Çavuşoğlu belirsizlik ve istikrarsızlık sebebiyle durmaksızın çalkalanan piyasayı yatıştırmak bir yana, ateşe barut döküyor. “S-400 anlaşmasıyla ilgili erteleme veya durdurma gündemde değil, bitmiş bir anlaşma ertelemeyi neden konuşalım?” diyor. Bir Alman gazetesinde “S-400 alımı ertelenebilir” haberi çıkınca dolar yönü 6’nın altına çeviriyor, sağ olsunlar ve eksik olmasınlar, devletimizin yetkilileri derhal ve en seri bir şekilde gereken açıklamayı yapıyor ve haberi yalanlıyorlar, tekrar 6.10-6.20 bandına oturuyoruz. Bütçe açığı ve Merkez Bankası rezervleri 1994 ve 2001 krizlerine çok benzer bir görünüm sergilerken, Damat Bakan Albayrak o bilindik özlü açıklamalarını yapması esnasında müjdeli haberi de şöyle verdi: “Tünelin sonundaki ışık her geçen gün daha da büyümeye başladı.” 1980 öncesinde olduğu gibi, talimatla ve hezeyanla Türkiye gibi bir ülkenin ekonomisini yönetebileceklerini zannediyorlar… Daha da vahimi, yönetiyorlar da... Oysa rezervlerimiz toplam kısa vadeli borcu karşılamıyor. Bankaların ödenmeyen (toksik) kredilerinin oranı %2-2,5 olması gerekirken, şu an %4-6 arasında ve %10’a doğru tırmanıyor. Şirketlerin kullandıkları döviz kredilerinden dolayı, özel sektörün yaklaşık 197 milyar dolar döviz açığı var ve ödeyememe riskleri halen çok yüksek. Büyük ihtimalle kamu tarafına transfer edilecek bu borçlar... İthalatın düşmesiyle cari işlemler açığının düşmesine bel bağlamamak gerekiyor... Sanayi üretimimiz Mart ayında geçen senenin aynı ayına göre %2 düştü. Döviz getirici tedbirler almaktan ve ihracatı arttırmaktan başka bir çare görünmüyor...

Gündemde absürt bir tartışma daha var. Ak Partili Esenler Belediye Başkanı Tevfik Göksu'nun şöyle bir iddiası oldu; "Yunanistan'da yerel bir gazetede 'İstanbul'u bir Yunanlı (veya Pontus) kazandı!' diye bir haber çıktı. Söyleyin bakalım, bu İmamoğlu nerelidir?". Tabii ki kalabalıklar 3 defa üst üste "Trabzon" diye bağırıyor. Sonraki düzeltme niteliğindeki açıklamalarında ise, "ben "Trabzon" kelimesini ağzıma almadım" diyor. Söylemedi ama millete üç defa haykırttı. Düzeltme ihtiyacının bir başka nedeni ise, Süleyman Soylu ve Berat Albayrak gibi isimlerin de Trabzonlu olmaları. Ak Partili olmasına rağmen, belli ki Trabzon ahalisi ağır bir tepki göstermiş Tevfik Başkana... Yani siyasette seviye buralara kadar indi... Emin Çölaşan 2012 yılında Berat Albayrak'ın yazar-çizer ve fikir adamı babası Sadık Albayrak hakkında "Pontusçu" göndermesinde bulunmuştu. Bunun da bir nedeni Albayraklar ailesinin köyünde halen Rumca konuşanların bulunmasıydı. Malum, Trabzon'da birkaç yüzyıldır Müslüman olduğu halde Rumcayı unutmamış olan çok sayıda insan var. Bunların bazıları durumu olgunlukla doğrularken, bazıları ise "biz aslında 1071 öncesinde buraya gelen Türkleriz, komşularımızdan öğrendik Rumcayı" şeklinde korkuyla yan çizerler... Bu konuya ilişkin pek çok film çekildi, kitaplar yazıldı... Sadık Albayrak o dönemde gayet etkili bir yazı ile Çölaşan'a yanıt vermişti... Bu konuya ilişkin bir başka şey daha hatırlıyoruz. Refah Partisinin "gençleri" isyan bayrağı açtığında, Erbakan bunlar için "biz Fatih'in evlatlarıyız, bunlar ise Bizans'ın çocukları" niteleme ve göndermesinde bulunuyordu. Devir değişti, eskiden Bizanslı olarak yaftalananlar, şimdi başkalarına aynı etiketi yapıştırmaya çalışıyorlar...

Bu Tevfik Göksu'nun ilk ve tek gafı değil elbette. Bir başka programda ise, "evet, su indirimi bir İmamoğlu indirimi, ama suyu da biz getirdik" diyerek dimağları felç etmişti. Bir "yağmuru da Ak Parti yağdırmaktadır" demediği kalmıştı...

69 yıl önce, 14 Mayıs 1950 tarihinde genel seçimler yapıldı. 30 yıldır iktidarda olan CHP %39,9 oy oranıyla 69 milletvekili kazanabildi… Dört yıl önce kurulan Demokrat Parti, %53,6 oyla sandıktan 408 milletvekili çıkardı. Yüksek Seçim Kurulu, kararını bir hafta sonra açıkladı ve ilk kez mazbata verdi. DP hükümeti 22 Mayıs'ta kuruldu. İktidarı vermek istemeyen eşraf, iktidarın nimetlerinden beslenen bürokrasi, ülkenin dört yanından CHP Genel Merkezi'ne telgraf çekiyordu: “Oylar çalındı!”. İnönü, Yüksek Seçim Kurulu'na baskı yapıp istediği kararı aldırabilirdi, aldırmadı, koltuğu Menderes’e devretti. Ve ailesi ile beraber Çankaya Köşkünden Pembe Köşke taşındı… Benzer bir şekilde Turgut Özal Cumhurbaşkanıyken kurduğu parti seçimleri kaybeder, DYP-SHP koalisyonu kurulur ve Anavatan Partisi iktidardan iner. Özal’a “üzüldünüz mü?” diye sorarlar. Özal’ın cevabı nettir; “Hayır, hiç üzgün değilim, aksine çok memnunum. Zira düğün bayram içinde, sandıkta iktidar değişti. 1950’den sonra ilk defa seçimle iktidar değişiyor. Bu Türkiye için bir kazançtır. Bunun gerçekleşmesinden dolayı ben çok memnunum…” İşte beğenmediğimiz Eski Türkiye’de siyasi olgunlukta bu seviyeleri görebilmiştik...

İstanbul’da yaşayanlar karakter ve halka yaklaşımı bakımından Özal’a benzetilen, alnı secde gören, ağzı Kuran okuyan bir başkan adayı olan Ekrem İmamoğlu’na teveccüh etti, başkan seçti. Ama bu durum İmamoğlu’nun makamına yerleşerek hizmet etmeye başlamasına yetmedi. “Türk usulü başkanlık olmaz” sözü Abdullah Gül’e, “Bal gibi olur” sözü Erdoğan’a aitti. Temel ayrışma burada ortaya çıktı. Yani dindar ve muhafazakâr olmak yetmiyor milletin başına geçmek için, illa ki bir parti militanı olarak davranmak ve hareket etmek gerekiyor...