HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan, Meclis Genel Kurulu'nda konuştu.

2019 bütçe görüşmeleri nedeniyle konuşan Buldan çözüm sürecine değindi.Buldan, "Çözümsüzlüğün ve tecridin ülkeyi getirdiği nokta kriz ve çöküştür! Darbelere açık bir ortam oluşmasıdır. Ne zaman çözüm bitirildi, ülke çözülmeye başladı" dedi.

"Eninde sonunda bu ülkede barış ve çözüm masası mutlaka yeniden kurulacaktır" diyen Buldan'ın konuşmasının tamamı şöyle:

2019 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi üzerine Halkların Demokratik Partisi olarak görüşlerimizi ifade etmek üzere söz almış bulunmaktayım. Sizleri ve ekranları başında bizleri izleyen herkesi saygıyla selamlıyorum.

Konuşmama geçmeden önce, Hakkâri halkının seçilmiş iradesi olan Sevgili Leyla Güven’in hukuka aykırı bir biçimde cezaevinde rehin tutulması nedeniyle Parlamento’nun bir eksikle toplandığını özellikle kayda geçirmek istiyorum.

Buradan sevgili vekilimiz Leyla Güven’i, Selahattin Demirtaş’ı, Figen Yüksekdağ’ı, Selma Irmak’ı, Sebahat Tuncel’i, Çağlar Demirel’i, Gülser Yıldırım’ı, Burcu Çelik’i, İdris Baluken’i, Sırrı Süreyya Önder’i, Ferhat Encü’yü, Abdullah Zeydan’ı, Gültan Kışanak’ı ve rehin tutulan tüm arkadaşlarımızı saygı ve sevgiyle selamlıyorum.

Arkamızdaki duvarda “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” yazıyor. Ne yazık ki, bugün bu Parlamento’da ve dışarıda olması gereken seçilmişlerin cezaevlerinde hukuksuz bir biçimde rehin tutuluyor olması egemenliğin halkta değil, muktedirlerin elinde olduğunu göstermektedir.

Bugün adına Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen yönetim şekli farklılıkların red ve inkârı üzerine kurulmuştur. Tekçidir, merkeziyetçidir, milliyetçidir, otoriter ve baskıcıdır. Demokratik katılımcılığı ve çoğulculuğu değil, tek adam dayatmasını esas almaktadır. Özgürlükçü değil, güvenlikçidir. Hukukun üstünlüğüyle değil, Saray talimatıyla çalışan siyasal yargı gücüyle hareket etmektedir. Bu rejim etkisiz bir parlamenter sistemi ve demokratik siyasetin tasfiyesini hedeflemektedir.

Yeni rejimde sadece iktidara biat edenlerin hakları vardır. Bu toprakların kadim halkları olan Kürtlerin, Alevilerin, Ermenilerin, Süryanilerin, Ezidilerin, tüm inanç ve kimliklerin, kadınların, gençlerin, emekçilerin, ezilenlerin hakları yoktur. Herkes vergi öderken eşit olacak, ama haklar söz konusu olduğunda, kimliklere ve inançlara karşı ayrımcılık yapılacak, bu en büyük zulümdür.

Otoriter rejimin toplumsal, siyasal, ekonomik yaşama yansıması tam anlamıyla faşizmdir. Rejim varlığını; korkutmayla, sindirmeyle, diz çöktürme ve kutuplaştırmayla sürdürmeye çalışmaktadır. Toplum faşizmle yaşamaya alıştırılmak istenmektedir. Hesap sormayan, talepte bulunmayan, her şeyi sessiz bir kabulle onaylayan bir toplum hedeflenmektedir. İtiraz edene, sesini yükseltene dayatılan ise dört duvarın arasıdır, işsizliktir, yoksulluktur.

Toplum; duyguda, acıda, sevinçte bölünmüştür. Ayrışma ve kutuplaşma tehlikeli boyutlara doğru ilerlemektedir. Bir tarafın acısına diğer taraf seviniyorsa bu tablo iktidarın eseridir. Aysel Tuğluk’un annesinin mezarına yapılan ırkçı saldırı, öteki düşmanlığının geldiği boyutu gösteren sadece tek bir örnektir.

Barışa, özgürlüklere, adalete olan umut ve özlem iktidar eliyle bir bir tüketilmeye, toplum ruhen çökertilmeye çalışılmaktadır. Sokakta geleceğe umutla bakan tek bir insan ne yazık ki göremezsiniz.

İnsanların kapısına polisin dayandığı, işinin ekmeğinin elinden alındığı, her gün bir kadının cinayete kurban gittiği, gençlerin savaşta toprağa düştüğü, anaların ağladığı, çocukların öksüz kaldığı, adaletin isminin sadece duvarlarda kaldığı, fabrika yerine yeni cezaevlerinin yapıldığı, özgür medyanın bir bir susturulduğu bir coğrafyada iyi bir gelecekten nasıl söz edilebilir ki?

Evet, AKP iktidarı bu ülkede umutları, hayalleri, sevinçleri, beklentileri, sevgi ve saygıyı bir bir yok etmektedir.

Düşünün, Cumhurbaşkanına eleştiriler nedeniyle bugüne değin 20 bin soruşturma açılmış! Kendi halkından korkan bir yönetimin rakamıdır bu! 7 yaşındaki bir çocukla, 78 yaşındaki Sisê Anne’yi cezaevine koyan anlayıştan adalet beklenebilir mi?

Roboski’de köylüleri, Soma’da işçileri, Sivas’ta, Gazi’de, Gezi’de Alevileri, sokaklarda kadınları katledenlerden; Uğurların, Berkinlerin, Ali İsmaillerin, Kemal Kurkutların, Şenyurtların, Suruç’un, Gar’ın faillerinden hesap soramayan bir yargı sistemi Saray için seferber olmuş! Cumhurbaşkanının yüzlerce araç filosunun yanında aynı zamanda yargıç filosu da oluşturulmuş!

Bugün burada halkın değil, Saray’ın bütçesi görüşülüyor. Ülke tablosu Saray’ın ışıklı pencerelerinden tozpembe görünebilir, ama halkın yaşadığı tablo içler acısıdır. Bir yanda yoksulluk, işsizlikle açlık ve sefalet; diğer yanda ise devletin tüm gücü ve imkânlarını har vurup harman savuran bir yönetim anlayışı var.

Kürd’ün Türk kadar, Alevi’nin Sünni kadar, kadının erkek kadar, emekçinin patron kadar, yoksulun zengin kadar kadar hakkı ve hukuku yoksa, haklı olanlar değil güçlü olanlar korunuyorsa soruyorum size: Adalet bunun neresinde? Eşitlik ve vicdan bunun neresinde?

Bir yerde eğer sokaktaki ayakkabısız çocukların sayısı artıyorsa, orada bilin ki birileri mutlaka zenginleşiyordur! Saray’ın şaşalı ışıkları kesintisiz yanıyorsa; bilin ki orada halkın sofrasında bölüştüğü ekmek her geçen gün azalıyordur!

Adalet sadece muktedirleri ve güçlüleri koruyorsa bilin ki orada haklının, mazlumun hakkı olan adaletten çalınıyordur! Devletin bekası diyerek iktidarın bekası korunuyorsa, bilin ki orada toplumun bekasından çalınıyordur! Yalanlar doğrunun yerini almaya başlamışsa, emin olun ki orada hakikatten çalınıyordur!

Demokrasinin yerini faşizmin, özgürlüğün yerini esaretin, adaletin yerini hukuksuzluğun, eşitliğin yerini ayrımcılığın aldığı karanlık bir dönemi hep birlikte yaşıyoruz. Ama unutulmasın ki; bu topraklara faşizm tohumu ekenler, sonunda mutlaka isyan ve direniş biçecektir!

Yaşadığımız bu tabloyu vicdanı ve irfanı olan herkesin sorgulaması gerekiyor. Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en derin siyasi, ekonomik ve toplumsal krizini yaşıyor. Her seçimde istikrar diyerek halkın desteğini alan, ancak ülkeyi istikrarsızlığın, darbe ve krizlerin tam da ortasına sürükleyen bu yönetim anlayışının görülmesi gerekiyor. Bu sistemle ülke ve toplumun daha büyük felaketlerle karşılaşmayacağının hiç garantisi yoktur.

Bakınız; bu noktaya nasıl gelindiğinin doğru anlaşılması için sizleri çok değil, bundan 4-5 yıl kadar öncesine götürmek istiyorum. 2013’te Kürt sorununun demokratik barışçıl çözümüne yönelik ciddi bir süreç başlatıldı. Taraflar arasında müzakere görüşmeleri yürütüldü. Ben de Sırrı Süreyya Önder ve
İdris Baluken’le birlikte bu sürecin içinde yer alanlardan sadece biriydim. Türkiye’de çok olumlu bir iklim başlamıştı. Güven ve istikrar giderek gelişiyordu. Demokrasinin ve özgürlüklerin önü açılıyordu. Edirne’den Hakkâri’ye herkes umutlanmıştı. Barışa olan inanç ve bir arada yaşama iradesi güçlenmişti. Hepsinden önemlisi ölümler durmuştu.

Krezus, “Barışta oğullar babalarını, savaşta ise babalar oğullarını gömer” der. İşte çözüm süreciyle birlikte babalar artık oğullarını gömmüyordu, anneler ağlamıyordu! Dolmabahçe Mutabakatıyla ve çerçeve yasayla çözüm süreci ilerliyordu ve çatışmalı dönem artık geride kalacaktı. Bakınız; o dönem iktidar adına yapılan açıklamaları bu vesileyle bir kez daha Parlamento’nun dikkatine sunmak istiyorum:

“Silahların değil fikirlerin, siyasetin konuşmasını istiyoruz. Savaş kolaydır, barış zordur. Biz zor olana talibiz” Başbakan Erdoğan, 16 Şubat 2013.

“Şu anda İmralı, beklentilerimize cevap verecek şekilde adımlarını atıyor.” Başbakan Erdoğan, 1 Şubat 2013.

“Öcalan bölgenin ve Türkiye’nin reel politiğini daha sağlıklı değerlendiriyor.” Dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin, 25 Ocak 2013.

Sayın Öcalan’ın 2013 Newroz’undaki çağrısına ne demiş Erdoğan: “Doğrusu bu açıklamayı, daveti olumlu bir gelişme olarak görüyorum”.

28 Şubat 2015’te Dolmabahçe mutabakatı için Cumhurbaşkanı Erdoğan aynen şöyle diyor: “Bu, hasretle beklediğimiz bir çağrıdır”.

Başbakan Yardımcısı Arınç bakınız ne demiş çözüm sürecinde: “İktidardan gidelim ama yeter ki Çözüm Süreci başarıya ulaşsın, bu gözyaşları bitsin, bu kan dökülmesin artık." Tarih, 23 Mayıs 2015. İşte bütün mesele de burada başladı, iktidardan olma meselesinde. 7 Haziran seçimlerinde Çözüm Sürecinin de etkisiyle Türkiye halkları, barış ihtimalinin belirmesine paralel olarak sandıktan Demokratik Cumhuriyet sonucunu çıkarmıştı. Ancak AKP’nin de dâhil olduğu resmi ideoloji Demokratik Cumhuriyet ve barış talebini tarihsel bir dönüşüm olarak kabullenmek yerine, bunu; tekçi, vesayetçi sistemin sonu ve aynı zamanda bir Türklük Krizi olarak gördü.

Çözüm Sürecini bugünkü tek adam rejiminin ve Suriye politikasının önünde engel olarak gören AKP iktidarı, çözüm masasını devirerek çatışmalı sürecin önünü açtı.

Bugün Cumhur İttifakı denilen ittifak 7 Haziran gecesi bizzat çözüm sürecinin bitirilmesi, tekçi devlet yapısının yeniden şekillendirilmesi için kuruldu. Masanın devrilme süreci 5 Nisan 2015’te İmralı’da Sayın Öcalan’a yönelik uygulamaya sokulan tecritle başlatıldı.

Sürecin bitirilmesiyle neler olduğunu herkes biliyor. Erdoğan, “Gerekirse baldıran zehri içeriz” demişti. İktidar, çözüm sürecini bitirerek baldıran zehrini topluma içirdi! Sürecin bitirilmesi, 15 Temmuz’da yaşanan darbe girişiminin de ne yazık ki önünü açtı.

Sayın Erdoğan, 15 Temmuz için “Allah’ın lütfu” demişti. Bu lütuf sonra anlaşıldı; darbe girişimi fırsatbilinerek, demokratik siyasete ve toplumsal muhalefete resmen darbe yapıldı. 15 Temmuz, AKP’ye karşı bir darbe girişimiydi, doğrudur. 22 Temmuz’da OHAL ilanıyla başlayan süreç ise AKP iktidarının
demokratik siyasete bir darbesidir!

Dokunulmazlıkların kaldırılması, Demirtaş’ın, Yüksekdağ’ın, Baluken’in, milletvekili ve belediye eşbaşkanlarımızın rehin alınması, halk iradesinin gasp edilerek belediyelere kayyum atanması, KHK’lerle yüz binlerce insanın kamudan tasfiye edilmesi, muhalif kurumların, medyanın kapatılması, gazetecilerin, aydınların, siyasetçilerin tutuklanması her halde demokratik açılım olmasa gerek! Bu; düpedüz çözüm sürecinin ve 7 Haziran’ın intikamının alındığı bir darbe açılımıdır! Eğer, 15 Temmuz başarılı olsaydı iktidarın tam da 2 yıldır yaptıkları zaten yaşanacaktı!

Soruyorum size: Çözüm Sürecinde önemli rol ve risk alan İdris Baluken neden rehin olarak tutuluyor? Geçen hafta Sevgili Sırrı Süreyya Önder de cezası onaylanarak cezaevine girdi. Her iki arkadaşımız da bu ülkede ölümler yaşanmasın diye İmralı, Kandil ve devlet arasında benimle birlikte mekik dokudu. Ölümleri durdurmak suç mudur? Bu neyin intikamıdır? Halkın, kamuoyunun bunu bilmesi, görmesi gerekir. O süreçte bu görüşmelerin tamamı bizzat dönemin Başbakanı Erdoğan’ın, hükümetinin ve devletin bilgisi, onayı ve talebi doğrultusunda yapıldı. Eğer bu görüşmeler suç ise -ki asla değil- peki,
buna onay veren Erdoğan dâhil hükümet ve devlet yetkililerinin de içeride olması gerekmez mi? Suç olmadığına göre arkadaşlarımızın derhal serbest bırakılması gerekir.

Bugün arkadaşlarımızı rehin tutarak barış sürecini mahkum etmeye çalışanlar şunu unutmasın! Barış sürecini bitirerek, anaların gözyaşı dökmesine sebep olanlar, bu ülkeyi darbe ve krizlerin içine sürükleyenler er geç yargı önüne çıkacak ve hesap verecektir! Bugün barışı yargılayanlar, yarın barış tarafından yargılanacaktır!

İmralı’da Sayın Abdullah Öcalan’a karşı 3 yıldır kesintisiz ağırlaştırılmış bir tecrit uygulanıyor. 5 Nisan 2015’ten bu yana İmralı’dan haber alınamıyor. Hukuka aykırı bir biçimde avukat ve aile görüşüne izin verilmiyor. Tüm görüşme talepleri reddediliyor.

Sayın Öcalan’ın devrede olduğu süreçte demokrasi, özgürlükler, demokratik Anayasa, demokratik cumhuriyet, barışçıl dış politika konuşuluyordu. İmralı’nın kapısına kilit vurulduğu günden bu yana demokrasi de kilitlendi. O gün bugündür kriz, baskı, şiddet, ölüm, gözyaşı, darbe, OHAL,
adaletsizlikler, hukuksuzluklar ülkenin temel gündemi oldu. Bu yönüyle tecrit sadece İmralı’ya değil tüm ülkeye uygulanıyor. Demokrasi, adalet, özgürlükler, barış umutları ve bir arada yaşama iradesi tecrit altındadır. Bu parlamento tecrit altındadır! Meclis’in bir etkisi ve gücü kaldı mı? Her şey Saray’a devredildi ne yazık ki.

Çözümsüzlüğün ve tecridin ülkeyi getirdiği nokta kriz ve çöküştür! Darbelere açık bir ortam oluşmasıdır! Ne zaman çözüm bitirildi, ülke çözülmeye başladı.

Değerli Arkadaşlar, 100 yıllık tarihsel geçmişi olan Kürt sorunu bu ülkenin kanayan bir yarasıdır. Ve bu sorunun içeride çözülmesi gerekir. Çözüm geliştirilmediği sürece de bu yara kanamaya ve kanatılmaya devam edecektir!

İşte bu yara büyümesin, barış umutları sönmesin diye, Leyla Güven rehin tutulduğu Diyarbakır Cezaevinde açlık grevine başladı. Bugün 33. Gününde! Acaba haberiniz var mı? Merak ettiniz mi hiç veya sorguladınız mı, bir milletvekili niye bedenini açlığa yatırır?

Leyla vekilimiz sorunlara gözünü kapatan bu Parlamento’nun yapmadığını yapmak için 33 gündür eylemde. Bu Meclis torba yasalarla uğraştırılırken vekilimiz ise tecridin kaldırılması, barışın ve çözümün gelmesi için mücadele ediyor.

Parlamento’ya seslenmek istiyorum. Vekilimiz kendi özgürlüğü ve koşulları için değil; barış için, Türkiye halklarının geleceği için açlık grevindedir. Sayın Meclis Başkanı ve değerli milletvekilleri, bu sesi duymalısınız! Bu Parlamento’nun bir üyesi açlık grevi gibi ciddi bir direnişin içine girmişse bunu görmezden ve duymazdan gelemezsiniz, kayıtsız kalamazsınız!

Buradan bir kez daha iktidara çağrı yapıyorum: Bu hukuksuz tecride derhal son verilmelidir. Parlamento görev almalıdır. Meclis Leyla vekilimizle görüşerek, niye açlık grevinde olduğunu mutlaka dinlemelidir.

Ben bu kürsüden şunu açık ve net vurgulamak istiyorum: Eninde sonunda bu ülkede barış ve çözüm masası mutlaka yeniden kurulacaktır.

AKP Genel Başkanı “Kürt sorunu yoktur” diyor. “Yoktur” deyince bir sorun yok olmuyor! Bu tutumlaancak çözümü erteleyebilirsiniz. Erteledikçe de sorun daha da büyüyecek ve uluslararası boyut kazanacaktır.

Kürt sorunu vardır değerli arkadaşlar, çözümü de müzakere ve barıştır. Bundan asla kaçamazsınız. Siz kaçsanız da, barış ve çözüm peşinizi bırakmayacaktır. Çünkü barış; milyonların talebidir. Barışı getirecek olan da işte bu milyonların iradesidir, gücüdür!

“Barışa giden yol yoktur, barışın kendisi bir yoldur” der Gandi. Evet barıştan yana olan milyonlar bu barış yolunda yürümeye devam edecektir, ta ki barışa erişinceye kadar! Buradan şunu hatırlatmak isterim: Kendi iç sorunlarını çözememiş, halklar arası diyalogu doğru kuramamış bir ülkenin dünyada saygınlığı da olmayacaktır. Şu görüştüğümüz bütçeye bakıyoruz, insana ve yaşama değil; silaha, savunmaya, savaşa bütçe ayrılıyor. Oysa bu ülkenin gençlerine yakışan; toprağın altına düşmek değil, toprağın üzerinde fidan gibi yetişmektir, yeşermektir.

Bugün çözümsüzlüğü hem içeride dayatan, hem de Suriye’ye taşıyan, Suriye halklarının kendi çözüm çabalarını ve kazanımlarını berhava etmeye çalışan AKP iktidarı bu politikasında başarıya ulaşamayacak; çözümsüzlüğü derinleştirdikçe iktidarın kendisi çözülecektir. Bu Meclis bugüne değin çözümsüzlük siyaseti yürüten ne iktidarlar gördü. Koridorlar onların arşiviyle doludur. Çözüm üretmeyen AKP’nin yer alacağı yer de tasfiye olan siyasi iktidarların fotoğraf arşivi olacaktır!

Sorunlara çözüm üretmek yerine sorunu yok saymayla, çözüm arayışında olanları da tasfiyeyle meşgul olan mevcut iktidarın baskı politikasından en fazla nasibini alan bir partiyiz. Eski eş genel başkanlarımız, milletvekillerimiz, belediye eşbaşkanlarımız, binlerce yönetici ve üyemiz bugün cezaevlerinde rehindir. Kadrolarının neredeyse yarısı cezaevinde olan bir siyasi partinin eş genel başkanı olarak burada konuşuyorum.

Bin bir türlü engellemeye, tehditlere ve baskıya rağmen halkımızla birlikte barajları yıkarak 24 Haziran’da Parlamento’ya girdik. Seçimlerde, valisinden polisine varıncaya kadar tüm devleti ve devlet imkânlarını kendi seçim çalışmaları için seferber eden AKP’yle eşitsiz koşullarda yarışarak
buraya gelmeyi başardık. Bu, hazmedilmediği için her gün bize saldırı yapılıyor. Partimize yapılan operasyonlar, saldırılar hukuki değil tamamen siyasidir. İktidar, partimizi sürekli hedef gösteriyor, yargı da bunu talimat olarak alıyor ve düğmeye basıyor.

Sayın Demirtaş hakkında AİHM, tahliye kararı verdi. AKP Genel Başkanı kendisini mahkeme yerine koyarak “Kararı tanımıyoruz” dedi. Ardından Demirtaş’ın istinaftaki hukuka aykırı cezası jet hızıyla onaylandı. İşte size talimatla çalışan siyasal yargı örneği.

Demirtaş hakkındaki uyduruk fezleke ve iddianameleri hazırlayan polis ve savcıların FETÖ’cü olduğunu biliyor musunuz? Çok net söylüyorum, bu iddianameye sahip çıkan siyasiler FETÖ’nün siyasi ayağıdır.

Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin bir tarafıdır. AİHM kararı bağlayıcıdır. Kararı tanımıyorsanız çıkın dürüstçe deyin ki, “Biz bu sözleşmeden imzamızı geri çekiyoruz. AB’yle de ilişkileri bitiriyoruz”.

İşinize gelince AB, gelmeyince de “tanımıyorum” demek tam anlamıyla tutarsızlıktır. AİHM kararını uygulamamak açıkça hukuk gaspıdır! Bu tutum bağımsız yargının kalmadığının bir kanıtıdır. Saray Mahkemeleri gibi çalışan yargı şunu bilmelidir ki, bu iktidar yarın arkanızda durmaktan vazgeçtiğinde -ki örnekleri var- ne yapacaksınız? Soruyorum. Kelli felli yargıçların nasıl kaçtığından biraz ders alın. Sizin rehberiniz Saray’ın talimatları değil, evrensel hukuktur!

Bakınız; aynı gaspçı anlayış belediyelerde de yaşandı. AKP, OHAL süreciyle birlikte 96 DBP’li belediyeye hukuksuz bir biçimde kayyum atadı. Bu belediyelerin sınırları içinde 6 milyonu aşkın insanımız yaşamaktadır. Kayyum atamak, bu 6 milyon insanın iradesini hiçe saymak, gasp etmektir.

AKP sandıkta kazanamadığı yerleri kayyum atayarak ele geçirme yoluna gitmiştir. DBP’li belediyelerde tek bir kalem dahi yolsuzluk tespit edilememiştir. Yolsuzluklar asıl kayyumlarla başlamıştır. Sayıştay raporları da bu durumu belgelemiştir.

Kayyumların görevlerindeki ilk icraatları ise Kürtlerin dilleri, tarihleri, bellekleri ve hakikatleri ile bağını kesmek olmuştur. Diyarbakır’ın Kayapınar ilçesindeki Roboski Anıtı, Cizre’de Orhan Doğan, Kızıltepe’de Uğur Kaymaz, Ağrı’nın Doğubayazıt ilçesinde Ehmedê Xanî Anıtı kayyumlar tarafından
yıkılırken Van’ın Çatak İlçesinde Tahir Elçi adı parktan kaldırıldı. AKP kayyumlarının marifeti işte budur; yolsuzluk ve halkın değerlerine saldırı...

Kayyum siyaseti Kürtlerin ret ve inkârı çizgisinin bir devamıdır. Kayyumlar Şark Islahat Döneminin bugünkü Umumi Müfettişleridir. Merak ediyoruz, AKP ne ara ittihatçıların çizgisini öğrendi ve buna sarıldı!

Kayyum politikasının halkta nasıl bir kırılma ve öfke yarattığını göremeyen zihniyet, ektiğini 31 Mart’ta mutlaka biçecektir. O gaspçı kayyumları sahibine iade edecektir! Tutuklamayla, baskıyla, kayyum gaspıyla halk iradesinin engellenemeyeceğini bu iktidar bir türlü anlamıyor, göremiyor. Bu operasyonların onda biri AKP’ye yapılsaydı şimdiye çoktan tuz buz olurdu. Ama biz halkımızın gücüyle dimdik ayaktayız, buradayız, burada olmaya da devam edeceğiz!

İktidarın ayrıştırma politikalarına rağmen bugün toplumun bir arada yaşamasının teminatı ve güvencesi Halkların Demokratik Partisi ve onun demokratik ilkeleridir. Kürt, Türk, Arap, Alevi, Ermeni, Süryani, Ezidi, Çerkes, Laz, Sünni, kadın, genç yani bu ülkenin toplumsal ve inançsal tüm renklerini
temsil eden, çatısı altında bir araya getiren bir siyasi hareketiz. Yok edilmeye çalışılan demokratik alanı ve özgürlüklere olan inancı koruyan HDP’dir. HDP tıpkı 1920 ruhu gibidir. Rengarenk halklar bahçesidir. Bu renkleri soldurmaya kimsenin gücü yetmeyecektir!

HDP’ye bu denli saldırıların amacı, bir arada yaşama iradesinin ortadan kaldırılmasıdır. HDP’yi “terörist” olarak göstermek, bizlere oy veren 6 milyon seçmeni “terörist” olarak görmektir. İktidar öyle bir mekanizma yarattı ki, AKP muhalifi olan herkes terörist ilan edilmiş durumda! Unutmayın bu mekanizme gün gelir kendi sahiplerini de aynı tanımın içine oturtur.

Soruyorum size, HDP’nin karşısına siyasetle değil yargı, ordu, polis gücüyle çıkmak mertlik midir? Biz tüm baskılara rağmen, herkesin hakkını, hukukunu, demokrasi, özgürlük, eşitlik ve adalet talebini savunmaya, bunların gerçekleşmesi için mücadele etmeye devam edeceğiz.

İlkelerimizden asla geri adım atmayacağız. Bizi yok etseniz de ilkelerimiz yaşamaya devam edecek! İktidarın tüm müdahalelerine rağmen demokratik siyaset bitirilemeyecek, tasfiye edilemeyecek! Siyasette, Parlamento’da, meydanlarda, yaşamın her alanında halkın içinde olan HDP’nin varlığı bunun teminatıdır.

Toplumun yarısını oluşturan kadınlara bu ülkede yaşam hakkı reva görülmüyor ki, kadına bütçe hakkı tanınsın! En nihayetinde kadınlar, “Kadın erkek eşitliğine inanmıyorum” diyen bir zihniyetle karşı karşıya. Bu zihniyetin sokaktaki yansıması da kadına şiddettir.

Devletin şiddetini yaşayan kadın! Erkeğin şiddetini yaşayan kadın! Ekonomik sosyal krizin şiddetini yaşayan yine kadın! Kadına yönelik şiddette sürekli işleyen üçlü bir mekanizma var. Devlet-yargı- erkek! Dolayısıyla şiddetin nedeni kişisel değil, politiktir. Yaratılan tekçi iktidar olgusunun sokaktaki yansımasıdır şiddet! Dikkat edilirse kadına yönelik şiddete cezasızlık bu iktidar döneminde sistemleşmiştir.

Bu bütçe de şiddeti besliyor. Kadının adı yok ki bütçede pay ayrılsın! “Nasıl olsa kadınlar her gün öldürülüyor, ne gerek var bütçe ayırmaya” diyen bir anlayışı görüyoruz. Bütçenin mantığı işte budur!

Erkek devlet ve erkek iktidar, kadına hiçbir zaman yaşamda, adalette, çalışma hayatında eşit hak ve temsiliyet sağlamayacaktır. Kadınlar haklarını ancak örgütlenerek, mücadele ederek, kadın ittifakı kurarak elde edebilir.

Tüm kadınlara buradan çağrı yapıyorum: Haykırın, sesinizi yükseltin, itiraz edin, size dayatılan köleliği asla kabul etmeyin! Buradan siyasi parti ayrımı yapmaksızın tüm kadın parlamenter arkadaşlarıma seslenmek istiyorum. Kadına yönelik şiddete karşı daha güçlü birliktelik oluşturalım. Sorunlarımızın
çözümü için bir araya gelelim. Ortak çözümler üretelim. Parlamento’yu en etkin şekilde işletelim. Kadının hakkını, hukukunu ve eşitlik taleplerini yasal güvenceye alacak kanunları birlikte yasalaştıralım. Gelin bu Parlamento kadınların umudu ve sesi olsun!

Türkiye bir yol ayrımındadır. Faşizmle demokrasi arasındaki bir ayrımdır bu. Eğer özgürlüğe, demokrasiye, adalet ve eşitliğe sahip çıkmaz isek, hep beraber faşizmin girdabında boğulacağız. Halklara nefes aldırmayan bu otoriter, baskıcı rejim karşısında sessiz kalamayız, bize dayatılan diz çöktürme politikalarına boyun eğemeyiz, eğmemeliyiz.

İnanın ki bu rejim, toplumu korkuttuğu oranda ayakta kalabilmektedir. Korku biterse iktidar da biter. Ve bu sistem fazla uzun sürmeyecektir. Demokrasi mutlaka kazanacaktır. Bunun için cesur olmalıyız, korkmamalıyız, umutsuzluğa asla kapılmamalıyız.

Barış için, özgürlük için, demokratik cumhuriyet için, emek ve adalet için yan yana durursak, hep birlikte mücadele edersek, bu karanlık günleri aydınlığa çevirebiliriz. Türkiye halkları bunu mutlaka başaracaktır!

Bu ülkede barış umutları asla söndürülemeyecek, özgürlük türküleri asla susturulamayacaktır. Seîdê Nûrsî, “Ekmeksiz yaşarım ama hürriyetsiz yaşayamam” demiştir. Evet; insanca, onurluca ve özgürce yaşayabilmek için, halklar olarak HDP’nin amblemindeki koca çınar ağacı gibi olacağız; derinlere inen köklerimiz, semalara yükselen dallarımız gibi dimdik duracağız güçlü olacağız!

Para,pul, rant, makam, şan muktedirlerin olsun, insanlık onuru bizim olacak ve bu onur asla yere düşmeyecek!

Bugün 10 Aralık İnsan Hakları Günü. Bu vesileyle tüm insan hakları savunucularını ve mücadelelerini selamlıyor, dayanışma mesajlarımı gönderiyorum.

İnsan haklarına, eşitlik anlayışına, barışa, demokratik yaşama, toplumsal cinsiyet eşitliğine aykırı olan bu bütçeye karşı olduğumuzu, bu bütçenin geçmemesi için tüm ezilenler adına burada en etkili muhalefeti yapacağımızı belirtiyor, Parlamento’yu saygıyla selamlıyorum.