Diğer günlerden farksız bir gün değildi.

Aynı güneş, aynı hava, aynı dağlar, aynı güzergâh, aynı uğraş, uysal adımlarla geceye doğru akıyordu.

34 insan geceye akmayacaktı, yeni güne varmayacaktı. 34 insan bu olağan günde sonsuz bir karanlığa gömülecekti.

Hesapsız, kitapsız bir gidiş olacaktı!

34 insan, onlarca aile, binlerce yürek gündüzü olmayan bir geceye hapsolacaktı.

Hayalleri, hüzünleri, feryatları, yardım çığlıkları o sonsuz gecenin içinde kaybolup gidecekti.

Sefalet onları kendine kurban seçmişti. Yine de şikayet etmiyorlardı. Tevekkül ile hayata sarılıyorlardı.

Çetin kış koşullarında evlerinin çok uzağında, ağır ağır ilerliyorlardı.

Hava soğuk, yükleri çoktu. Güçleri tükeniyordu ama umutları diriydi.

Yüreklerinin sıcağında usulca çarpıyordu umut.

Küçükken el salladıkları uçakların bir gün gelip üzerlerine bomba yağdıracaklarını nerden bileceklerdi. Böyle bir vahşeti kim bilebilir!

Kimi evin tek çocuğu, kimi kardeşlerin büyüğü, kimi yetim büyümüş bir bahtsızdı.

Kimi annesinden habersiz "kaçağa" gitmişti. Kimi babasını yalnız göndermemek için... Kimi o gece "hangi yaraya elini koyacağını bilememenin hüznüyle" buz kesecekti.

Kimi anne diyerek feryat edecek, kimi anne diyemeden paramparça olacaktı.

Omuzlarında geçim sıkıntısı, önlerinde kar parıltısı uzayıp gidiyordu.

Gecenin kanatlarına sığınmışlardı lakin hayatları kararıp geceye dönecekti.

Korku onlar için ölüme bir adım yakın olmaktı. Bunun içindir ki ilk deneyimleri korkuyu yenmek üzerinedir.

Biraz sonra ne olup bittiğini anlamadan korkunç bir gürültünün içinde kaybolacaklar. Biraz sonra son kez nefes alıp verecekler, son kez yıldızlara bakacak, son kez sevdiklerini düşünecekler.

Biraz sonra sorgusuz ve yargısız vurulacaklar. Son günü geride bırakıp sonsuz karanlığa yürüyecekler.

Biraz sonra kesif bir koku yayılacak. Yanık et kokusu gecenin serinliğine karışacak. Bir kaç takatsiz çığlık kalacak geriye.

28'i aynı aileden, 19'u çocuk, toplam 34 kişi alev topunun içinde parçalanıp kül olacak.

Her gecenin bir sabahı vardır lakin o gece bitmek bilmedi. Bir kabus gibi üzerlerine çökmüş, kalkmak bilmiyordu.

Sağ kurtulanlar sabaha kadar binlerce kez ölmüştü. Gün aydınlanınca kiminin bedeni, çoğunun ruhu ölmüştü.

Ölüm buz kesmiş, dağ taş ölmüştü. Hava ölüm gibi ağırdı. Feryatlar arşı yırtıyordu.

Kiminin evladı, kiminin kardeşi, kiminin eşi battaniyelerin arasında yerde yatıyordu.

"El ayak buz kesmiş, yürek cehennem."

Bir metre seksen santim boyundaki adamdan geriye bir avuç kül kalmıştı!

Bir baba çocuğunun ayakkabılarını öpüp okşuyordu, yüzü yoktu çünkü başı kopmuştu.

Bir anne evladının elbise parçalarını avucunda toplamış, külleriyle birlikte yüzüne sürüyordu.

Bir diğeri kardeşine ağıt yakıyordu. Tanınmaz haldeki parçalanmış vücuduna bakıp dizlerini dövüyor, saçlarını koparıyordu.

"Vurulmuşum, düşüm gecelerden kara.
Bir hayra yoranım çıkmaz.
Canım alırlar ecelsiz.
Sığdıramam kitaplara.
Şifre buyurmuş bir paşa, Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız."


Ya Ahmed Arif'in bu dizeleri... Nedir bu benzerlik, Kürd'ün kaderi hep ölümlerle mi kendini tekrarlayacak?

Paşalar hep şifre buyuracak, Kürtler hep ölüme mi yatacak?

Kürtler ağıt yakarken, ülkenin batısı ölüme alkış tutarak havai fişeklerle kutlama yapmaktaydı.

Acı büyüktü ama vicdan yoktu! Vicdan ve haysiyet o gün bu gündür ortalıkta görünmüyor. Göçüp gitti bu topraklardan.