Marmaris’ten kalkan feribotla yaklaşık bir saatte ulaştığımız Rodos, tarihi ve doğasıyla önemli bir kültür merkezi olarak yüzyılların izlerini taşıyor. Prehistorik çağlardan beri yerleşim merkezi olarak kullanılan ada, antik çağda jeopolitik konumu nedeniyle barışçıl bir politikanın ekseninde gelişen ticaretle şekillendirmiş yaşam biçimini.

Günümüzdeyse her şey turizm üzerine kurgulanmış, bütün şehir sanki turizmin cazibesi etrafında ruhunu, sesini bulmuş, dağıtmış, taş yollarına, surlarına, kentin her zerresine serpivermiş. Türkiye’nin boğucu iklimin tam ortasında olması ve son patlamalar yabancıların, özellikle Rusların ilgisini buraya çekmiş olmalı. Kentin sokakları cıvıl cıvıl ve bizim yaşadığımız kasvetli coğrafyanın izleri sanki buralara hiç uğramamış. Her gün ölüm haberleriyle uyanılmıyor adanın iyot kokulu sabahlarına. Kumrular maviye muştuluyor “gül parmaklı şafağın” türküsünü.

Basında, ”Marmaris'ten tekne satın alan 135 umut yolcusu Rodos’a çıktı” ya da “Rodos’ta mülteci teknesi karaya oturdu: 3 ölü” vb. haberleri geçmiş yıllarda okumuş olsak da bizdeki gibi mülteciler pek görünür değil. Sanki adanın mitolojik tarihinin büyüsünde taşlara, kolonlara, kubbelere ve gökyüzüne sızıp görünürlüklerini yitirmişler. Adanın taş sokaklarında hayalet birer gölge olmuşlar derken eski yerleşim yeri olan “Old Town’nun” kalın demirlerle sürgülü “Eski Çarşı” kapısında karşılaşıveriyoruz akordeon çalan Suriyeli çocukla. Çocuk mahzun ve tüm dünyanın bütün kötülüklerini yaşamış olmanın hüznü ve derinliği ile bakıyor fotoğraf makinasının objektifinden acı bir tebessümle gözlerime ve Dünya’ya. Sonra bütün Dünya’ya meydan okurcasına hepimizle dalga geçercesine çıkarıyor kırmızıya kesmiş dilini bütün ayıplarımızı ayıplamak adına. Deklanşör donuyor, gözlerim doluyor, o an boğazımda düğümlenen acının katran karası bir ağırlıkla yürüyorum yeniden ayaklarıma inen karalıkla.



Biraz ilerde bir kadın, belki de Akordeon çalan çocuğun annesi. Yine aynı hüzünle uzatıyor elini, gelip geçen boşluğun büyük uğultusundaki gölgelere. Düşünmeksizin boşluğa uzatılan ele gayri ihtiyari koyduğum parayı (TL olduğu için) beğenmemiş olacak ki aynı kadın, yüzündeki mahzunluğu sıyırıp, kentin bütün kuyularının karanlığını, izbelerinin yalnızlığını yüzüne taşıyarak bir hışımla parayı geri iade ediyor.



Tarihi taş yollarda ruhumuzu adanın masmavi rüzgârıyla doldururken Osmanlının adadaki en önemli eserlerden biri sayılan ”Hafız Ahmet Ağa Kütüphanesi” kapısında kefen gibi beyazlara sarınmış bir mülteci kızın yüzünü beyaza boyama çabaları gözümüze çarpıyor. O da dilsiz bir hüzünle uzatıyor göğün masmavi boşluğunu toplayacakmış gibi duran avucunu. Camilerin kuytularında soluklanan kül boyunlu kumruların narlara dağılan genişliğini tutmak ister de tutamamış gibi gamzelerine çöreklenen acıyla büyüyordu kendini kefenleyen kız çocuğu.

Savaşın çocukları, doğdukları coğrafyadan yüzlerce kilometre uzakta bir öteki olarak fazla görünür olmadan, yaşamın keskin kenarına tutunma çabasındaki birer kelebek gibi kırık kanatları, yanmış gövdeleri, suskun dilleriyle dolanıyorlar insanlığımızın boka batmış kıyılarını.



Kentin büyülü atmosferini tekrar yaşamak için birkaç gün önce gezdiğimiz tarihi yolları, dönüş günü tekrar teneffüs etmek amacıyla tekrar dolandık. Her an bir şövalyenin karşımıza çıkıvereceği hissine kapılıp yeniden dağıldık kente, yönsüz ışık dalgaları gibi. Taş yollar, çınarların ve sakız ağaçlarının gölgesinde uyuyan kuşlar duydu adımlarımızı, akmayan şadırvanlarda unutulmuş ayaklar duydu sesimizi. Sonra Rodos sokaklarının göğe yükselen her dilden seslerine karıştık. Uzayan gölgelerimizi toplayıp oturduk iki tarafı çınarlarla çevrili yoldaki tarihin gölgesindeki banka. Gözlerimiz devrilirken gün ışığının parçaladığı yaprakların altında akıp giden ırmağa dönüp sustuk, gün boyu konuştuklarımızı.

Kalabalıkların içinde kabaran suskunluğun saçak uçlarına tutunan on bir- on iki yaşlarında bir kız çocuğu belirdi o an.

Onun tutunduğu noktayı tutup eteklerine lehimlenen kara gözlü daha küçük bir erkek çocuğuyla. Açısı daralan sokakta gözlerimde ikili bir bulut gibi seyrederken kızın elindeki akordeonu ara ara soluklandırdığını fark ettim. Kız caddenin kenarında portre çizen ressamlardan saçını arkaya topuz etmiş erkeğin davetine uydu. Akordeonun tuşlarına dokunmaya başlayınca dağlar, denizler, su yılanları kertenkeleler geri çekilip bir avuç ay ışığı doldu caddeye, dizili çakıl taşlarının dalgalı girintilerine genişleyerek yayılıp dağıldı bir notanın tanıdık tınısında.



Ressamla, küçük kızın düetindeki ezgi tanıdık geldi; fakat çıkaramadım. Yunanca halini yaşlı ressamla turistlerin gelip geçtiği o sokakta çınarların derin yeşilliğinde dinledim onun ağzından. Ressamla küçük mülteci kız şakalaşıp ayrıldılar, vedalaştılar. Sonra eşim şarkının “Aşkını dağlara yazdım yârim” şarkısı olduğu hatırlamış olmalı ki aklında kalan sözlerini mırıldandı. Arabesk tınılar taşıyan bu şarkıyı biz büyülü bir resital dinlermiş gibi dinledik şövalyeler sokağının büyülü ikliminde.

Kızın peşi sıra bizde toparlanarak tarihin yaşayan sayfalarından ayrılıp mülteci yalnızlığımıza doğru koşar adım ilerledik.

Ayrılık zamanıydı artık…

Savaşın çocukları her yerde karşımızdaydı. Ülkemizin vatandaşlık verilsin verilmesin tartışmalarının çok ötesinde kalbimiz Rodos’ta elleri göğe açık o çocuklarda kaldı.