĞİNİZ ŞEY AKP’YE MUHALEFET EDEMEMEKTİR

Son dönemde salt AKP karşıtlığı üzerinden bir muhalefet tarzı mı gelişti? Bunun için ne düşünüyorsunuz?

Aslına bakarsanız “salt AKP karşıtlığı” dediğiniz şey AKP’ye muhalefet edememektir. AKP’nin ta kendisine karşı olmak yaptığınız protestoyu anlamsızlaştırır, o protestonun yahut ortaya koyduğun direnişin değerini düşürür.

Ama antikapitalizm adına eylem yapıp AKP’yi görmezden gelirsen de aynı derecede eylemin anlamsızlaşır. Neoliberalizm politikalarının Türkiye’deki uygulayıcısı AKP’dir. Bugün İslami sermaye vs. gibi sermaye ayrımları AKP ile birlikte geçersizleşmiş, bu sermayeler ortaklaşmıştır. Ve bu sermaye de AKP’yi ve düzenini bir konsensüs içerisinde finanse etmekte, devamlılığı sağlamaktadır.

Ben muhalefetin daima iktidara karşı yapılması gerektiğine inanıyorum; ama iktidarın “hükümet” değil, hükümetin sermayeyle yaptığı işbirliği sonucunda ortaya çıkan mekanizma olduğunu görerek bunu yapmak şart.

“TÜRK SİYASETİNDE KADIN FİGÜRÜ ANNELİK İLE KURTULUŞ SAVAŞI’NA ERZAK TAŞIYAN KADIN ARASINDA”

Kürtler zorunlu bir politizasyon sürecine maruz bırakıldılar. Kürt kadınlarının hayatın içinde bu denli ağır inisiyatifler alması, örgütlenmesi buna bağlanabilir mi? Kadınların en çok söz sahibi olduğu parti BDP. Bu neden böyle?

Bence soruyu şöyle sormak lazım: Kürtler hariç partilerde kadınların “kadın kollarına” sıkıştırılması, Kürt kadını dışında Anadolu’da yaşayan kadınların siyaset dışı bırakılmasının sebebi nedir? Kürtlerin politize olmalarının altında yatan nedenler çok açık. Dahası Kürt kadınlarının politize olmalarının altındaki neden daha da net: Eşitlik talebiyle ortaya çıkmış bir hareket toplumsal cinsiyet normlarının altında ezilirse devrimciliğini yitirir.

Kürt siyasi hareketindeki güçlü kadın kimliği her iki mücadelenin de yeterince kuvvetli yürütülmesini sağlıyor. Elbette bunu kitleye tam manasıyla yaymak için daha da çok çalışmak gerekir; ama asıl sorulması gereken “kadınlara seçme/ seçilme hakkı vermek” ile övünen partilerin, partilerindeki kadınların varlığını indirgediği nokta olmalı.

Türk siyasetinde kadın figürü annelik ile Kurtuluş Savaşı’na erzak taşıyan kadın arasında bir yerde kalmış durumda. Ben bunun bilinçli bir dışlama olduğunu düşünüyorum.