Zeynep Miraç / Milliyet

Ahmet Türk, asimilasyon politikaları ortadan kaldırılmadıkça ve mesele sadece silaha indirgenirse çözümün gelemeyeceği görüşünde. Türk, ‘Halkların eşit ve adil bir yapıda birlikteliği Türkiye’nin kazancı olacak’ diyor.

Milliyet gazetesinin Geleceğe Yatırım, Türkiye’ye Yatırım toplantısı için gittiğimiz Mardin’de, Mardin Bağımsız Milletvekili ve Demokratik Toplum Kongresi  Eş Başkanı Ahmet Türk’ün doğduğu eve misafir olduk. Kasrı Kanco, Derik ilçesine bağlı bir köyde bir kale gibi inşa edilmiş bir yapı.

Bugün Ahmet Türk’ün ablaları, çocukları, yeğenleri burada yaşıyorlar. Her odadan bir çocuk fırlar, mutfaktan mis gibi kokular gelirken Ahmet Türk ile çocukluğunu, gündeme bakışını ve Kürtçeyle ilişkisini konuştuk.

Kasrı Kanco’nun hikâyesi nedir?

- Kasrı Kanco, annemin babasının inşa ettiği bir ev. Daha önce bir tepe üzerinde bir bina inşa etmiş, o depremde yıkılınca zemini daha güçlü bir yerde bu kasrı yapmış. Dedem Yezidi kökenliydi, ama Müslümanlığı kabul etmiş. Dedem Dınna aşiretinin lideri, geçmişte Derik kaymakamlığı yapmış, İbrahim Paşa’yla birlikte Hamidiye Alayları oluşumunda yer almış. Kasrı Kanco savunma amaçlı yapılmış. Üzerinde mazgallar var. Buradaki toplumun yaşayış biçimine baktığımızda, dedem gerçekten çok farklı bir yaşam tarzı oluşturmuş. Sultan Abdülhamit’in devrilmesinden sonra Trabzon’a sürülmüş. Yedi yıl cezaevinde kalmış, döndükten kısa süre sonra da vefat etmiş. Tam o dönemin feodal yapısında olan bir insan.

Dedenizle benzerlikleriniz var mı?

- Hayır. Ona benzemek de istemiyorum.

Babanız da mı bu köyden mi? Yoksa başka bir yerden mi gelmiş?

- Babamın köyleri hemen yakında. Aile göç ettikten sonra annemler sahipsiz kalıyor. Büyükbabam da annemi babamla evlendiriyor. Kasrı Kanco onlardan bize miras.

Anılarınızda bu evin nasıl bir yeri var?

- Burada doğdum. Ama benim dönemimde civarda okul olmadığı için ilkokuldan üniversiteye kadar bütün tahsilimi dışarıda yaptım. Liseden itibaren Devrimci Doğu Kültür Ocakları’na katıldım. Üniversite son sınıftayken tek dersten beklemedeydim. Abimin vurulması üzerine belge aldım. Kısa süre sonra da çevrenin zorlamasıyla siyasete girdim. Çünkü aşiret içinde tek okuyan bendim; yaşım tutmamasına rağmen öğrenciyken yaş büyütüp aday oldum. 1973’te parlamentoya girdim.

30 YIL SÜREN KAN DAVASI

Abinizin vurulması aileyi nasıl etkiledi?

- Hepimiz için çok büyük acılara, travmalara neden oldu. Abim bölgede çok sevilen, saygın bir insandı. Halka hizmet etmekten çok hoşlanırdı. İkna kabiliyeti de çok yüksekti. Kısa sürede sevildi. Belki de bu konumundan dolayı hedef haline geldi. Bazı aşiretler, ağalar, abimin bu kadar sevilmesini hazmetmediler. Bunun ötesinden başka bir düşmanlık, bir neden yoktu. O olaydan sonra aileler arasında 30 yıl süren bir kan davası yaşandı.

Size nasıl aksetti bu kan davası?

- İlk milletvekilliği dönemimde Meclis’e bile yedi sekiz muhafızla gidiyordum. Beni kapıda bekliyorlardı, genel kurul bittikten sonra arabaya binip beraber eve dönüyorduk. Milletvekiliydim ama çarşıda gidip bir vitrini seyretme hasretini duyuyordum.

Bu kan davası son buldu mu?

- Evet ama 30-40 insan öldü. Kızıltepe’de bir taziye evinde bizimkilerle karşı taraf karşılaşınca bir günde 12 kişi öldü. Aradan yıllar geçtikten sonra Kahraman Ağa ile meseleyi bitirdik. İnsanlar araya girdi, noktaladık. Şu anda eskisi gibi sıcak çatışma, düşmanlık yok. Ama henüz bütün boyutlarıyla barış da sağlanmadı. Gerçi bazen birbirimize selam verdiğimiz oluyor.

Sizin aileniz CHP’li olmasına rağmen abiniz Adalet Partisi milletvekiliymiş. Bu kararı bir tepki miydi, yoksa görüş ayrılığı mı?

- Aslında abim bağımsız olarak seçildi, sonra tercihini Adalet Partisi’nden yana yaptı. Yıllarca CHP içindeydi oysa ki. CHP’nin halkı da bizi de sahiplenmediğini gördü. Demokrat Parti zamanında il ya da ilçe başkanı imkansızı gerçekleştirirken CHP tam tersi bir yaklaşım içindeydi. Ondan dolayı CHP’den ayrıldı. Aslında siyasete girmeyi düşünmüyordu, koşullar öyle gelişti.

İkiniz de gönülsüz girmişsiniz siyasete. Sizin yaşadığınız çevreyi Ankara’da temsil etmek açısından bu bir zorunluluk muydu?

- Benim görüşüm daha farklıydı. Dedim ya, Devrimci Doğu Kültür Ocakları’ndaydım. Kürtçe konuşuyoruz, Kürtçe düşünüyoruz. Türkçeyi çok zor öğrendik. Şu anda bile Türkçeyi tam öğrenmiş değiliz.

Rüyalarınızı Kürtçe mi görürsünüz?

- Öyle görüyorum.

Yalnızca Kürtçe mi düşünürsünüz?

- Öyle düşünüyorum. Gerçekten halen insan tam olarak bir anadili olmayınca Türkçeye çok hakim olamıyor. Okul da okusanız, şiveniz farklı. Ben İskenderun’da okurken bir gün hocam sözlüye kaldırdı. Şivemden Kürt olduğumu anladı. Sonra bir hikaye anlatmaya başladı: “Van’a ilk tayinim çıktığı zaman bana orada kuyruklu Kürtler var dediler. Gittim, bakıyorum insanlara, kimsede kuyruk yok”. Böyle bir mantık.

Bunlar size kimliğinizi hatırlatan hatta öğreten olaylar mı?

- Evet. İskenderun’dan sonra Ankara Atatürk Lisesi’nde okudum. Orada yaşadığım bir olayı halen unutmuş değilim. Arkadaşlarım yolda giderken bir kafa görmüşler. Biri demiş öküz kafası, diğeri demiş deve kafası, öbürü de demiş bu kafa olsa olsa Kürt kafasıdır. Duygularınızla, kimliğinizle alay edildiği zaman kendi kimliğinizin farkına, bilincine varıyorsunuz. Sonra Türk milliyetçiliği yükseldikçe Kürtler de kendi aidiyetlerinin farkına vardı. İşte gençlikten başlayan kimlik sahiplenmek ve o duygularla yoğrulmak, bugün siyasette belli bir noktaya getirdi bizi.

Yaşadıklarınızdan biriktirdiğiniz öfkeyi bastırdınız mı, yoksa dışarı çıkarma fırsatını buldunuz mu?

- Ben öfkenin ve zulmün ne olduğunu çok iyi biliyorum. Mesela Diyarbakır Cezaevi’nde öyle işkencelerden geçtik ki aylarca anlatsam bitmez. 12 Eylül’de zindanda olan her insan romanlar yazabilir. Ve inanın birbirinden farklı romanlar çıkar. Ama orada, o işkenceye rağmen düşünürdüm: Ben de bu zulmü yapanlar gibi davranırsam benim onlardan ne farkım kalır? Bu beni çok etkilerdi. Ben insanım diyen nasıl bu işkenceyi, bu zulmü yapabilir diye sorardım kendime. Bu düşünceler beni kine, nefrete götürmedi. Kendinizi ancak insani düşünceyle kabul ettirebilir, haklılığınızı ispatlarsınız. Zaman zaman siyasette de arkadaşlarımıza söylerim. Biz ikna etmek zorundayız. Yaşadığımız mağduriyeti, zulmü çok doğru bir şekilde aktarmak ve halkın bizi anlamasına yönelik bir çabanın içinde olmalıyız.

Şu an içinde olduğumuz çözüm sürecini her iki taraf açısından da ikna edici olarak değerlendiriyor musunuz?

- Eğer toplumsal realiteyi esas alan bir yaklaşım içinde bugüne bakamazsak, meseleleri çözümleyici bir rol oynayamayız. Yeni bir süreç, tartışma dönemi başladı. Bu işe başlayanların çözüm konusunda iradeli olduğuna da inanıyorum. Ama beni endişelendiren şu. Biz insan olarak değişecek miyiz? Toplumsal realiteyi görebilecek miyiz? Ve ona uygun bir yol haritasını ortaya koyabilecek miyiz? Bunu bütün Türkiye için söylüyorum. Zihinsel bir değişim de yaşamamız lazım. Birlikte yaşamanın koşullarını yaratacak, mesajlarını verecek bir çalışma yapmamız lazım. Asimilasyonun bir suç olduğunu hükümet bile dile getiriyor. Ama asimilasyonun ortadan kaldırılması için yapmamız gerekenler konusunda açık değiliz.

‘TÜRKİYE İÇİN KAZANÇTIR’

Sizin önerileriniz neler?

- Şimdi tamam, asimilasyona karşısınız, ama anadilde eğitimi kabul etmediğinizde bu asimilasyonun devamı anlamına gelir. Küreselleşen, kapitalist ilişkilerin yoğunlaştığı, iletişim araçlarının çok güçlü olduğu bir dünyada anadilde eğitim hakkını savunamazsanız o dil kendiliğinden asimilasyona uğrar. Bizim önerilerimiz çok açıktır. Halkların demokratik çerçevede adil, eşit bir yapıda birlikteliği tüm Türkiye için kazançtır. Türkiye’nin demokratikleşmesine çok katkısı olacağı gibi, Türkiye Ortadoğu’nun demokratikleşmesinde önemli bir rol oynar.

Şu anda çözümün miladı silahsızlanma ardından örgüt elemanlarının sınır dışına çekilmesi olarak değerlendiriliyor. Bu sizce yetersiz bir bakış açısı mı?

- Ne Öcalan ne BDP ne de Kürtler “Biz mücadeleden, hakkımızdan vazgeçtik, teslim olduk” gibi düşüncelerin içinde değil. Yeni bir dönem, yeni bir anlayış geliştiriliyor. Ama birileri teslim olmuş gibi bir yaklaşımla bakıyor. Doğru değil. Önemli olan silahları bir tehdit olmaktan çıkarmak. Böyle bir adım atılıyor. Eğer Türkiye’nin demokratikleşmesine, herkesin özgürleşmesine gidecek bir formülü geliştirirsek zaten silahlar kendiliğinden gündemden kalkar. Kimse silaha tapmıyor ki. Ama beklentiler verilmediği zaman o silahların tekrar gündeme gelmeyeceğinin garantisi kim verebilir?

Yani sizce PKK’nın oluşum sebebi yok edilmedikçe çözümden söz edilemez mi?

- Tabii. Meseleyi sadece silaha indirgersek hiçbir anlamı yok. 1970’lere, 80’lere baktığımızda nedir: Kürtler yoktur, herkes Türktür, tek devlet, tek millet... Bir siyasetçinin “Ben Kürdüm, Kürtlerin hakkı vardır” deme şansı yok. Siyasi örgütlenme hakkı yok. Bugün bile biz Kürtleri savunurken bir Kürt partisi olarak savunmuyoruz. Biz Türkiye partisiyiz diyoruz ama buna rağmen birileri siz Kürt partisisiniz diyor. Belki bu özgürlük olduğunda kimlik üzerinden siyasetin de bir anlamı kalmayacak. Düşünceye göre ayrışır, sosyal parti, muhafazakar parti, liberal parti gelişir. Türkü de, Kürdü de diyelim ki bir liberal partide buluşur. Ama inkâr siyaseti hem siyasette bir ayrışmayı beraberinde getiriyor, hem de aynı düşüncede olan insanlar arasında ortak mücadele zeminini yok ediyor.

‘BİR TARAFIN HASSASİYETİ ÜZERİDEN SİYASET YAPAMAYIZ’

Murat Karayılan çekilme tarihi olarak 8 Mayıs’ı verdi. Cemil Çiçek ise “PKK çoktan çekildi” dedi. Ya sonrası? Çekilenler için nasıl bir dönüşüm hedefleniyor?

- Bütün mesele burada. Bir tarafta devlet, hükümet gelip siyaset yapsınlar, topluma karışsınlar diyor. Ama onbinlerce Kürdü hala içeride tutuyor. Bunların güvenceleri ne olacak? Bu artık sorunu kökten çözme, helalleşme, toplumsal uzlaşı olayıdır. Güveni sağlayacak adımları atmazsanız sonuçta bir hayal kırıklığı da yaşanabilir. Ve bu hayal kırıklığı bir daha yaşanırsa bunu tamir etmek çok zor olacak ve artık hiç kimsenin barıştan söz etme gibi bir şansı da olmayacak.

Kürt halkının mağduriyetinin giderilmesinden söz ediyoruz ama bir de evlatlarını kaybeden diğer taraf var. Sizin onların iknası için nasıl bir planınız var?

- Bizim umudumuz daha demokratik bir Türkiye. Bütün acılara kendi acımız gibi bakmazsak sonuç alamayız. Acıları paylaşmamız lazım. Şehit asker diyoruz. Ama onbin güvenlik görevlisi yaşamını yitirdiyse, diğer tarafta 40 bin insan yaşamını yitirdi. Bizim ikisini de düşünerek toplumu gerginlikten kurtaracak bir dili ortaya koymamız lazım. Ama bir tarafın hassasiyeti üzerinden siyaset yaparsak yine olmaz. (Milliyet)