Ekosistem harabiyeti ve savaşların halk sağlığını temelde tehdit eden iki temel etken olduğunu ifade eden ATO Başkanı Prof. Dr. Vedat Bulut, ekosistemin bozulması halinde Latin Amerika’da ortaya çıkan Zika virüsünün, önümüzdeki 5 yıl içerisinde Türkiye’ye de gelebileceği uyarısında bulundu.

Çin’in Wuhan kentinde 2019’un Aralık ayında ortaya çıkan koranavirüsün (Kovid-19) yayılma hızı ve insan üzerindeki etkisi, kapitalist sistemlerin sağlık politikalarını ve halk sağlığına olan bakış açısını sorgulatıyor.

Ankara Tabip Odası (ATO) Yönetim Kurulu Başkanı ve İmmünoloji (Bağışıklık sistemiyle ilgilenen bilim dalı) Profesörü Vedat Bulut, MA’dan Zemo Ağgöz’ün sorularını yanıtladı.

Koronavirüs (Kovid-19), dünyanın ve Türkiye’nin birinci gündemi olmaya devam ediyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) “pandemi” (küresel salgın) olarak nitelendirdiği ve artık tüm dünyaya yayılan bu virüs ne kadar hızlı?

SARS-CoV2 (Covid-19) olarak adlandırılan bu virüs son derece bulaşıcıdır. Bir enfekte bireyin diğer 600 kişiye bulaştırma riski vardır. Bulaş hızı son derece fazla olmasına rağmen öldürücülük (mortalite) hızı düşüktür. Covid-19 hastalarının ülkeden ülkeye değişmekle birlikte ölüm oranı ortalama yüzde 3 kadardır (İtalya’da en yüksek yüzde 8, Almanya’da en düşük yüzde 0,4). WHO tarafından kıtalar arası yayılımıyla birlikte pandemi olarak ilan edildi ve sağlıkta alarmı kriz olarak en üst düzeyde tanımladı. Bugüne kadar WHO bu uygulamayı 6 kez yapmıştır.

Yayılma hızı, ne kadar zaman daha bu şekilde devam edeceği ve ne kadar vakayı bulacağına dair Türkiye için bir tahmininiz var mı?

Epidemiyologların öngörülerine göre, süreç içerisinde yeni bir aşı veya ilaç bulunmazsa, 5 yıl içinde dünya nüfusunun yüzde 50-70 kadarının bu virüsle enfekte olacağı ve hastalığın 7 yıl içinde tamamen ortadan kalkacağı belirtilmiştir. Olguların yüzde 80-85 kadarında hafif ve orta derecede seyredeceği, yüzde 10 kadarının hastane desteğine gerek duyacak şekilde ciddi hastalanacağı ve tedavi edileceği, yüzde 5 kadarının yoğun bakıma gereksinimi olacağı hesap edilmektedir. Tüm dünyada strateji şu anda bulaşmayı ve hastalığı zamana yayarak hastanelerde kriz yaşanmasını önlemeye yöneliktir. Sağlık Bakanlığı Mayıs ayına kadar 5 bin olgu olabileceğini tahmin etmektedir. Benim tahminimce bu sayının Haziran ayına kadar 20 bin olacağı, 100 bin olduğunda da sürpriz sayılmayacağı yönündedir.

100 bin kişi olması halinde yoğun bakım olanaklarının Türkiye’de 42 bin yatak olduğu düşünülürse, Covid-19’dan dolayı 5 bin yurttaşımızın bu hizmete gerek duyacağı tahmin edilebilir. Bir anda 1 milyon hasta olması halinde yoğun bakım yatak sayısı yeterli olmayacaktır, çünkü zaten şu anda yatak doluluk oranı diğer hastalıklar nedeniyle yüzde 70 dolayındadır. Bu nedenle Türkiye’de de Almanya’ya benzer bir stratejiyle hastalığın uzun zamana yayılması amaçlanmaktadır. Bu nedenle bireysel izolasyon ve sosyal mesafe önlemleri alınmaktadır.

Ülkenin en önemli immünoloji (bağışıklık sistemleri ile ilgilenen bilim dalı) uzmanlarındansınız. Koronavirüs testi yapanların çoğu öğrenciniz ya da arkadaşınız? Size gelen farklı bilgiler var mı?

Testler ilk olarak Türkiye Halk Sağlığı Kurumu’nda yapılmaya başlandı. Sonra Erzurum devreye girdi. Şu anda 15 kadar laboratuvara bu testler gönderilmiştir. 1-2 hafta içerisinde 35 laboratuvara yayılması planlanmaktadır. Yapılan test PZR (Polimeraz Zincir Reaksiyonu-PCR) tekniğiyle çalışmaktadır ve alanda altın standart olarak kabul edilmektedir. Yanlış pozitif veya yanlış negatif sonuç üretme olasılığı yok denecek kadar azdır. Ancak örneklerin alınmasında dikkatli olunması gereken bir testtir. Yapılan test sayılarının düşük olduğu göz önüne alındığında yakalanmayan veya gözden kaçan, hastalığı belirtisiz veya hafif şekilde geçiren bireyler olabilir.

Türkiye’de ölüm oranını bilimsel veriler ışığında yüzde 1-2 aralığında seyredeceğini öngörmekteyim. Covid-19 hastalığı logaritmik hızla yayılmaktadır ve her gün yaklaşık ikiye katlanmaktadır. Bu testleri yapan meslektaşlarımız bilinçli ve etik değerlere bağlı insanlardır. Bu nedenle Sağlık Bakanlığı’nın olguları bilinçli bir şekilde gizleme gayretini ben gözlemlemedim. Hastalık bildirimi zorunlu olan bir hastalıktır ve bu alanda veri gizleme uluslararası suç niteliği taşır. Sağlık Bakanlığı hastaların illere göre dağılımı konusunda şeffaf olmalıdır. Bu veriyi paylaşmalıdır.

Peki bu virüs bağışıklık sistemimizi nasıl etkiliyor? Süreci en az zararla atlatmak için bağışıklık sistemimizi nasıl güçlendirebiliriz?

Bu virüs HİV (AİDS virüsü) gibi bağışıklık sistemini çökertmemektedir. Aksine bağışıklığı zayıflamış bireylerde daha fazla ölüm riski yaratmaktadır. Bu nedenledir ki İtalya’da ölüm oranları yükseldi. Bu hastalıkta hastalığın ciddi seyretmesi bakımından risk grupları 70-80 yaş üzeri, herhangi bir nedenle ilaç kullanarak bağışıklığı zayıflatılan bireyler (organ nakli, romatizmal hastalıklar vb.), kronik hastalıkları olan bireyler (astım, KOAH vb.) ve sigara içicilerdir. Bu gruplarda ölüm oranı çok daha yüksektir. Beslenme bu hastalığın bulaşmasını engellemez. Ancak dengeli ve sağlıklı beslenme hastalığı daha hafif atlatmak için önemlidir. Bu dönemde narenciye bol miktarda tüketmek yararlı olacaktır.

İtalya ve İspanya dahilinde kapitalist sistemin sağlık politikalarına odaklanalım. İtalya’da yaşlılar “pasif ötenaziye” itildi. İspanya’da ise hastaneler kamulaştırıldı. Nasıl anlamalı?

İtalya’da ölümler yüzde 8 olarak gerçekleşti ve bu konuda en kötü en başarısız ülke oldu. Bunun temel nedeni salgını baştan ciddiye almadı. İtalya’da sayısı 100’ü aşkın Çin üretim tesis bulunmakta ve on binlerce Çinli buralarda ucuz işçi olarak çalıştırılmakta. Yılbaşı tatili sonrası bu insanlar Çin’den İtalya’ya önlem alınmaksızın ve kontrol edilmeksizin geri döndüler. Yemek sektöründe çalışanlar ve bu işçiler vasıtasıyla büyük bir hızla yayıldı. İtalya’da yoğun bakım yatak sayısı bu nedenle yeterli olamadı ve ciddi hastaları kurtaramadılar. Triaj içerisinde daha genç ve orta yaşlıları kurtarmak için tıbbi olanaklarını onlara yönlendirdiler. İspanya bu kararla önemli bir adım attı.

Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) projeleri çerçevesinde Yap İşlet Devret (YİD) sistemiyle Türkiye'de yapılan Şehir Hastaneleri'nin de önümüzdeki günlerde kamulaştırılması mümkün mü?

Hayır. Çünkü bu hastaneler vasıtasıyla bir koyup, hazineden 3 hatta 5 alacak olan firmalarla zaten baştan çıkar ilişkileri kurmuşlardır. Türkiye’de kapatılan yani Şehir Hastaneleri’ne feda edilen köklü sağlık kurumları tekrar açılmalı, Şehir Hastaneleri hızla özelleştirilmeli ve oluşacak kamu zararı da (Tahkim kararları dahil) doğrudan servet yapmış siyasilerimiz ve birinci derece akrabalarının mal ve mülklerine el koyarak yapılmalıdır. Bu adil bir uygulama olur.

Zengin sınıfın evlerine çekildiğini ve kendilerini korumaya aldığını görüyoruz. Ancak inşaat işçileri, sokakta çalışanlar ya da günü birlik iş bulanlar şimdi dışarı çıkmak zorunda. Ve bahsettiğimiz insanlar gelir düzeyinden kaynaklı sağlık açısından en dezavantajlı grup içerisinde yer alabiliyorlar. Virüs sonuçlarından birinin de eşitsizliğin derinleşeceği olabilir mi?

Elbette, zaten Cumhurbaşkanı’nın Çankaya Köşkü’nde yaptığı önlem paketlerini açıkladığı toplantıda sadece Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), sanayiciler ve zengin sınıfı korumaya yönelik adımlar açıklanmıştır. TOBB Başkanı’nın ağzı kulaklarında keyiflidir. Kısmen beyaz yakalı emekçilere de izin verilerek, okullar kapatılarak, 14-21 gün istirahatler verilerek, sorunları çözülmüştür. Ancak mavi yakalı kol gücü kullanan emekçilerimiz yine ihmal edilmektedir. Fabrikalarda sıkışık düzende çalışan, servis ulaşım araçlarına tıka basa doldurulan sosyal mesafe olmaksızın yaşayan işçi sınıfımız, az gelirli olmanın ve dengeli, sağlıklı beslenmeye ulaşmanın zorluklarıyla bu süreci daha ağır atlatacaklardır.

Bu dönemde işçilerimize ek ikramiye de vererek ücretli izine ayırmak, işten çıkarılmaları yasaklamak, vardiya aralıklarını açarak 6 saat vardiya ve 2 saat dezenfeksiyon işlemleri yürüterek, koruyucu malzemeler kullanmaları temin edilerek çalışmalarını sağlamak alınabilecek önlemlerdir. Bunu yaparken de insan sağlığına zararlı dezenfektanlar kullanmamak gereklidir. İşçi sınıfı Türkiye’nin tek gerçeğidir ve bu sınıf kaybedilirse üretim durması ve ekonomik felaketin derinleşmesi kaçınılmazdır.

Yaşamın her alanında termik santrallerin yarattığı hava kirliliği, dengesiz ve yetersiz beslenme sorunları var. TTB’nin açıkladığı bir rapora göre; 2002–2017 yılları arasında hava kirliliği ile doğrudan ilişkili olan inmenin yüzde 58, diyabetin yüzde 44, kronik obstrüktif akciğer hastalığının yüzde 42 ve akciğer kanserinin yüzde 38 oranında hastalık yükünün arttığı görülmekte. Kapitalist sistem insanları virüslerin olumsuz etkisine açık hale getiriyor mu?

Dünya kapitalist sistemi bu hastalıklarda ikircikli davranmaktadır. Dünyada gripten, sıtmadan, beslenme bozukluğundan, Giardia parazitinden çok daha fazla sayıda insan yaşamını kaybetmektedir. Hastalıkların Afrika ve Güney Yarımküreyi tehdit ettiğinde sessiz kalan kapitalizm, Kuzey Yarımküreyi ve zengin sınıfı da tehdit eden bir hastalık olduğu zaman, basın organlarıyla, teknolojisiyle bu hastalığa karşı mücadele verirken, dünyada milyonlarca insanın ölümüne yol açan hastalıklarda ve savaşlar konusunda duyarsızlık sergilemektedir. Bu asıl sistem sorunudur. Ekosistemin bozulması halinde yeni tür virüslerle salgın hastalıklarla karşılaşacağımız açıktır. Örneğin, Amerika ve özellikle Latin Amerika bölgesinde görülen Zika virüsü taşıyıcısı olan bir sinek türü ilk kez geçtiğimiz yıl Türkiye’de gözlendi. Küresel ısınmanın ve tropikal iklime kayışımızın neticesidir bunlar. Önümüzdeki 5 yıl bizler de Zika hastalığını yaşayabiliriz. ABD halen Kyoto sözleşmesine imza koymamıştır. Karbon salınımının yüzde 75 sorumlusu ABD’dir. Dünya geri dönüşsüz bir eko felakete doğru sürüklenmektedir. Halk sağlığını temelde tehdit eden iki temel etken vardır, ekosistem harabiyeti ve savaşlar.

Sizinle yaptığımız bir sohbette virüsün ölüm oranlarını konuşurken, “dünyada yetersiz beslenme sonucu 15 milyon çocuk ölüyor, kimse bu kadar tepki vermiyor” demiştiniz…

Kapitalist egemenler dünya kaynaklarını hor bir şekilde kullandıklarını, ekosistemi çökerttiklerini ve dünya kaynaklarının (gıda, su, enerji) daha büyük nüfuslara yetmeyeceğini peki hala bilmektedir. Bu nedenle bireysel çıkarları, açgözlülükleri nedeniyle dünyanın yüzde 90’ını oluşturan orta ve düşük gelirli (hatta gelirsiz) gruplardan ölümleri umursamamaktadır. Böylece onların kaynaklarını daha fazla sömürebilmekte, onların yurtlarından çaldıklarını kendi kasalarına istifleyebilmektedir. Buna neo-yağmacılık denebilir. Dünyanın ezilen halkları el ele vererek ve birlikte mücadele ederek bu asalak azınlığı alaşağı etmedikçe bu böyle sürüp gidecektir. Dünya topyekün sosyalizmle ya kurtuluşa erecek ya da bir avuç aşağılık zenginin güvenli cennetler dediği bölgelere sığınarak yaşadığı bir çöl halini alacak.

Bilim insanı kimliğinizle birlikte bir insan hakları savunucusu ve aktivist olarak, toplumun bütünün sağlığını korumak için nasıl alternatifler yaratabiliriz. Bu yerel ve küresel koordinasyona ihtiyaç hangi düzeyde? Önerileriniz var mı?

Savaşlara ve ekosistemin tahribatına karşı topyekün direniş önemlidir. Bölgesel direnişler bu işi çözememektedir. Çünkü kapitalizm diğer bir ülkenin garibanını, ilgili bölgeye gönderip, garibanı garibana kırdırmaktadır. Kapitalizmin duvara tosladığı, çıkmaza girdiği 21’inci yüzyılın ilk çeyreğinde, sermayenin kurtuluşunu, yeni büyük ölçekli savaşlarda aradığı da ortadadır. Artık açık ve seçik bir bölgesel savaşın eşiğindeyiz. Bunun mezhepler savaşına dönüşmesi ise en korkunç son olacak bölgede. Yoksul insanlara düşecek kader kırıntısı, mülteciler olarak ülkeden ülkeye savrulmak, ölümler, aşağılamalar, faşist saldırılar olacak. Zenginler ve iktidar sahipleri bedelini ödeyerek çocuklarını cepheden uzak tutacak, o yüce mertebe sadece yoksullara düşecek. Tepeler ve kasalar, banka hesapları boş kalmayacak.

Maalesef artık dünya işçilerinin birleşmesinden umudunu kesmiş birisi olarak, bu kaotik döneme son verecek tek güç artık dünyanın anneleri, bacıları, kadınlarıdır. Erkek egemen bin yılların kirlettiği, kana buladığı, doğasını hoyratça hırpaladığı bu dünyada, tek kurtuluş hamlesi onlardan gelecek. Dünyanın kadınları birleşirse ve hep bir ağızdan silaha, savaşa hayır diye haykırdığında, oğullarını savaş meydanlarına göndermeyi reddettiğinde dünya değişecek. İnsanlar yurtlarını yuvalarını terk edip liderlerin oyuncağı olmasın, doğa korunsun, yoksullar ölmesin, çocuklarımız barış ve özgürlüğü yaşasın diye… Kadınlar bu dünyanın sağlığını da ekosistemini de çocuklarını da koruyacaklardır. İnsan hakları savunucuları, barış yanlıları, çevreci örgütler tümü onların çabalarına katkı sağlamalılar.

Kaynak: Mezopotamya Ajansı