Türkiye sıcak günlerden geçiyor. Kürt sorununda dönülmez akşamın ufkuna doğru ilerlerken, şiddet sözün, savaş müzakerenin yerini alıyor. Tam da bu kötü gidişatın ortasında geçtiğimiz günlerde iki önemli girişim yaşandı.

Siyasette diyaloğu başlatmak, Kürt sorununa çare bulmak ve anayasa görüşmelerini hızlandırmak amacıyla kurulan ve kamuoyunda ‘Akil İnsanlar’ olarak da adlandırılan ancak kendilerini ‘Temas ve Diyalog Grubu’ olarak tanımlamayı tercih eden grup ikinci toplantısını gerçekleştirdi.

İkinci olarak da, CHP yöneticileri ve milletvekilleri bir grup aydınla Kürt sorununda çözüm önerilerini masaya yatırdı.

Biz de bu iki girişimde de yer alan bir isimle, Bekir Ağırdır’la hem Kürt Sorunu’nu hem Türkiye’nin sıcak gündemlerini ve geleceğini konuştuk…

Bekir Ağırdır, Türkiye’nin en prestijli araştırma şirketlerinden KONDA’nın Genel Müdürlüğünü yapıyor.

 R. Sevim Yaşar / Demokrat Haber

- Suriye, Lübnan ve Ortadoğu’da iç savaşa doğru gidişi nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu ortam içinde Kürt sorununun çözümü mümkün olur mu?

Üç beş adım geriye gidip bakınca bütün dünyada demokrasi değişti, gündelik hayat değişti. Bütün bu değişimler içinde değişmeden diktatörce yönetilen, otoriterce yönetilen bütün ülkelerde, Ortadoğu’da böyle bir kaynama olması bekleniyordu, beklenmeli de.

Biz hep siyaset üzerinden konuşuyoruz meseleleri ama iletişim ve ulaşım alanında olan değişikliklerden dolayı, Afrika’nın en uç köşesindeki adam bile dünyada ne olduğunu, İsveç’te nasıl bir hayat, sosyal güvenlik düzeni olduğunu biliyor, öğreniyor. Dolayısıyla insanları, bildiği bir şeyin kendisinde olmama haline razı etme hali yönetimler için gittikçe daha zor oluyor. Halbuki, eskiden böyle değildik. Eskiden yalnızca merkezden bir şey anlatıyorsun, hayat şöyledir diyorsun, insanlar kuzu kuzu uyuyordu kurallara. Sadece bu sebepten bile sade insanların, iktidar gücü olmayanların, mağdurların, sosyal olarak, kültürel olarak, her türlü eksiklik hissedenlerin zaten bir gün artık kaybettiklerini isteyecekleri ortamın oluşması doğal.

 

-Şu anda bu ortam var mı sizce?

Var tabii… Tunus’ta ve Mısır’da ilk olarak örgütlü bir isyan başlamadı mesela… Suriye biraz daha farklı … Hayat ritmi değişiyor. Mesela, Tunus’ta insanlar ayaklanıyor ve bir değişim yapıyor. Bunu gören Suriye, Mısır veya Türkiye’deki gencin var olana aynı biçimde razı olması mümkün değil. Bu yüzden kartopu çığ gibi büyüyor. Burada mesele bu değişimi kanlı yapan, silahlara çeviren şey yönetimlerin, iktidar sahiplerinin hayatın içinden gelen bu tepkiyi nasıl yönetip göğüsledikleri meselesidir. Otoriter yönetimler doğal olarak bunu hemen siyasetten algılayıp, dış güçlerin atraksiyonu sanıp, kendi vatandaşlarını anlayıp düzende değişikliğe gitmek yerine başka bir siyasetten okuma başlıyor. İsyanlara tepkiyi öldürmek, baskı kurmak, yasaklamak, hapse atmak üzerinden yapmaya başlayınca da doğal olarak süreç kanlı hale dönüyor.

Ortadoğu ve Suriye’nin meselelerinden öte böyle bir şey var. Hayatın doğal akışı bu. İkinci olarak, Ortadoğu ülkelerinin ortak karakteri vardır. Hepsinin petrol geliri vardır. Halkları özellikle genç nüfusları dünyayı biliyor. Yönetimlerin ekonomik olarak kaynak dağılımını düzenlemeleri, reformlar yapmaları lazım. Bunu yapmadıkları zaman iş başka gerilimlerine yol açıyor.

Üçüncü mesele kimlik siyaseti. Tüm dünyada gündelik hayatın içinde ve siyasete de yansıyan böyle bir gerilim var. Hepsi bir araya gelince bir gerilim doğdu.

-Ekonomide de değişiklik var mı?

Bir başka önemli değişiklik, güç merkezi ekonomik olarak batıdan doğuya doğru kayıyor, siyasi ağırlık noktası da kayıyor. Bir yandan da beşinci faktör, 2012 dünyasında artık insan hakları kavramı insanların ortak hakkı olmuş durumda. Bütün bu süreci doğru yönetemeyen diktatöryel, otoriter düzenlerde gerilim daha şiddetli oluyor. Irak, Suriye, gibi doğrudan Ortadoğu’da olanlar birebir bizi etkiliyor.

 

KAFKASLAR VE ORTADOĞU’DA SORUNLARI ŞİDDETE BAŞVURMADAN ÇÖZEBİLECEK ÜLKE YOK

Türkiye Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’nun ortasında. Üç tarafı da birçok farklı etnik ve kültürel farklılıkların bir arada olduğu coğrafya. Bunların siyasi ayrımları, yani sınırlar 1900’lerin başlarında oluşturulmuş, birçoğu da suni olan sınırlar. Hepsi bir arada olunca bu kaynamanın Ortadoğu ve Kafkasya’da olması çok doğal aslında… Kafkaslarda ve Ortadoğu’da konuşulabilir bir ortamı olan, şiddete başvurmadan bunları çözebilecek yönetimler de yok ortada. Bütün eksikliklerine rağmen Türkiye biraz farklı, diğerlerinde bu da yok. Diğerlerinde başlayan gerilimin diğer toplumları etkilememesi düşünülemezdi.

KÜRT SORUNUNU ÇÖZMEDİKÇE DİNAMİKLERİ DE DEĞİŞİYOR

Ülkemize dönersek, bizde de Kürt meselesi var. Biz bu sorunda her şeye rağmen demokrasi olarak iki adım öndeyiz. Gitmemiz gereken 90 adım olsa da diğerlerine göre iki adım öndeyiz. Kürt meselesini 30 yıldır çözemedik. Önceki 100 yılı geçiyorum… Çözemeyince, Kürt meselesinin Türkiye içindeki dinamikleri zaten değişiyor. Kürt meselesi ‘1950’den, ‘70’den, ‘90’lı yıllardan ayrı. Çünkü kendi dinamiğinin niteliği, boyutları, aktörleri bir yandan değişiyor. Bütün bu değişimlerin yanına Ortadoğu’daki gelişmeler de boyuta eklendi. Biz sorunumuzu çözemeden geldiğimiz için, doğal olarak bu olaylar bizi etkileyecek. Sınırlarımızı koruduk diyerek, kağıt üstündeki çizgili noktalı hayali sınırlarla bu sorunu dışarıda tutamayız. Türkiye henüz, hala bunu anlamadı…

 -Bunu anlamamasını değerlendirirsek… Tüm dünyada gerilen bir ortam var, Türkiye’de de gerilen bir ortam var. Kürt sorunu Türkiye’deki genel demokrasi mücadelesinden ayrı bir yerde gibi algılanıyor, bunun etkileri var mı?

Var tabii… Türkiye’de problemi doğru tarif edelim. Ulus devlet, 1900’lerin başında tüm dünyada ulus ve etnik ağırlığa göre gelen bir tanım. Bütün dünyada da bulunduğu toplumu türdeş kabul edip farklılıkları yok sayan bir yapı var. Mesele 1940’lardan sonra dünya bu monolotik toplum yapısıyla süremeyeceğini görerek, demokratikleşme için reformlar yaparken Türkiye bu zihni değişime ayak uydurmadı. “Uyduramadı” bile demek mümkün değil, “uydurmadı”… Çünkü devletin kendince sebepleri var, bu ayrı bir konu. Devletin karşısındaki kitleyi hala tek tip gören bir yapısı var. Vatandaş tanımında, vatandaşın hakları demeyen, vatandaşın devlete ödevleri diyen bir hukuk ve siyasi rejim içindeyiz. Türkiye’deki hukuk ve kanunlar çok büyük oranda vatandaşın devlete karşı ödevlerini yerine getirip getirmediğini denetlemeye yöneliktir. Karşı çıkılınca cezalandırma kurallarını tarif eden bir yapıya sahibiz.

 

SİSTEM HAYATA GÖRE KENDİNİ YENİLEMİYOR

Halbuki hayat başka bir hale geldi. Beğensek de, beğenmesek de, duygulardan arınıp bakınca, farklılıklarımız var… Yalnızca etnik değil, din olarak, dil olarak, tercihlerimiz olarak, kıyafet olarak farklılıklarımız var. Tek tip olmadığımızı gördük. 70’lerden bu yana Türkiye müthiş bir toplumsal değişim yaşıyor, dünyayla paralel olarak. Sorun, rejimin, sistemin hayata göre kendini düzenlememesi. Cumhuriyeti demokratikleştirme konusundaki her direniş, Cumhuriyet tapınmasına dönüştü veya her şeyi baştan itibaren kurucu kadrolara yıkmaya dönüştü. Halbuki, konuştuğumuz, 1940’daki düzen, 2012’de sürdürülemez. Bu kadar basit… Devleti, ülkeyi yöneten askeri, sivil bürokrasi, sermaye buna razı olmadığı için devlet buna 2000’e kadar direndi. Sonra iktidar değişimi oldu.

- Bu değişimin etkisi oldu mu?

Kürt meselesini şöyle tarif etmek de mümkün, yüz yıldır bu ülkenin sorunu ne? Bir, kalkınmak, iki, modernleşmek, toplumsal dönüşüm. Kalkınmada nereye geldiğimiz belli, ama içeriği, kalitesi nasıl? Gelir dağılımına baktığımız zaman, sorun olduğu açık. Kalkınmışız, ama kalite sorunumuz var. Toplumsal dönüşüm olarak, gündelik hayatta çok büyük mesafe almışız. 1920’de nüfusun yüzde sekseni köyde yaşarken, şu anda kentlerde, okuma oranı, bilgisayar olarak yol almışız. Ama içeriğiyle ilgili sorun var. Ne kentimiz kent, ne ulaşımımız ulaşım. Evet, yılda yirmi milyon adam uçağa biniyor. Otuz yıl önce bu sayı 500 bin imiş. Ama ne kentler, ne konutlar, ne hayat, ne sosyal güvenlik güvenli, nitelikli ve kaliteli değil, birbirimizle de sorunlarımız var.

 

SORUN KÜRT MESELESİ OLMAKTAN ÇIKMIŞTIR, SORUN TÜRKİYE MESELESİDİR

80 yıl boyunca kalkınma ve modernleşme dediğimiz bu iki sürece, bu yıllar boyunca Kürtler kendilerine dair kısımlarına kendi iradeleriyle katılamamış, sorun bunun sonucu demek mümkün. Bu tanım doğruysa, Türklerin de önemli kısmı buna katılamadı, Aleviler ve dindarlar da. Sorun Kürt meselesi olmaktan çıktı, sorun Türkiye sorunudur, Demokratikleşme ve devletin yeniden yapılandırılması, inşası, toplumun demokratik ve hoşgörülü olması, hukukun üstünlüğüne inanan bir toplum olmaya dönüşmesi hepimizin ortak talebi haline dönüştü. Devlet bir yere kadar bu değişimin farkında. Bürokrasi koridorlarında bütün bunların konuşulmadığını varsaymak yanlış. Bu direniş nereden? Hala - buna artık Sevr sendromu mu denir, imparatorluk bakiyesi olmanın ruhi travmaları mı denir- bu değişime ayak uydurmak istemiyor devlet. ‘Buraya kadar olur, sonrası olmaz ‘ diyor. Hayatın içine, demokrasiye güvenemiyor, Bu direniş de ölümlere sebep oluyor.

 -Halkın geniş kesimlerinin talepleri var, ama son yıllarda hak taleplerinde de gerileme yaşanıyor. Türkiye’de sadece PKK ve Kürt sorunu varmış gibi bir algı var. Bu yanlış algının hak ve özgürlükler mücadelesindeki gerilemeyle de bağlantısı var mı sizce?

Elbette var. Ortada bir şiddet, terör var, onun da etkisi var. Problemin başlangıcında devletle birey arasında bir problemken ve Kürtlerin devletten hak talepleri iken bugün toplumun sorunu haline dönüştü ve Türk-Kürt gerilimine dönüştü. Bundan sonraki safhası uluslararası sorun olmaya doğru gitmesidir. Bu sorunu devlet hak talebini göğüsleyerek bitiremez bugün. Toplumun artık barışmaya ve “biz” diyebilmeye ihtiyacı var. Halbuki son iki yıldaki ölümler bile biz duygusunu yok ediyor. Sorunun görünür olmasını sağlayan, hak taleplerini taşıyan bütün aktörler bugün artık çözüme engel olmaya başladılar. Çünkü sorun artık başka bir noktaya geldi. Ne devlet, ne diğer siyasi aktörler bunu görmüyorlar. Dünya ve Ortadoğu’daki tüm bu gelişmeleri sadece devlet yanlış okumuyor, hak talebi sahibi bütün aktörler yanlış okuyor.

 

HERKES DEĞİŞİMİ YANLIŞ OKUYOR

Daha zararsız bir alandan örnek vereyim. Mesela sendikalar. 1980 yılından önce beşyüz bin, bir milyon kişilik 1 Mayıs’lar yapılıyordu. DİSK’in üye sayısı milyonlardı. Bugün 30- 40 bin kişi deniyor. Sendikacılığın bu kadar zayıflamasının, çalışan insanların hak taleplerinin, örgütlü mücadelesinin bu kadar sönük olmasının tek sebebi ‘kanunlar ‘ demek bana sorarsan doğru değil. ‘Kanunlar ‘ evet doğru, ama bir yere kadar… 80’den bu yana kentleşme, gündelik yaşamın ritmindeki değişiklikler vb. ‘den dolayı dayanışma dediğimiz eylemin de biçimi değişti.

 - Dayanışma neredeyse bitiyor diyebilir miyiz?

Hayır, sokaklara girdiğimiz zaman gariban insanların ya da mağdurların birbiriyle dayanışmanın yol ve yöntemlerini nasıl bulduğunu görürüz. Akademisyenlerin çalışması gereken bir konu bu.

-80 öncesinin sendikacılık anlayışıyla bugünkü arasında fark var mı, ya da fark olmalı mı?

Türkiye’de bu değişimi kimse doğru dürüst anlamaya çalışmıyor. 80 öncesi sendikacılık anlayışıyla sendikacılık yaparsanız, sorunu sadece kanunların engellemesinde görürsünüz ya da topluma kızmaya başlarsınız. Sendikaların da kendilerini yeni hayata uydurmaları, çalışma yöntemlerini buna göre değiştirmeleri lazım.

Ben tek bir aktör üzerinden her şeyin okunmasını ve suçlanmasını doğru bulmuyorum. Çünkü siyaset dediğiniz şey var olan koşullar içinde egemen güce karşı hak talebinizi nasıl görünür kıldığınız, hak talebinizi nasıl elde ettiğinizle de bağlantılıdır.

DEVLET DE, HAK TALEP EDEN ÖRGÜTLER DE ARZULADIKLARI TOPLUMSAL DESTEĞİ BULAMIYOR

Bugün dünyada insan hakları, hak ve özgürlük mücadelesinin, demokrasinin şiddete bakışın geldiği yer bellidir. Şimdi 80 öncesindeki gibi gerilla faaliyetiyle hak talebinizi başaramazsınız. Sadece devlet değil ki PKK de, Kürt siyaseti de, sendikalar da, kısacası herkes bu değişimi yanlış okuyor. Oysa hayat başka yerde akıyor. Devlet de siyasi hareketler de hayatın akışını okumak yerine başka yerde davranıyor. Bunun için de sorunu çözemiyorlar, istedikleri toplumsal desteği bulamıyorlar. Toplumsal desteği neden bulamıyoruz diye sorgulamıyorlar da. Çünkü bütün hayatı öteki üzerinden okuyorlar.

-Barış Meclisi, Akil İnsanlar toplantısı gibi girişimlerin daha geniş kesimlere yayılmasının, tartıştırılmasının olanağı bugünkü Türkiye koşullarında mümkün mü? Girişimler, tartışmalar sadece dar bir kesimde kalırsa başarı şansı var mı?

Hayır, kolay değil. Her konuda her türlü çözüm böyle artık. Sadece siyasi aktörlerin konuşmasıyla çözülebilir de, kağıt üzerinde anlaşma olur, çözülmüş gibi görünür. Ama insanlar onu içselleştirmemişse, uygulanır olmaz. Sonuçta ilerleyemiyoruz. Burada nerede tıkandığımızı bulup, yeniden “biz “ olmaya ihtiyaç var. Sünnisiyle, Alevisiyle, Kürdü’yle, Türkü’yle, başı açığıyla, kapalısıyla, bu Türkiye toplumunun ihtiyacı, sadece Kürt meselesi değil. Bu ise ancak toplumsal bir kabulle olur. En önemli engel siyasi aktörlerin kimlik siyasetine sıkışmış olmaları. Bir önceki dönemde, cumhuriyetin tek tipli tarif edilen vatandaş yapısını kırmak için, örgütlenebilmek için, meşrutiyet üretebilmek için bu siyasetlerin kimlik siyaseti üzerinden gelişmesi doğal ve gerekliydi.

AKP’NİN ŞU ANA KADAR ALDIĞI MESAFE YENİYİ KURMAYA YETMEZ

Sorun şurada, bir saatten sora kimlik siyaseti kendini dönüştüremiyor. Oraya kitlendiler, Ak Parti örneğin, dindarlığı üzerinden siyaset üretti geldi. Modernleşme ve kalkınma sürecine dahil edilmeyen, devlet tarafından makbul görülmeyen mütedeyyinlerin siyasi taleplerinin temsilcisi olarak geldi. Ama şu anda Ak Parti yeni anayasayı ve değişen hayatın hukukunu sadece bu talepler üzerinden kurmaya kalktığı için sorun var. Çünkü o taleplerin içinde olmayan Alevilerin de talepleri var, modernlerin de. O zaman Ak Parti’nin bu kimlik siyasetiyle şimdiye kadarki yapıyı bozmak konusunda, mesela askeri vesayeti kırmak konusunda aldığı mesafe, yeniyi kurmaya yetmez. Yeniyi kurmak için zihniyet değişikliğine ihtiyaç var. Kendi dışındaki talepleri de dikkate alması lazım.

HERKES POZİSYONUNA AŞIK

Aynı şey Kürt siyaseti, BDP için de geçerli. Sadece Kürtlerin talepleri üzerinden anayasa konuşamayız, Türklerin de talepleri var. O yüzden öncelikli sorun siyasetlerin hepsinin kimlik siyaseti sıkışmışlığını aşmalarıdır. Şimdiye kadar kazandıkları ve kaybettiklerinden sonra yeni bir pozisyon üretmeleri lazım. Kimse bunu yapmak istemiyor. Herkes pozisyonuna aşık. AK Parti de, BDP de, CHP de, MHP de, PKK da…

Buradan yeni üretilemez, çünkü herkes hayatı kendi üzerinden okuyor, hayat böyle değil ki. Burada bir basamak yukarı çıkıp, tüm toplumu okuyarak ancak meşruiyet üretilir. Şimdi anahtar hala siyasette. Toplumsal uzlaşmanın kapısını da siyaset açacak. Siyasetler ise bütün bu handikapta pozisyonlarına aşık oldukları için mesele sivil toplumun, aydınların, üniversitelerin yapması gereken şey, sadece iktidar karşıtlığı ve muhalefeti üzerinden hayatı okumak değil, “bu yeniye nasıl gideriz”in kavgasının yollarını üretmek olmalı. Bunun bence yolu ‘doğruların ne olduğunu ben biliyorum’ demek değil. Akıl noktasını geçtik. Burada farklı doğruları olan en az o siyasi aktörler kadar, birbiriyle diyaloğu olmamış insanların da birbiriyle konuşabilmesi, ortak meselede uzlaşabilmesi, topluma ve siyasete “bak, uzlaşma olabiliyor” diyerek bunu göstermesi zamanıdır diye düşünüyorum.

-Çok tartışılan, ‘silahlar sussun, her şey çözülür’ yaklaşımını neden doğru bulmuyorsunuz?

Siyasi aktörler birbirine şart koymaya başlarsa ilerleyemeyiz. Herkes ne yapabilecekse, önce onu yapmalıdır. Bu öbürünün ne yaptığına bağlı olmadan yapılmalıdır. Eğer hedef yarın sabah hepimizin hissedeceği bir toplum, ülke olmaksa. Devlet veya AK Parti iktidarı Kürtlerin haklı taleplerine karşı yapılması gereken neyse bunu ön koşul demeden yapmalıdır. Buna karşılık Selahattin Demirtaş’ın açıklaması vardı, “bizimle konuşsunlar, biz dağla konuşur indiririz”, BDP de ‘onlar onu yaptı, bunu yaptı ‘ demeden bunu yapabiliyorsa yapmalıdır. İşi köprüde karşılaşan iki keçinin inatlaşmasına götürürsek yürüyemeyiz, bunun çıkışı yok.

MİLLİYETÇİLİK MHP’NİN TABANINDA DEĞİL, AK PARTİ VE CHP’DE DE AYNI DÜZEYDE

- Milliyetçiliğin yükseldiğini düşünüyor musunuz?

Bütün bu sürecin başka yansımaları var ve ben bu kısmını çok önemsiyorum; Bir, bu toplumda milliyetçilik ezberlere dayanıyor. Öğrenilmiş, eğitim sistemi ve bürokrasi ile devletin ürettiği bir şey. O yüzden milliyetçilik MHP’nin tabanında değil. Bir sürü araştırma yapıyoruz. AK Parti ve CHP’de de aynı düzeyde.

Bu ezberler eğitim sistemi ile beyinlere sokulmuş. Ezberden konuşuyorlar, ama herkes kendi yüreğine ve duygularına bakınca, doğruyu hissettiklerini sanıyorum. Ama bu inatlaşma bu milliyetçiliği manipüle edilebilir bir ortama çeviriyor. Korku, bölünme meseleleri bize özgü sanılıyor. Halbuki gündelik hayat değişti ve hızlandı. Bu hızın içinde birey olarak eğitim, meslek, gelir, ekonomik olarak kendimize güvenemiyor, her an tedirginlik hissediyoruz.

SİYASET, MEDYA VE AYDINLAR ENDİŞE DUYGUSUNU KORKU POLİTİKASINA ÇEVİRİYOR

Bu bütün dünyada var. Sorun siyaset, medya, aydınların ve üniversitelerin bu endişe duygusunu bir korku politikasına çeviriyor olması meselesi. 11 Eylül’den sonra Amerika’daki islami terör korkusu gibi. Bizim bölünme korkumuzdan farklı bir şey değil. Bir hedef seçip, öcü yaratıp onun üzerinden ilerliyorsunuz. Siyaset dışında örnek vereyim… Kuş gribi vardı mesela. 5 sene önce kaç tane kuş gribi haberi izledik. Sağlık bakanlığı verilerine bakın, resmi vaka 40 civarı.

Denizler yükselecek, bütün dünya sular altında kalacak, sadece Anadolu yukarıda kalacak, o yüzden bütün dünya Anadolu’yu bölmeye çalışıyor gibi -sonradan mühendislik olarak hazırlandığı belli olan bir zamanların andıcı gibi- kurgu sunumlar vardı ortalıkta. Bütün bunlar günlük hayatta insanların yüreğinde duyduğu endişeyi politika olarak korkuya çevirmek ve bu korkuyu kendi siyasi emellerine çevirebilmek meselesi. Türkiye’de de böyle bir durum yoğun bir biçimde var. Her aktör de bunu kullanıyor. Bunu bir anda aşmak olmuyor. Bunun yolu, insanların bir arada yaşama ve sorun çözme örneklerini üretmesidir. Bu şoven, korku politikaları üzerinden, birey olarak kendine güvenemiyor insanlar. ‘Milliyetçilikle‘ kof bir kendine güven üretilmektedir. Eğer bu dille devam edersek toplum şiddet üretmeye meyilli hale gelecek. Türkiye her gün Kürt sorunu yaşayacak, ölümlerle, bombalarla yaşayacak,

TÜRKİYE DAHA ŞOVEN BİR YÖNE DOĞRU GİDİYOR

2015 yılında Ermeni sorununun 100. Yılında tüm dünyada politikalar başlayacak. Kıbrıs öyle, Avrupa Birliği öyle. Bunlar üst üste binecek ve ben 2015’e doğru Türkiye’nin çok daha şoven ve tehlikeli bir yöne doğru gittiğini görüyorum. Yani yalnızca Kürt meselesi ve PKK’yı dağdan indirmekten daha farklı, daha derin, aktörleri olan bir mesele. Bu iş Başbakan’ın demesiyle veya kanun çıkmasıyla çözülecek aşamayı geçti. Toplumun bunu konuşması lazım.

-Ortak yaşama irademiz azalıyor derken bunu mu kastediyorsunuz?

Tabii ki. Diğerine karşı korku üretmeye başladıkça ortak yaşam iradeniz azalıyor. Kötü politikanın ürettiği en önemli sonuç, artık hepimizin canını sıkan başka birileri var. Sünnilerin bir kısmı için Aleviler can sıkıcı, Türklerin bir kısmı için Kürtler can sıkıcı veya tam tersi… Yarın sabah nasıl bir hayat hayal ediyorsun ki o canını sıkan insanlar olmasın? Mümkün mü? Değil. Ama giderek o can sıkıcılık gündelik hayata, işyerlerine yayılmaya başlıyor. Sünni patron Alevi’den, Kürt patron Türk’ten kaçınmaya çalışıyor, ya da tersi… Bu ayrımlar asıl gündelik hayatın ince sinirlerine girerse çözümü çok daha zor. Bir gecede kanunları değiştirsek bile meseleyi çözmekten uzaklaşmış olabiliriz. ‘Yarın sabah aynı kadere uyanacağız’ diyen insanların her gün bir kişi de olsa, yüzer yüzer de olsa azalıyor olması mesele.

-Korku, yaratılan paranoya, karşındakini ‘ötekileştirme’, toplumsal bir çatışmaya yol açabilir mi peki?

Açma potansiyeli var. Hemen doğrudan ‘Türk toplumu buna teşnedir’ demek haksızlık olur. Normal zamanda gündelik hayatta bu tür ayrımcılık, toplumsal baskı Kürtlerden daha çok Alevilerin üstünde vardır. Kürtlerin temel problemi devletle. Alevilerin evliliği vs., hepimiz örnekleri görüyoruz. 20 Sene önce Kürtle Türkün evliliği Sünni ile Alevilinin evliliğinden daha kolaydı. Her kimlik için farklı alanlar, farklı tonlar ve dozlar var. Ama yine de bu toplum bir yandan da binlerce yıldır bu farklılıklarla yaşamış gelmiş. Din gibi ortak bir faktör de var. O yüzden Türkiye’dekilerin birbirine karşı yok edici duygu içerisinde olduğunu söylemek mümkün değil. Ama gündelik olaylar böyle devam ederse, siyaset ve medya da korku politikalarını kullanmaya devam ederse giderek bireysel hayatlarında da endişe duygusu kuvvetli olan insanlar, yani lümpenleşme güçlenebilir. O lümpenler, 6-7 Eylül olaylarında da gördüğümüz gibi daha örgütlü çetelerin kullanabileceği bir ortama gelmeye başlar.

HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜNE İNANÇ ÇOK DÜŞÜK

Zaten bu ülkede hukukun üstünlüğüne yönelik inanç çok düşük. Devlet ve hukuk algısı, ‘mümkün olduğunca bulaşmayalım, uzak duralım’ denilen bir algı. Ama bir yandan da var olan problemlere güçle, sopayla, silahla müdahale edebilirim, kendi problemimi böyle çözebilirim tahayyülü yayılmakta… Örnekler çok. Trafikte sorun çıksa adam trafik polisine güvenmediği için, veya mahkemeden emin olmadığı için kolları sıvayıp yumruk atmaya girişiyor. Hukuktan emin olsa orada yumruk atmaya kalkışmaz. Sisteminiz “ben meselemi kendim, gücümle çözerim” duygusunu çoğaltıyorsa, bu, örgütlü çetelerin kullanacağı zemin oluşturuyor demektir ve bu toplumsal çatışma üretebilir. Kısa vadede henüz o kaynama noktasında olduğumuzu düşünmüyorum.

 -‘PKK’nin hamlelerini artık Türkiye’nin Kürt sorunu olarak değil de Suriye ve Ortadoğudaki gelişmelere göre belirlediğini ‘ söylüyorsunuz. Kısaca ne demek istediğinizi açar mısınız?

Şunu söylüyorum… Problem değişti derken, önceki unsurlar yok olmuyor, ama yanına yeni unsurlar ekleniyor. PKK özü itibariyle Kürtlerin hak talepleri üzerinden meşruiyet üretti kendince, hukuka uygunluğunu tartışmıyorum. Ama son iki aydır olan gelişmeler, Suriye’nin vaadi PKK’ye daha fazla meşruiyet sağlıyor. Diyelim hükümet beş sene önce ya da 2009’daki Kürt açılımında, doğru adımlar atmaya devam edebilseydi, bu problem bugün bu kadar konuşuluyor olmayacaktı. Ama bugün, 2009‘da yapılması gerekenlerin hepsini yapsa bile, PKK o zamanki pozisyonunda değil. Çünkü Suriye’de de başka bir özerk alan ihtimali varken, burada ben haklarımı elde ettim, bu yeter demez, çünkü orada ki o ihtimal umut veriyor. Bir ay önceye göre problemi çözmek daha zordur diyorum.

 -Yani hükümet ‘ tamam ben anlaşıyorum, Kürtlerin haklarını kabul ediyorum’ dese bile, daha zor bir süreç olacak diyorsunuz.

Tabii ki, giderek de bu süreç zorlaşıyor. Bir aydır da, bir yıldır da, otuz yıldır da, problem dediğimiz şeyin aktörleri sürekli değişiyor. Bizim aktörlerimiz onlara ayak uydurup kendi pozisyonlarını ona göre değiştirmek yerine, hala on sene önceki, beş sene önceki pozisyondan devam ediyorlar. Bugün 2009’daki yapmanız gerekenler, bitirilebilir noktayı geçiyor. Bugün bir egemenlik alanı ihtimali belirmişken PKK sonuna kadar bunun üzerine oynayacak. Bu eğridir, doğrudur demiyorum. PKK’nın varlığı için de bu sorunludur. Çünkü bu Ortadoğu bataklığında başka faktörlerin elinde kullanılma ihtimalini artırır. Onların kurduğu oyunda kurucu aktör değilseniz, çağrılan adamsanız, davet edenler istedikleri günde sizi çıkarırlar oyundan. Ben Türkiye açısından bakınca, bugün artık çözümün zorlaştığını görüyorum.

ZEMİN VARSA, BİRİLERİ TİYATRO YAPIP SAHNEYE ÇIKAR

Bu yeni oluşuma Türkiye de dahil değil mi?

Tabii ki, Türkiye’nin etkilenmemesi mümkün değil. Bu Ortadoğu ile bitmeyecek de. İki yıl sonra Kafkaslardaki problemleri konuşuyor olacağız. Dünya buraya gidiyor. Bu sadece Amerika’nın komplosu diye de okuyamayız. Ortada zemin varsa, salon varsa, para verip izleyecek izleyici varsa, mutlaka birileri tiyatro yapıp sahneye çıkar. Bunu komplo teorisiyle çözemeyiz. Talep yoksa, zemin de olmazdı, kimse oyun kurmaya kalkmazdı. Mesele açık.

Yeni anayasa tartışmaları bu ortamda mümkün mü, anayasa yapılabilir mi, yapılsa ne olur?

Bir, yapmamız gerekir diye bakıyorum, yapılır mı diye değil. Masadaki tüm aktörler, buna AK Parti dahil, MHP ve BDP de. Sadece kendi temsil ettiği kimlik talebinin üzerinden konuşmaya çalışırlarsa yapamayız. O yüzden AK Partinin mütedeyyinlerin dışındaki insanların taleplerini, BDP’nin Kürtlerin dışında Türklerin taleplerini dikkate alması gerekir. Bunu yapıp yapamayacaklarına bağlı, yoksa olmaz. Türkiye’nin bu şansı kaçırmamasını umuyorum.

‘KENDİ HAYATIMIZI NASIL YÖNETMELİYİZ’ DİYE VATANDAŞA SORULMUYOR

Yoksa, bakın 2012 yılında, hiçbir bilginin gizli kalamadığı bir hayatta bakan 3. Havaalanı inşaatına başlıyoruz, ama yerini söylemem diyor. Benim şimdi bir İstanbullu olarak havaalanının nerede yapılacağına dair söz hakkım yok. Kimse bana sormamış, önerimi dinlememiş, ben çevrecileri dinlememişim, sorun olup olmayacağına bakmamışım, fikrim oluşmamış, kimse de sormamış zaten. Benim buna itirazım var. Bunu sadece demokratik özerklik, BDP’nin önerisi diye tartışırsak başka bir şey, 2012 Türkiye’sinde nasıl yönetmeliyiz kendi hayatımızı dersek bu başka bir şey. Ülkedeki sorun, bugünkü hayat, yönetim düzeni, devlet örgütlenme biçimi, hukuku ile böyle yönetilemez ve sürdürülemez. Peki bunu daha iyiye nasıl çevireceğiz? Siyasi aktörler meseleye buradan bakarsa, anlaşmamız çok basit. Ama bütün siyasi aktörler öbürünü yenmek, kayıp verdirmek, adam eksiltmek üzerinden baktığı sürece, ister devlet, ister asker, ister PKK, bunun çözümü yoktur. PKK’nın sorunu, 2000’lerden itibaren bu zihni değişimin farkında olmayıp hala ’80 öncesi dünyanın gerilla okumasıyla dünyaya bakmaya devam etmesidir. Bugün artık Kürt meselesinin çözümünün önünde, sadece var olan yapı değil, PKK da bu zihniyetinden ötürü engeldir.

SEN BAMYA YİYEREK, BEN PEYNİR-EKMEK

 -Çözüm önündeki en büyük engelin zihni sorunlar olduğunu sık sık vurguluyorsunuz.

Aynen öyle. Herkes kendi pozisyon ve fikrine aşık. Kimse ‘acaba yanlış yapıyor muyum’ demiyor. Kaldı ki mesele, uzlaşma dediğimiz şey, illa birbirimizin hakkını kabul etmek değil, “beraberce, yeni, daha iyi bir hayatı kurmanın kuralları ne olacak” meselesi. Sen başını bağlayarak, ben açarak, sen bamya yiyerek, ben peynir-ekmek yiyerek. Önemli değil… Hepimiz kendi tercihlerimizle yaşayabileceğimiz bir hayatın kurallarını ve hukukunu üretmemiz lazım. Ama illa benim tercihim daha iyi, kimliğim daha güzel kavgası yaparsak bunu çözemeyiz.

YÜREĞİMLE BAKTIĞIMDA DA UMUTLANIYORUM

 -Böyle bir ortamda herkes kendi açısından bakıyor ve karşısındakine kulak vermiyor. Siz bu karamsar hava hakimken çözüm için çabalıyor, toplantılara katılıyor, öneriler sunuyorsunuz. Kendinizi boşa kürek çekiyor gibi hissettiğiniz oluyor mu?

Zaman zaman evet… İkircikli umutlar diye yazdım da… Aklımla baktığımda çoğu zaman umutsuzluğa kapılıyorum, yüreğimle baktığımda da umutlanıyorum. Sabah mesela güne 100 gram ümitle başlamışsam, akşama kadar bu 10 grama düşüyor, sonraki sabah yine 100 gramla uyanıyorum. Başka yolu yok. Kritik şey, özelden, sade bir şekilde anlatmaya çalışayım. Kadın-erkek ilişkilerinde çok klişe bir laf var ya, yeni moda, birbirini keşfedeceksin, ilişki kuracaksın vs. vs. değişik olacaksın, bir hikayen olacak gibi destanlar… Sevgilini şaşırtacaksın, sürpriz yapacaksın gibi destanların devri bitti. Bana soruyorsan, iyi bir sevgililiğin, karı-koca ilişkisinin veya iş ortaklığı ilişkisinin, yani iki insan arasındaki ilişkiyi daha iyi bir noktaya götüren şey artık birbirini keşfetmek değildir. İlişkiyi daha iyiye götüren şey beraberce hayatı keşfetmeye dönüşmektir. Biz, birbirimize kaldık, birbirini keşfetmek tüketici bir şey, kimi on ayda, kimi on yılda, birbirini tüketir, halbuki hayat tükenmez bir şey. Birbirimizle uğraşmak yerine dönüp hayatı keşfetmek, hayatı kurmak diye konuşursak çözeceğiz.

Bunu ben hayat görüşü diye, aşk doktoru diye yazsam bravo diyecek herkes. Ama siyaseten deyince dinlenmiyor. Bugünün dünyasında her şey o kadar karışık ki, aşk ayrı, siyaset ayrı, yemek ayrı diye bir şey yok. O yüzden zihni bir değişime ihtiyacı var bu ülkenin aydınlarının, siyasetçilerinin, gazetecilerinin, üniversite hocalarının… Bunu başaramadığımız için de gariban insanların talepleri bir türlü gerçek olamıyor, hayat bulamıyor. Sorun bu.

Son olarak kamuoyu araştırmalarında, halkın tercih ve eğilimlerinde dikkat çekici bir değişim gözlüyor musunuz? AB’ye bakış, Suriye’ye, Oslo görüşmelerine bakış gibi konularda bir değişim var mı?

Halkın nabzı tansiyon gibi iniyor, çıkıyor diye bir kanaat var. Ben o kanaatte değilim. Toplum ve bireyler olarak, tercihlerimiz hızlı değişmiyor. Bu ister sevdiğimiz yemek olsun, ister müzik olsun veya parti olsun kolay değişen şeyler değildir… Her gün akli muhakemeler yürüterek tekrar tekrar değerlendirilen şeyler değil. ‘Ben Galatasaray’lıyım, ‘her gün sabah yeniden bu takımı tutmaya devam edeyim mi diye düşünmüyorum. Benim tercihlerimi biçimleyen şey şimdiye kadar yaşadıklarım, algıladıklarım, doğru bildiklerim, hayallerim, her şeyin bileşkesi. Eğri veya doğru, hayata bir bakışım var. Her olayda bu doğru diyorum, bu yanlış diyorum. Ama bu temel tercihlerimi kolay kolay değiştiren şeyler değil. Başı kapalı birini tanıyıp sevdi diye kimse gidip başını örtmüyor, ya da tersi. Minik değişimler, büyük tercih farklılıklarına neden olmuyor. Gündelik hayattaki minik tercihler, reklamdan etkilenip şampuan değiştirmek gibi olabilir ama hayata dair değişiklikler o kadar kolay olmuyor. Hayat böyle çalışmıyor. Ama genelinde tabii ki, Avrupa Birliği mesela sık konuşuluyor. AB toplum için medeni yaşamın temsilcisi. İngilizi almaktan sevmekten öte bir şey orası. Dolayısıyla AB yandaşlığı dörtte üç gibi. AB ile ilgili herhangi bir güncel gelişme, abuk sabuk bir laf, Sarkozy’nin demeci, bizimkilerde bir yasa değişikliği, o dörtte üçün kararlılığını artırıyor veya azaltıyor, ama oranı değiştirmiyor. Gündelik tepki ile tercihlerde değişime yol açan dip dalgalarını ayırmak lazım.

TÜRKİYE HALKI TEMEL TERCİHLERDE DEĞİŞİM YAPMA AŞAMASINDA DEĞİL

Bugün, toplumun bütün bu olaylardan, -Suriye, AB tavsaması, ölümler, Kürt meselesinden -dolayı son bir yıldır giderek gönül kırıklığının artıyor olduğunu, yarın sabaha bakışta umutsuzluğun bir gram daha umuttan fazla olduğunu söylemek mümkün. Ama toplumun bir anda parti bırakıp başka partiyi seçmesi gibi, AB’yi bırakıp İslam ülkeleriyle hareket etmeyi istemesi gibi çok daha kökten değişimlere yol açacak bir durum göremiyoruz. Ama gündelik olaylara tepki, beğenmeme, kızma olarak, evet. Bir şehirde mutsuz olabilirsiniz, ama taşınma kararı bir sürü değişikliğin bileşkesi olarak ortaya çıkar. Henüz Türkiye toplumu temel tercihlerde, yaşam tarzı, değer ve beklentiler olarak değişim yapma aşamasında değil. Ama evet, daha kızgın, beklentileri, kaygıları, hukuka inançsızlığı artıyor. Bunlar suyun ısınması gibi. Buhar için 100 derece gerekli olduğu gibi, toplumsal zihnin de çeşitli eşikleri var. Bu çözümsüz hal böyle devam ederse, giderek toplumun buhara dönmek gibi zihninin değişeceği açık, bunun olumlu bir değişiklik olmayacağı da çok açık…