Ahmet Koçak / Demokrat Haber

Hünkâr Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Veliyyettin Hürrem Ulusoy ile Türkiye gündeminde öne çıkan konuları, Barış Süreci’ni, Gezi Parkı Direnişi’ni, yeni Alevi Açılımı’nı konuştuk…

Son aylarda Türkiye, barış süreci ile başlayan önemli gelişmelere sahne oldu. Öncelikle “Barış Süreci” hakkındaki düşüncelerinizi bizimle paylaşır mısınız?

Hacı Bektaş Veli, “Yetmiş iki millete bir nazarla bak” der. Yaşadığı dönemde Hacı Bektaş Veli’nin yerleştiği yer olan Kapadokya bölgesi Hıristiyanlığın merkezlerinden biridir. Ama Hacı Bektaş Veli ve ardıllarının düşüncesinde hiçbir zaman, “gelin, benim inancıma girin” şeklinde bir ısrar olmamıştır. Onlar Dergâhlarını kurmuşlar ve inançlarını, geleneklerini yürütmüşler, ama kimseye herhangi bir zorlama yapmamışlardır. Toplum, onları görerek gelmiş, Dergâh’ta o inanca mensup olmuş, sevmiş, benimsemiştir.

İnancımıza göre hükümet ya da devlet eliyle inançlara müdahale etmek ya da bir inancın yararına diğer inanç toplumlarına baskı uygulamak kabul edilemez. Ayrıca böyle uygulamaların, günün gerçeklerine de ters olduğu açıktır. Çağdaş demokratik hukuk normlarına, insan hakları ilkelerine göre kimsenin görüşü zorla-şerle değiştirilemez, hiçbir toplum zorla asimile edilemez.

“BARIŞ SÜRECİ”NDEN MUTLU OLDUK, SEVİNDİK, AMA

Bugün ilerlemesine umutla baktığımız “barış süreci” öncesinde, toplumlar arası ilişkilerde çok ağır hatalar işlendi. Gün bunları aşma günüdür, dünü geride bırakma günüdür, ancak “barış süreci” yürüyor diye, toplumlar arası ilişkilerde var olan diğer sorunlar unutulmamalıdır.

Daha önce de söyledik, biz “barış süreci”nden mutlu olduk, sevindik, ama diğer toplumların sorunlarının da çözüm yaklaşımıyla ele alınması gereklidir. Ne yazık ki acılı tarihimizin, katliam ve talanların biriktirdiği sorunlara, Alevilerin, Ermenilerin, Ortodoksların ve diğer Hıristiyanların, Süryanilerin, Ezidilerin sorunlarına çözüm içeren bir yaklaşım görülmemektedir. Tam tersine, atılan adımlardan geri dönülmekte ya da göstermelik adımlarla var olan durumu içinden çıkılmaz hale getirmektedir.

TEMEL İLKELER LAİKLİK VE DEMOKRASİ OLMALI

“Çözüm süreci”ne paralel olarak Türkiye’nin önünde devletin yeniden yapılanması, yani yeni bir anayasa yapılması sorunu durmaktadır. Anayasa yapımı sürecinde toplumlar arası ilişkileri düzenleyecek temel ilkeler laiklik ve demokrasi olmalıdır. Bu iki ilkeden taviz verilmesi ya da bu iki ilkenin çiğnenmesi, toplumlar arası ilişkilerin düzelmesine değil, daha da bozulmasına yol açar.

Bu laiklik ve demokrasi konularındaki kaygımızı açıkça dile getiriyoruz. Biz, ne kimsenin inancına karışıyoruz, ne de kimsenin bizim inancımıza karışmasını istiyoruz. Biz her inanca saygı duyuyoruz, ama aynı saygının bizim inancımıza da gösterilmesini bekliyoruz. Devlet zoru ile Alevilere ve devlet Sünniliği dışındaki inançlara karşı uygulanan her türlü baskı ve asimile etme çabasına karşıyız.

Dinin devlet işlerinden, devletin de din işlerinden elini çekmesinden yanayız. Laiklik bu temelde bir anlam kazanır. Bu nedenle yeni anayasa ile belirlenecek devlette Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kuruma yer olmaması gerektiğini ısrarla vurguluyoruz. Devletin, beğenmediği inançları ve o toplumların tarihini silme çabalarına girişmesine ya da böyle girişimlere destek olmasına karşıyız. Devletin tek görevi, bir inanç toplumunun diğerine baskı ve zorbalık yapmasının önüne geçmektir; inançlar-üstü ve tarafsız olmaktır.

Türkiye’de laiklik konusunda bir kavram kargaşası yaratılmak istenmektedir. Bazı çevreler, ısrarla laikliğin dinsizlik demek olduğunu öne sürmektedir. Aynı çevrelerden, “Ben laik değilim!” sözünü duymaktayız. Bu bir çarpıtmadır, çünkü laiklik kişisel bir konu değildir, devletin örgütlenmesi ve dinlere-inançlara karşı tutumu ile ilgili bir ilkedir. Laiklik, bu çevrenin iddia ettiği gibi topluma devlet eliyle dinsizliği dayatmak demek değildir. Devletin, bir inanç adına diğer inançları baskı altına almaya bir son vermesi demektir. Devletin dinleri ve inanç toplumlarını serbest bırakması, ancak aralarındaki ilişkiyi sıkı bir şekilde denetlemesi demektir. Bu denetim görevinde devletin, inançlar üstü ve tarafsız olması demektir.

Bu çevrelerin yaklaşımı aslında,  “Ben, kendi inancımı sana, zorla veya kandırarak kabul ettireceğim; kabul etmezsen gerisini sen düşün” demektir. Yurdumuzun nüfusu çoğunlukla Müslüman olmakla birlikte, farklı mezheplerden ve farklı dinlerden vatandaşlarımız vardır. Bu yaklaşım, tüm toplumun huzur ve refahı için bir tehdit oluşturmaktadır.

Biz, tüm dinlerin ve inanç toplumlarının bir arada huzur ve kardeşlik içinde yaşamasın için biz, “Biz kimsenin inanç ve düşüncelerine karışmıyoruz. Kimse de bizim inanç ve düşüncelerimiz karışmasın. Devlet dinler-inançlar karşısında tarafsız olsun, inanç toplumları arasında huzur ortamını gözetsin” diyoruz.

Bu nedenle, devlet yapısı içinde yalnız Sünniliğe hizmet eden bir kurumunun olması bence iki yönden sakıncalıdır: Birincisi, yukarıda anlattığım gibi laik bir devletin böyle bir kurumu olmaz. Olursa, laiklik sözde kalır, toplumlar arasında huzur kalmaz, tam tersine inançlar ve dinler baskı altında tutulur. İkincisi, bu durum Anayasal eşitlik ilkesine aykırıdır; bu toplumda bir kesimin diğerleri üzerine tahakküm kurması demektir.

Alevi-Bektaşi anlayışında her şey rızalık ve kul hakkına dayanır. Sünni olmayan vatandaşların vergilerinin Diyanet İşleri Başkanlığına aktarılması kendilerince nasıl “helal” sayılıyor, bilemiyoruz. Bu tutum ve davranış bize çok ters geliyor. Bu nedenle devletin ve yerel yönetimlerin, inanç toplumlarına her hangi bir mali yardım yapmasına karşıyız.

Buna karşın devletin zorla el koyduğu dini vakıfların mülklerinin gerçek sahibi olan inanç topluluklarına iade edilmesi gerektiği açıktır. Din-inanç toplumlarının kurumlarına zorla dayatılmış sınırlamaların ve yasakların da kaldırılması gerektiği açıktır. Bunları içermeyen öneriler, sorunları çözmeyeceği gibi daha ağırlaştıracaktır.

Huzur içinde, el ele, kardeşçe yaşamak isteniyorsa, ülkemizde her topluma, her inanca aynı derecede saygı gösterilmesi şarttır. Hem bireyler olarak, hem de toplumlar olarak karşılıklı sevgi ve saygı içerisinde yaşamayı başarmamız lazım.

Biz gelecekten umutluyuz, çünkü kendimiz için ne istiyorsak, başkaları için de aynı şeyi istiyoruz. Kendimizi bilmek bizim temel ilkemizdir. Bir olursak, iri olursak, diri olursak çözülmez gibi görülen sorunların çözüldüğünü hep birlikte göreceğiz.

Taksim Gezi Parkı’ndan çok sayıda Alevi-Bektaşi genç direnişe katıldı. Yüzlerce can yaralandı, birçok can kaybı oldu. Büyük bir zorbalıkla karşı karşıya kaldılar, ama farklı ve yaratıcı yöntemler bulunarak direndiler. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Hacı Bektaş Veli, “Her şeyin büyüğü bilim ve hilimdir (yumuşaklık). Yolumuz, ilim, irfan ve insanlık sevgisi üzerine kurulmuştur. İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” der. Bunlar bizim yolumuzun temel düsturlarıdır. Bizim, her gün yaptığımız nefis mücadelemizle, kendimizden ve toplumumuzdan uzaklaştırmaya çalıştığımız yanlışlar arasında kin, kibir ve gıybet vardır. Gençlerimizi de bu temelde yetiştirmeye özen gösteririz.

Ne yazık ki içinde yaşadığımız toplumda bizim anlayışımıza taban tabana zıt yaklaşımlar vardır. Bazıları, “Dindar ve kindar bir gençlik yetiştirmek” amacını açıkça vurgulanmaktadır. Bugünkü siyasi iktidarın son zamandaki birçok uygulamalarında bunun etkisini görmek olanaklıdır.

Bizde karar almadan önce meşveret, danışma-tartışma ve muhabbet, sorunlara ve insanlara sevgi ile yaklaşan ve rıza almayı hedefleyen görüşme esastır. İktidar çevrelerinde ise tek adamlık, en iyisini ben bilirimcilik, dediğim dedimcilik, ben yaptım olduculuk, kendi doğru bildiklerini topluma dayatmak ve biat etmeyene zor kullanmak anlayışı ağır basmaktadır

İktidar son dönemde tek yanlı kararlarla, toplumla tartışmadan, rıza almadan bir dizi büyük projeyi, alelacele uygulamaya koyacağını ilan etmiştir. Bunların çevreye ve gelecek kuşaklara yapacağı etkiyi düşünmeden, bilim adamlarıyla ve ilgili taraflarla bir danışma ortamı yaratmadan kazmayı alıp yola dökülmüştür. Biliniyor, ama bunların bazılarını saymak gerekirse:

  • Sadece ülkemizi değil, tüm Ege ve Karadeniz bölgesini ilgilendiren sonu öngörülmez bir çevre felaketi olacak Kanal İstanbul projesini uygulamaya koymaya karar vermiştir.
  • İstanbul’un ve Trakya’nın su kaynaklarını perişan edecek dev bir havaalanı, daha projesi bile yapılmadan ihale edilmiştir.
  • Galata rıhtımında eski tarihi dokuyu yok edecek ve denizi biraz daha dolduracak bir Kurvaziyer Limanı inşası ihale edilmiştir.
  • İstanbul’da deniz doldurmaya doymayan iktidar, Anadolu ve Avrupa yakasında iki devasa deniz doldurma projesini, toplantı ve gösteri yürüyüşleri için alan yaratmak olarak adlandırmış ve Anayasal bir hak olan toplantı ve gösteri yürüyüşlerini bu alanlar dışında yasaklayacağını duyurmuştur.
  • İstanbul’da halka açık nadir yeşil alanlardan bir olan Çamlıca’da, eski bir Osmanlı camiinin kötü bir kopyasını kondurmak üzere ağaçlar kesilmeye ve toprak kazılmaya başlamıştır.
  • Yıllar önce kendilerinin “çevre katliamı olur” diye karşı çıktıkları üçüncü boğaz köprüsü ve çevre yolu geçirmek üzere İstanbul’un kuzeyindeki ormanları yeşil alanları yok etmeye girişmiştir. Üstelik en yetkili ağızlardan, bu köprüyü Kızılbaş-Alevi-Bektaşi toplumunun burnunu sürtercesine Yavuz Sultan Selim olarak isimlendireceklerini tebliğ etmişlerdir.
  • Tüm bunlar da yetmemiş gibi İstanbul’da toplumun kendilerine oy vermemiş kesimlerinin hassasiyet duyduğunu bildikleri Taksim’de bir yıldır süren sözde “yayalaştırma projesi” ile bölgeyi köstebek yuvasına çevirmiştir. Atatürk Kültür Merkezi’ni onarmak bahanesiyle yıllardır kapalı tutmaktadırlar. Taksim’e cami yapmak hep gündem tutulmuştur. Ve bölgenin son yeşil alanı olan Gezi Parkı’nda eski bir kışlayı yeniden inşa etmek bahanesi ile yeni bir AVM yapmaya girişeceğini duyurmuştur.

Gezi Parkı’nın oldu-bittiye getirilip yok edilmeye girişilmesi üzerine yeter deyip, bunlara karşı çıkan genç, okumuş, ilim ve hilim sahibi, aşına-işine-eşine sahip gençlerin sözlerini dinlemek yerine, söz söylemelerini bastırmak üzere ağır bir şiddet uygulanmıştır. Polisin ve adalet sisteminin, iktidarın istediği gibi dindar ve kindar yaklaşım gösteren, hukuki çerçeveye sığmayan uygulamaları hepimiz tarafından görülmüştür. Canlara kıyılmıştır, cenazeler engellenmiştir, namuslu, yalan söylemez din adamlarına bile baskı yapılmıştır. Yazılı ve sözlü basın da çok kötü bir sınav vermiştir.

Ama teknolojiyi daha iyi kullanan gençlerin sözleri, sadece Türkiye’de değil, artık küçülmüş dünyanın, “küresel köyün” dört bir köşesinde yankılanmıştır. Kürt-Türk, Alevi-Sünni, Müslüman-Hıristiyan-Ateist, farklı cinsel ve siyasal tercihlerden on binlerce genç el ele vermiş, son derece akıllı, esprili, ama kararlı ve esnek biçimler içinde istemlerini dile getirmiştir. Yapılan baskılara karşı yılmadan, içinden geçtiğimiz barış sürecinin hassasiyetlerini dikkate alan, tanışmaya, kardeşleşmeye, konuşma-görüşmeye, birliğe vurgu yapan çözümler önermişlerdir. Kendi hatalarından ders çıkarmış, ilk heyecanla yaptıkları yanlışlarını düzeltmeye çabalamışlar, örneğin ağızlarına yakışmayan küfürlü sözleri kaldırmışlardır.

Bizim tarihimizden gelen bir toplumsal ütopyamız vardır, adına “Rızalık Şehri” deriz. Gençler, parklarda kurdukları kamplarda kısa sürede olsa yaşama geçirdikleri ütopyanın, bir kere paylaşımcılığı, dayanışmayı ve kardeşleşmeyi yaşayanın asla unutamayacağı o ütopyanın, bizim düşünce dünyamızda köklü bir yeri olduğunu mutlaka öğreneceklerdir.

Biz onlarla gurur duyduk. Onlardan öğrendik. Onlar direnişleriyle ülkemizin genç nesillerinin üzerine serpilmiş ölü toprağını silkelediler. Dayatmalara karşı çıkarken, bizim rızamızı almak zorundasınız dediler. Demokrasinin sadece seçimden seçime oy vermek demek olmadığını, demokrasinin halkın, karar oluşturma süreçlerine sürekli olarak katılması demek olduğunu hatırlattılar. Farklı görüşlerin bir arada eşit ve kardeşçe yaşamasının temeli olan laiklik ilkesine sahip çıktılar.

Umarım onlar bir daha demokrasi, laiklik, eşitlik, kardeşlik ilkelerinden taviz vermezler. Bu ilkeleri çiğneyenlerin karşısına dikilmekten de çekinmezler.

AKP, unuttuğu Alevi Açılımını yeniden gündeme getirdi. Bazı planları olduğunu açıkladı.
Dedeleri eğitmek ve maaş’a bağlayarak cemevlerinde görevlendirmek de bunların içinde. Gelinen sürece ilişkin görüşlerinizi söyler misiniz?

Barış süreci ve özellikle Gezi Parkı direnişi ardından gelişen siyasi ortamda başbakanın ağzından hükümetin Alevi Açılımına “bırakıldığı yerden devam” edileceği sözlerini duyduk. Bu tutum ve sözler bile çok üzücü ve samimiyetsizdir: Demek ki hükümet isterse Alevi toplumun hak ve istemlerini olduğu gibi “bırakmakta”, isterse yeniden bıraktığı yerden “devam” etmektedir. Bu yaklaşımın ülkemizin tarihindeki ağır haksızlıkları gidermekle, devletin tarafsızlığını, demokrasiyi ve laikliği kurmakla bir ilgisi olamaz. Bu tutum bile, daha önceleri “Alevi Açılımı” adı altında yapılan çalışmaların ne kadar kof olduğunu bir kez daha göstermektedir.

Henüz ortada belirli bir öneri yok, ancak belli noktalar belirginleşiyor. Hükümet, Alevi-Bektaşi-Kızılbaş toplumunun duyduğu tepkileri yüksek sesle dile getirdiği üçüncü köprüye Yavuz adını vermekten geri adım atmayacakmış. Ama bizim ulularımızın isimlerini de bazı büyük projelere vereceklermiş.

Bu tutum, hükümetin Alevi Açılımındaki samimiyetsizliği bir kez daha ortaya koymaktadır. Katliamcı sultanlar ile bizim ulularımızı bir araya koyan, birbiri ile kıyaslayan yaklaşımı tümüyle reddediyoruz. Bizim ulularımızın adlarının siyasi oyuncak haline getirilmesini de kabul etmeyiz.

Dersim Katliamında bir rol oynadığı bilinen Sabiha Gökçen isminin, verildiği havaalanından alınması da bu çerçevede gündeme getirilecekmiş. Burada da siyasi kurnazlıklar ve çıkar hesapları öne çıkıyor. Dersim katliamı tüm Kızılbaş-Alevi-Bektaşi toplumu için kanayan yaralardan biridir. Ama bu konunun basit siyasi çıkarlar uğruna partiler arasında bir ayak topuna çevrilmesi girişimlerine biz taraf olmayız. Bizim Dersim konusundaki tutumuz da gayet iyi bilinmektedir.

Hükümetin bu yeni tutumuna göre Alevi Açılımının ölü doğmuş önerileri bir kez daha gündeme getirilecekmiş. Örneğin, Alevilere Diyanet İşleri Başkanlığında yer verilecekmiş; Devlet bütçesinden cemevlerine yardım yapılacakmış; Cemevleri, tekke ve zaviye sayılmayarak yasak kapsamı dışında tutulacakmış; dedeler bir üniversitede eğitilecekmiş ve inanç önderi olarak cemevlerine atanacakmış.

Ortada dolaştırılan bu sözlerin, bu yaklaşımların hiçbiri bizim için kabul edilebilir değildir. Daha Alevi Açılımı çalışması bitmeden bunu kamuoyu ile paylaşmıştık. Biz bir öyle bir böyle konuşmayız, tutumuz değişmemiştir.

ALEVİLİK DİYANET İÇİNDE YER ALAMAZ, ALMAZ

Kızılbaşlık-Alevilik-Bektaşilik, bugünkü Diyanet İşleri Başkanlığı kurumu içinde yer alamaz, almaz. Alevi-Bektaşi toplumu laikliği esas alır. Hem laikliği savunup hem de laiklik dışı bir kurumda temsil edilmek istemeyiz.

Mevcut durumda sorunumuz, görüşlerimizin Sünni İslam tarafından meşru görülmesi ya da Başbakanlığa bağlı bir “genel müdürlük” veya Diyanet’te temsil değil, laik ve demokratik bir devlet yapısında kültürel ve bireysel düzeyde eşit ve özgür olmak istediğimizin bir türlü kabul edilmemesidir.

Üzerinde önemle ve dikkatle durduğumuz konulardan birisi dedelerin-zakirlerin devlet tarafından cemevlerine atanması ve maaşa bağlanması konusudur. Bu bizim toplumumuzun kabul edeceği bir şey değildir. Devletten maaş alan dede, bu devletin memuru olur, artık iktidarların dümen suyunda gitmek zorundadır. Maaşlı dede, benim dedem olamaz, ona maaş verenin görevlisi olur. Böylece, Devlet kendi Alevisini yaratır. Böylece dedelik kurumu biter; dedelik bittiği zaman Alevilik-Bektaşilik de biter.

Belli ki yolumuzun gereğini yüzyıllar boyu yerine getiren dedelik, bir maaşa teslim alınır sanıyorlar. Yanılıyorlar. Hiç şüphesiz Alevi-Bektaşi toplumunun içinden de bazı bireyler böyle devlet imkânlardan yararlanmak isteyecektir. Bizim inancımızda böylelerinin, “Yediği haram, yuduğu murdar, tacı delik, kendi murtad” sayılır. Bizim toplumuz, devlet tarafından atanmış maaşlı dedeyi-zakiri ve diğer hizmet sahiplerini asla benimsemez.

Bizim dedelerimiz ve diğer hizmet sahiplerimiz, Aleviliği-Bektaşiliği her türlü kötü şartlarda bugüne taşıyan, yol aşkı olan büyüklerimizdir. Yol aşkı olan insan, cebini maddi olanaklarla doldurmak için değil, ruhunu manevi dünya için doldurmak için yaşar. Talibin bir anlık mutluluğu, onun için tüm maddiyatların üstündedir.

Bir dede görevlerini devletten alacağı maaş karşılığı yaparsa, yaptığı dedelik değildir. Dedelerin görevi gönülleri tamir etmek ve insanları mutlu etmektir. Tarih boyunca dedeler maaş almadan, toplumumuzun öğretmeni, doktoru, psikologu, hâkimi, yol göstericisi olmuşlardır.

Bizim toplumumuzda Hakkullah bir rıza lokmasıdır. Bu sadece bir araçtır, amaç değildir. Dede, Hakkullah istemez; talip rızalıkla verirse verir, vermezse dede, “neden vermiyorsun” demez; vermediği için de o talibine başka gözle bakmaz, çünkü aralarındaki ilişki çok farklıdır, maddiyata dayanmaz.

Dedelik kurumu bir hizmet kapısıdır; geçim kapısı değildir. Dedeliği geçim kapısı gibi gören bir dede Alevi-Bektaşi inancına ihanet etmiş olur ve toplum içinde kabul görmez. Dede ile talibin arasına devletin ördüğü maaş duvarı girerse, dedelik hizmeti olmaz. Alevi-Bektaşi inancının içi boşaltılmış olur, adından başka bir şeyi kalmaz.