IŞİD’in kendi hedefleri açısından şu âna kadarki başarısını teslim etmek gerekiyor. IŞİD, varlığını ilkin kendinden olmayan Müslümanları “mürtet” olarak niteleyip onlara saldırılar gerçekleştirerek, topraklarını işgal ederek duyurdu. Hemen akabinde yakındaki Hıristiyan, Ezidi gibi farklı dinlerin mensuplarına saldırdı. Bu durum kısa zamanda yakın/uzak birçok gücü kendisine karşıt konuma getirdi. Fakat IŞİD, bu karşıtlığı da avantaja dönüştürmeye çabaladı ve bunda başarılı da oldu. “Hak yolundaki tek İslâm Devleti” olduğu için bu kesimlerin hedefinde olduğu propagandasıyla kendi tabanını genişletip dünyanın dört bir tarafındaki cihatçılar için çekim merkezi olmayı başardı. O saldırdıkça karşıtları arttı, karşıtları arttıkça ve karşı saldırı gerçekleştirdikçe onun popülaritesi yükseldi. Öyle ki bu günlerde kısmi toprak kayıpları yaşasa da ideolojik olarak daralmayıp genişleyen bir yapıyla karşı karşıyayız.

IŞİD, Batı’daki devletlerin kalbinde saldırılar gerçekleştirerek kendi çevresindeki Şii ve Kürt topraklarında ise işgal edebildiği yerleri işgal ederek, edemediği yerlerde ise aynı şekilde saldırılar gerçekleştirerek karşıtları için korku, destekçileri için umut olmaya daha uzun süre devam edecek gibi görünüyor. Batı devletleri hem mesafe hem de güç bağlamında kendilerini savunma açısından IŞİD’le iç içe yaşayan Şii ve Kürtlere nazaran daha avantajlılar. Özellikle Kürtlerin bu anlamda işi ise oldukça zor.

Etnik ve mezhepsel fay hatlarının yoğun olduğu bölgede PYD, 2012 yazında Rojava’da belli kentlerin yönetimini ele geçirdi. PYD, ideolojik olarak Öcalan’ın Murray Bookchin’in “demokratik konfederalizm” tezinden hareketle geliştirdiği, farklı toplulukların birbirini tanıyarak biraradalığını savunan “demokratik ulus” fikri çerçevesinde yapılandırıldı. Öcalan’a göre mevcut ulus-devlet yapısıyla bu farklılıklar gelecekte de birbirlerini kırmaya devam edecek. Bunun önüne geçmek için geniş bir yerel örgütlülük ağı gerekir. Bu örgütlenmede her kesim hem kendi özerk yapısını koruyacak hem de diğer özerk kesimlerle ortak konseyler vasıtasıyla ilişki kuracaktır. Örneklendirmek gerekirse mahalledeki kadın sorunlarının çözümü için oluşturulacak kadın komisyonu veya konseyine o mahalledeki farklı etnik, dinî ve düşüncedeki kadınlar, gücü oranında doğrudan katılabilir ve bir üst konsey için delege seçtirebilir. Bu delegelerin oluşturacağı konsey yarı özerk, yarı bir üstteki genel mahalle konseyine bağlı hareket eder. Genel mahalle konseyi, aynı şekilde yarı özerk olarak kent konseyine, kent konseyi ise bölge konseyine bağlıdır. Bölge bu tarzda aşağıdan yukarıya örgütlenen bir konseyler ağıyla yönetilir. Böylece her kesim tüm örgütlenme ve yönetimlerde temsiliyet elde etmiş olur.

Rojava Kürdistan bu şekilde yapılandırıldı ve oldukça mesafe de kat etti. Bu çerçevede konseylere diğer kesimler gibi belli sayıda Sünni Arap da katıldı. Birçok kurumun eşbaşkanlarından biri Kürt ise, diğerinin Sünni Arap olmasına dikkat edildi. Fakat IŞİD toprak genişletmek ve Türkiye gibi kimi ülkelerin desteğini almak maksadıyla PYD kontrolündeki kentlere saldırınca işin rengi değişti. IŞİD saldırdıkça ve çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu PYD’nin silahlı gücü YPG de direndikçe Kürtlerin dünyadaki IŞİD karşıtları arasındaki yıldızı parladı. IŞİD karşıtları Kürtlere destek verdikçe de Kürtler IŞİD ve destekçileri nezdinde “şeytan Batı’yla işbirliği yapanlar” olarak lanetlendi ve sonraki saldırıların hedefi haline geldi. IŞİD, dindar Kürtlerin desteğini almak için bazı söylemlerinde PYD ve Kürt ayrımı yapsa da saldırılarında bu ayrımı yapmıyor.

Bu durum beraberinde “demokratik ulus modeli”ni Kürtler nezdinde tartışılır hale getirdi. Öyle ki en son Qamişlo saldırısından sonra, bu saldırılarda komisyon ve konseylerde yer alan Sünni Arapların da parmağının olabileceği kimi Kürtler tarafından yüksek sesle dillendirilmeye başladı. Özellikle Halep vb. yerlerde rejim ve muhalifler arasındaki çatışmalardan kaçanlar Rojava bölgesine de gelip yerleşiyor ve bunlar arasında büyük oranda Sünni Arap nüfus da mevcut. Sünni Araplar arasında IŞİD sempatizanları olduğunu düşünen kimi Kürtler bu Arapların komisyonlarda, asayişte, yönetimde yer almasının güvenlik zafiyeti doğurduğunu belirtiyor. Ayrıca kimi PYD ve KCK yetkililerinin Kürtler dışındaki toplulukların endişelerini gidermek için Kürt ve Kürdistan isimlerini kullanmaktan kaçınmaları da Barzani çizgisine yakın çevrelerce “bunlar Kürt mücadelesi vermiyor” eleştirilerine maruz kalıyor.

Her yeni saldırıyla beraber bu tartışmalar daha da alevlenecek gibi görünüyor. Rojava Bölgesi, ikili yol ayrımıyla karşı karşıya. PYD eskiden olduğu gibi Sünni Arapları da güçleri oranında yönetime katacak mı, yoksa onları yönetim dışında mı bırakacak? Yönetime almaya devam ederse ve yukarıdaki iddialar doğrulanırsa, Rojava her daim saldırıların hedefi olacak ve bir süre sonra varlığı bile tehlikeye girebilir. Bu iddia ve endişeleri ciddiye alıp Sünni Arapları yönetimden uzaklaştırırsa, demokratik ulus yapısından feragat edip katı bir Kürt-ulus yönetimine evrilmesi gerekecek. Bu da kimilerince ikinci İsrail olarak lanse edilen Kürdistanlaşmayı beraberinde getirecek. Çevresinde kendisine karşıt Sünni Arap, İran ve Türkiye gibi güçlere karşı ayakta kalmak için Batı’yla sıkı bir işbirliği geliştirmiş katı bir Kürt ulus-devleti.

Fakat halihazırda Kürtlerin bu yol ayrımındaki yönünü yaptıkları tercihten ziyade bölgedeki mevcut gelişmeler belirliyor. Beraber oldukları farklı etnik ve dinî gruplarla barış içinde yaşamak için uyguladıkları çoğulcu model IŞİD saldırıları karşısında tekçi katı bir yapıya bürünme baskısıyla karşı karşıya. Bu katı olası yapının ise etnik ve mezhepsel fay hatlarını daha da hareketlendirip ütopyasını kurdukları barış umudunu da dinamitleyeceğini kestirmek zor değil. Fakat şu da var ki, Rojava yönetimi şu durumda uygulamaya çalıştığı demokratik ulus modeli başarıya ulaşmazsa Kürt-ulus modeline de yeşil ışık yakıyor. Zira bunca bedel ve kazanımdan sonra kimse geri adım atmayı düşünmüyor. Veyahut şu da söylenebilir: Rojava yönetimi, bölgede yaşayan Sünni Araplara, IŞİD kontrolündeki yerlerde olduklarından daha özgür olduklarını hissettirebildiği oranda ve bu anlamda Sünni Arapların IŞİD ile bağını törpüleyebildiği oranda demokratik ulus modeli ile Kürt-ulus modeli arasında bir denge tutturabilir.

Not: Bu yazı daha önce Birikim Dergisi’nde yayımlanmıştır.