Emre Orman - Soner Karabulut / Demokrat Haber

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’ya destek olmak ve taleplerinin kabul edilmesi için 1 haftalık açlık grevine giren ÇHD’li avukatlar Behiç Aşçı ve Zehra Özdemir ile İstanbul Barosu'nda bir röportaj yaptık.

Avukat Behiç Aşçı, “Konuşmamız gereken, insanların niye açlık grevi yaptığı değil, niye yapmadığıdır. Onbinlerce memur işten atılmış, açlık grevi yapan iki memur var. Problem budur, problem iki kişinin açlık grevi yapması değildir. Problem, sadece iki kişinin açlık grevi yapmasıdır” diye konuşuyor ve AKP’yi kötü bir sürecin beklediğini savunuyor:

***

Zehra Hanım, bize Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın direnişinden biraz bahseder misiniz?

Zehra Özdemir:  Ankara Yüksel Caddesi’nde ilk başta Nuriye hoca başladı bildiğiniz gibi, sonra Semih hoca da katıldı direnişe. 100 günden fazla bir süre alanda sadece açıklama yaparak, işlerini geri istediklerini beyan ederek eylem yaptılar. Ama bu süreçte ne halktan ne de sosyal toplum örgütlerinden bir destek görmediler. Defalarca gözaltına alındılar. Nuriye’nin burnu kırıldı, Semih’in bileği çatladı. Pek çok şey oldu ama buna rağmen bir geri dönüş alamadılar.

Sonrasında bir açlık grevi kararı aldılar ve bunu ilan ettiler. Bunu ilan ettikleri gün milletvekilleri ile görüşüp meclisten çıkarken siyasi şube tarafından gözaltına alındılar ve üç gün gözaltında tutuldular. Tarihi erkene çekerek gözaltındayken fiilen açlık grevlerine başladılar. Sonrasında da bildiğiniz gibi açlık grevi ilerleyip arkadaşlarımızın artık sağlıkları yavaş yavaş bozulmaya başladığında kamuoyu tarafından daha görünür olmaya başladılar.

Onların bu görünür oluşları da siyasal iktidarın alana saldırılarını yoğunlaştırdı. Her gün defalarca alana saldırılar oldu çeşitli bahanelerle. Pankart için, çiçek için, ısınmak için yakılan ateş için pek çok saldırı gerçekleşti. En sonunda da nihai saldırıları, operasyon yaparak arkadaşlarımızı tutuklamak oldu. Özetlersek böyle diyebiliriz.

Peki, bildiğimiz gibi açlık grevinin 76. gününde Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın kaldıkları eve bir polis operasyonu yapılmıştı ve açlık grevi direnişçileri gözaltına alınıp mahkemeye çıkarılarak tutuklanmışlardı. Bu süreç nasıl gelişti?

Zehra Özdemir: Bir Pazar günü bu operasyon yapıldı sabaha karşı. Ama işin ilginç yanı, biz Pazar günü adli kontrol için imza vermeye gittik. Semih hocayı ben götürdüm imzaya. Dolayısıyla bir kaçma şüphesi, göz önünde olmama gibi bir durumları söz konusu değildi. Zaten her gün 13:30 ve 18:00’da Yüksel’e gelip açıklamaya katılıyorlardı. Adli kontrol imzalarını da atıyorlardı. Buna rağmen alandaki hareketliliği, halkın alana dahil olmasını kabullenemeyen siyasal iktidar evi bastı.

76 gündür açlık grevinde olan iki insanı, avukatlarını ve eşini sürükleyerek, darp ederek gözaltına aldı. Nuriye hoca ve Semih hoca da bir gün sonra mahkemeye çıkarıldılar ve tutuklandılar. Bu konuda hiçbir hukuki tartışmaya gerek görmüyoruz biz. Çok keyfi bir tutuklamaydı. Çok keyfi sorular, çok keyfi gerekçelerle. Yani herhalde hukuk tarihinde ilk kez, “tutuklanmazlarsa sosyal medya paylaşımı yapmaya devam edecekler” diye iki insan tutuklandı.

Hapishanede hangi koşullarda kalıyorlar?

Zehra Özdemir: Nuriye Gülmen, Sincan Kadın Kapalı Hapishanesi’nde. Orada daha önce iki refakatçisi vardı. Daha doğrusu iki tutsakla beraber aynı hücredeydiler. Ama oradakilerden biri Gebze’ye sürgün edildi anlamadığımız bir nedenle, çok da ilginç bir şekilde. Genelde sürgün sevklerde nereye götürüleceği söylenmez. Seval Aracı, Nuriye’nin yanındaydı. Seval Aracı’nın Gebze’ye sürgün edileceği, sürgün demiyorlar tabi ona da, Gebze’ye nakledileceği söylenerek alınıp götürüldü. Şimdi bir kadın arkadaşımızla beraber kalıyor Nuriye hocamız.

Hapishane idaresinin tüm baskı ve ısrarına rağmen, ilk gün kendilerine “Eğer bilincinizi kaybederseniz size müdahale ederiz” dendiği için hapishane doktoruna muayene olmuyorlar, doğal olarak. Çünkü yarın sizi, zorla damarınıza iğneler sokup, zorla ağzınıza hortumlar sokarak besleyecek bir insanın muayene etmesine herhalde izin vermezsiniz. Herkesin böyle bir durumda aynı tepkiyi vereceğini düşünüyorum ben. Dolayısıyla buna zorlamak için, yani hapishane doktorlarına muayene olmalarına zorlamak için bütün taleplerini reddediyor hapishane idaresi.

Şu anda Nuriye hocanın kaslarında epey bir erime var, kas kaybı var. Normal yatakta yatması çok zor ve çok ağrılı. Havalı yatak istedi. Ama havalı yatak talebi, hapishane doktoruna muayene olması ve kendisine bunun reçete edilmesi şartıyla verileceği söylendi. Onlar da buna çok yaratıcı çözümler bularak, işte böyle ilave yastıklar almışlar, yastıklar yapmışlar, bir şekilde zorunluluktan gelen yaratıcılıkla minimum oranda ihtiyaçlarını görüyorlar.

Semih hoca Sincan 1 No’lu F Tipi Hapishanesi’nde. Onun da yanında bir erkek tutuklu var. Üç kişilik hücrede iki kişi kalıyorlar. Ama eşyalar ve yataklar üst katta. Semih hoca oraya çıkıp inemediği için yatağını alt kata kurdular, alt katta yatıyor. Onun da havalı yastık talebi var. Aynı gerekçeyle ona da verilmiyor. Semih hocanın en büyük sıkıntısı, kitap. Hücreye beş kitap sınırlaması var ve istediği kitaplar verilmiyor kendisine. Bizim gönderdiğimiz kitapları bile, onun istediğini vermiyorlar yani. Hapishane idaresi keyfi şekilde kitap veriyor. Bunun üzerine zaten bugün, biliyorsunuz Semih Özakça’nın kendisi gibi direnişçi eşi Esra Özakça, o da açlık grevinde, bugün bir çağrı yaptı, tahmin ediyorum ki Semih hocanın talebiyle: “Tüm yayınevlerine, halkımıza şöyle bir çağrımız var: Hapishaneye kitap gönderelim, hapishane duvarlarını kitaplarla yıkalım, Semih’e vermedikleri kitapları zorla vermek zorunda kalsınlar.”

Koşullar bunlar şuan, özetle.

“DEMEK Kİ, OHAL KOŞULLARINDA DİRENİLEBİLİYORMUŞ”

Behiç Bey. Geçtiğimiz günlerde 111 aydın, gazeteci ve sanatçının imzasıyla birçok gazetede bir çağrı metni yayınlanmıştı. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ise Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’yı “terörist”, imzacıları da “devlete güvenmektense teröristlere güvenmek” ile itham etmişti. Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz?

Behiç Aşçı: Şimdi, Süleyman Soylu’nun yaptığı, AKP’nin bugünkü politikalarından çok bağımsız ve ayrı değil. AKP, 15 Temmuz’dan sonra “Olağanüstü Hal ilan ediyorum” diyerek, bütün yasal mevzuatı bir kenara bıraktı. Açık bir şekilde, kendi kararlarıyla şuan ülkeyi yönetiyor. Şuan yasalarla, mahkemelerle ülke yönetilmiyor. Şuan ülke, AKP’nin verdiği kararlarla yönetiliyor. Kanun da onlar, savcı da onlar, mahkeme de onlar, cellat da onlar. Süleyman Soylu’nun dediği de bundan bağımsız değil. Türkiye’deki mevzuattaki kanunlara göre, yasadışı illegal örgüt üyesi olmak suç. Bir kimseye böyle bir iddia yöneltilebilir. Devlet adına bu iddiayı yapma yetkisi ve sorumluluğu savcıya aittir. Savcı, birini yasadışı illegal örgüt üyesi olmakla suçlar, bu suçlamanın da yasal metni iddianamedir. Savcı iddianame düzenler, davayı açar, ondan sonra yargılama yetkisi ve sorumluluğu mahkemeye devredilir. Mahkeme bir karar verir, beraat ya da cezalandırma şeklinde. Cezalandırma kararı verilirse de dosya bundan sonra temyiz makamına gider. Temyiz makamının onanmasından sonra, yani hükmün kesinleşmesinden sonra o kişi hakkında yasadışı illegal örgüt üyesidir diyebiliriz. Şimdi Nuriye ve Semih için böyle bir süreç işlenmedi. Aksine, Nuriye ve Semih ile ilgili, özellikle de Nuriye ile ilgili daha önce hakkında davalar açılmış ve beraat etmiş.

Dolayısıyla Süleyman Soylu’nun neye dayanarak böyle bir şey söylediği çok açık. Süleyman Soylu şuan yetki gaspı yapıyor. Diyor ki, “Mahkeme de benim, savcı da benim, hakim de benim, cellat da benim.” Zaten şuan Süleyman Soylu’nun dediği şey aslında bu: “Biz Nuriye ve Semih’in, yasadışı illegal örgüt üyesi olduğuna karar verdik, zaten hapishanede cezasının infazına başladık.” Yani ona, normalde tutsakların bulunduğu koşullardan bile daha ağır bir tecrit uygulanıyor, özel bir test uygulanıyor direnişi kırmak için.

Şuan aslında onlar kararı vermişler ve infaza geçmişler. Süleyman Soylu’nun aslında dediği ile ilgili fazla bir şey söylemeye de gerek yok. Belki de bunu ciddiye almaya bile gerek yok. Yani biz biraz şundan da rahatsızız aslında. Süleyman Soylu’nun dediği şeylerin etrafında tartışıp duruyoruz. Süleyman Soylu kendi kendine konuşuyor. Hiç bizi bağlamıyor yani. Müvekkillerimiz yeni tutuklandı, davaları daha yeni açıldı, duruşmaları Eylül ayında. Daha sorgularını dahi vermediler. İlk duruşmaya daha çıkmadılar. Bizim için önemli olan budur. Bakalım duruşmada göreceğiz ne olacağını.

Tabi bir de şu yönü var, imzacı olmayan bir sürü sanatçı da imzacı oldu. Yani bu aslında direnişi sahiplenmeye yönelik bir tehditti, ters tepti. “Ben de imzaladım!” diyenler oldu. Çok da oldu hem de, açıkladılar. Halktan kendi yaratıcılıklarıyla tekil örnekler oldu, tekil eylemler oldu. Artık herkes eylem yapıyor yani, iş buna döndü.

Bu da zaten aslında Nuriye ve Semih’in eyleminin başarısıdır, diye düşünüyorum. Yani Nuriye ve Semih’in eyleminin amacı, sadece onların işe iadesinin sağlanması boyutuyla düşünülemez. Elbette ilk ve temel talep odur. Ama bu direnişin amacı bu talebi çok aştı artık. Yani OHAL terörüyle AKP bütün halkı teslim almayı hedefliyor. Bunun için zaten devlet kuruluşlarındaki bütün memurları ve işçileri işten atıyor, bütün haklarını gasp ederek. Kazanılmış bütün haklarını, tazminatlarını, kıdem ihbar tazminatlarını, emeklilik haklarını, hepsini gasp ederek işten atıyor. Aydınları ve sanatçıları tutukluyor, milletvekillerini tutukluyor, televizyonları kapatıyor, radyoları, gazeteleri ve yayınları kapatıyor. Esas olarak yapmak istediği şey, emperyalizm ve tekeller için bütün devlet aygıtını kendisinin bir parçası haline getirmek. Şuan yapmaya çalıştığı şey bu.

Bir anlamda kısmi bir başarı da elde ettiler. Yani bir “OHAL var!” söylemiyle her şeyin üzerini örttüler. Artık her şey, ‘OHAL var’ın altına gizlenmeye başladı. Mahkemelerdeki işleyiş, polisin keyfilikleri… İnanç Özkeskin, evinde ailesinin yanında katlediliyor, “OHAL var!”. Yılmaz Öztürk, Armutlu’da katlediliyor, mahkeme polise 10 yıl ceza veriyor serbest bırakıyor, tutuklamıyor bile 10 yıl cezadan sonra, “OHAL var!”. Böyle bir noktaya gelmişiz.

DİSK, KESK, TTB, Türkiye Barolar Birliği, hiçbir şey yapmıyorlar, dedikleri şu: “OHAL var!”. İşte Nuriye ve Semih’in direnişi bunu kırdı. Demek ki, “OHAL var!” diye bir şey yokmuş. Demek ki, OHAL koşullarında direnilebiliyormuş. Zaten bu direniş sonra kendi dalgalarını da yarattı. Şuan da zaten o dalgalar yavaş yavaş büyüyor. Bence AKP’nin asıl korktuğu tam da buydu. Yoksa mesele Semih’in ve Nuriye’nin işe alınması olsa, AKP onları çoktan alırdı. Her müvekkilimizi de çoktan işe alırdı. Ama sorun o değil. Sorun, insanlardaki o umudun yeşermesi. Nuriye ve Semih insanlar içinde, OHAL koşullarında bile direnilebileceğinin umudunu yarattı, başardılar bunu da. Zaferi kazanmış durumdalar yani, onu söylemek mümkün.

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça, bugün açlık grevinin 116. günündeler. Şuan sağlık durumları ve moralleri ne durumda?

Behiç Aşçı: Moralleriyle ilgili hiç söylenecek bir şey yok, moralleri çok iyi. Moralleri, sağlıklarının kat be kat ilerisinde. Beyinleri vücutlarını kontrol edemiyor belki, ama moralleri ve beyinleri sapasağlam, zaten o yetiyor. Biliyorsunuz ki, yaşamı sürdürmelerini sağlayan, moral ve beyin. Ama tabi açlığın getirdiği ve onların açlık grevini yaptıkları özgün koşullardan kaynaklı, açlığın vücuttaki etkileri daha erken görülmeye başlandı. İç organlardaki kısmi yetmezlikler, işitme ve görme duyularındaki kısmi kayıplar, böbrek sorunları, uykusuzluk, bazen konuştuğunu anlayamama, konsantre olamama, bir de Nuriye’de kalbiyle ilgili sorunlar yaşanıyor. Ama moralleri çok iyi. Hatta sanırım avukat arkadaşlar kendileri orada moral alıp geliyorlar galiba. Yani Nuriye ve Semih’i görüp biraz moral depolayıp öyle geliyorlar. İyi yani, çok iyi.

“KONUŞMAMIZ GEREKEN, İNSANLARIN NİYE AÇLIK GREVİ YAPMADIĞIDIR”

Tam olarak bu açlık grevinin anlam ve önemi nedir? Bir insan neden açlık grevi yapar?

Behiç Aşçı: Belki bu soruyu şöyle tersine çevirebiliriz: Bir insan niye açlık grevi yapmaz? Değil mi? Asıl mesele budur aslında. Çünkü açık bir baskı koşullarında yaşıyoruz. Artık herkes, her kesim, Türkiye’de ve dünyada bir sosyal demokratlar bile bugünkü ülke gerçekliğini Hitler Almanyası ile kıyaslıyor. Yani, Almanya’nın faşizmi ile kıyaslıyor. Dolayısıyla bu koşullarda olduğumuzu tespit ediyorsak, artık bizim konuşmamız gereken, insanların niye açlık grevi yaptığı değil, niye yapmadığıdır.

Onbinlerce memur işten atılmış, KESK’in sanırım 150 bin kadar üyesi işten atılmış, açlık grevi yapan iki memur var. Bu, ciddi bir problemdir. Problem budur, problem iki kişinin açlık grevi yapması değildir. Problem, sadece iki kişinin açlık grevi yapmasıdır. Niye diğer memurlar da bu direnişe katılmazlar? Kaldı ki, açlık grevini sadece açlık grevi olarak düşünmemek gerekiyor bence. Aynı zamanda açlık grevi, direnme hakkının kullanımı ve hayata geçirilmesidir. Şimdi bir araştır, direnme hakkı meşru bir haktır. 1960 anayasasında yer alan yasal bir haktır, 1982 anayasası bizi bağlamıyor çünkü. Uluslar arası mevzuatlarda, insan hakları sözleşmelerinde yer alan bir haktır, 400 yıldır. Ve binlerce yıldır da insanlık tarihinin meşru olarak, zaten bilmeden bile olsa, bilinçli de olmasa kullandığı bir haktır.

Spartaküs köleliğe karşı isyan ederken direnme hakkını kullandı. Belki olayı yaparken bilmiyordu kullandığı hakkın direnme hakkı olduğunu, ama önemli değil. Dolayısıyla bugün insanlar direnme hakkını çok çeşitli biçimlerde kullanabilirler.

Bugün Nuriye ve Semih, direnme hakkını açlık greviyle kullanıyor. Aynı anda, onlar açlık grevi hakkını kullanırken, halkımızdan başka birisi ise Yüksel’deki İnsan Hakları Anıtı önünde kitap okuyarak direnme hakkını kullanıyor. Bir başkası, anıta çiçek bırakarak direnme hakkını kullanıyor. Ya da bir başkası, bir fotoğrafı çekerek, Nuriye ve Semih’e bir kart atarak direnme hakkını kullanıyor.

Dolayısıyla aslında asıl mesele açlık grevi değildir. Açlık grevi, direnme hakkının kullanıldığı araçlardan bir tanesidir, direnme hakkı da bizimdir. Direnme hakkı halkın hakkıdır, o hakkın da nasıl kullanılacağına halk karar verir, direnişçi karar verir. Burada da Nuriye ve Semih karar veriyor, herkese düşen görev bu tercihe saygı duymaktır.

Şunu da biliyoruz, direnişin ilerlemesi, AKP’nin baskısının artması nedeniyle bazı kesimler, Nuriye ve Semih’e “bırakın” çağrıları yapıyorlar. “Açlık grevini bırakın, sağ kalın, sizin ölmenizi istemiyoruz.” diyorlar ama bu insancıl gibi görünen söylem, aslında tam anlamıyla “timsah gözyaşları”. Bunu başka türlü tanımlamak da mümkün değil. Niye “timsah gözyaşları”? Bu insanlar açlık grevi eylemine bir talep için başladılar, yapıyorlar. Talepleri, işlerine geri iade edilmeleri. Eğer birisi Nuriye ve Semih’e “açlık grevini bırakın!” çağrısı yapıyorsa, işlerine geri iade edilmelerini sağlayacak, etkili ve sonuç alıcı bir eylem önermelidir. Bu öneriyi yapmazsa, yaptığı aslında açlık grevini bırakma çağrısı değil, “direnişi bırakın!” çağrısıdır ve bu çok tehlikeli bir çağrıdır. Hem bu çağrıyı yapanın yok olmasına yol açar, hem de o çağrıya uyanın yok olmasına yol açar. Nuriye ve Semih bu çağrıya uymuyorlar ve yok olmuyorlar.

“AKP’Yİ KÖTÜ BİR SÜREÇ BEKLİYOR”

Önümüzdeki günlerde sizi nasıl bir süreç bekliyor?

Behiç Aşçı: Belki bu soruyu da aslında tersine çevirmek gerekiyor. Asıl önümüzdeki süreçte, AKP’yi nasıl bir şey bekliyor, neler bekliyor? Şimdi bu kadar baskının, bu kadar terörün nedeni nedir? AKP “Biz, Türkiye’deki seçimlerde kullanılan oyun yarısını alıyoruz. Her iki oydan birisini biz alıyoruz” diye övünüyor. Ben kendimin öyle olduğunu hayal edeyim: Ben, kullanılan iki oydan birini alıyorsam, yanımda hiç koruma olmadan sokağa çıkarım. Bilirim ki karşılaşacağım iki insandan biri beni korur, beni sahiplenir. Ama AKP’liler, yanlarında 1500-2000 tane polis olmadan dışarı çıkamıyorlar. En basit, en sıradan bir demokratik hakkın kullanımını bile ayaklanma olarak görüyorlar. Peki o zaman bu korkunun nedeni ne?

İşte Veli Saçılık, duran adam eylemi yapıyor, polis hemen koşuyor “Dur! Bu yaptığın suç!”. Soruyorum: “Hangi yasa?”. Cevap yok. Yani hangi yasa durmayı yasaklamış? Bir yerde durmak hangi yasada suç? İşte AKP bu nedenle çok zayıf, saldırısının bu kadar artmasının nedeni de bu. Bence asıl mesele, AKP’yi nasıl bir süreç bekliyor, onu düşünmeliler. Artık sonunun yaklaştığını gören bir iktidar, terörünü kat be kat ve mantıksızca tırmandırır. Zaten bunu AKP’yi destekleyen yazarlarda da görüyoruz. Bazı akıllı yazarlar diyor ki, “Bir dakika durun, bu kadar olmaz. Bu kadar baskı, bu kadar terör bizi patlatır, bizi yok eder” diyorlar. Uyarıyorlar, doğru diyorlar. Yani baskının da terörün de bir sınırı olmalıdır. AKP bu ölçüyü kaçırdı, dizgini elden bıraktı ve onları gerçekten zor bir süreç bekliyor, diye düşünüyorum.

Bizim açımızdan da problem yok. Yani halk zaten binlerce yıldır eziliyordu, yine ezilmeye sömürülmeye, yine mücadele etmeye devam edecek. Ama AKP’yi kötü bir süreç bekliyor. Bence problem AKP’nin problemi, bizim problemimiz değil. Biz yine işimizi yapacağız. Bizim başka söyleyecek bir şeyimiz yok, dün burada ne yapıyorsak yine onu yapacağız. Belki üstüne bir iki şey daha yaparız, o kadar yani. Daha fazla bir şey yapmayacağız, diye düşünüyorum.