Persepolis

Özetle, Mısır için Piramitler ne ise, İran için Persepolis de odur, diyebiliriz. Persepolis tam 130.000 metrekarelik bir alanın üzerine kurulmuş, aslında böylesi bir antik kent ve açık hava müzesi için pek de büyük olmayan bir boyut sayılır. Şiraz yolu üzerinde, 50-60 km kadar mesafede, mutlaka uğranması gereken ve dünyaca tanınan bir ören yeridir. Bir başka adı da Taht-ı Cemşid olan Persepolis, Pers İmparatorluğunun başkentidir ve M.Ö. 6. yüzyıl sonlarına doğru (518 yılında) Pers Kralı I. Darius tarafından kurulmuş ve yapımı tam 100 yıl sürmüş. Sonrasında tahta geçen Ardaşir de şehri iyiden iyiye büyüterek, görkemli anıtlarla donatmıştır.

Tüm Milletler Kapısından geçerek Apadana Sarayı’na ulaşıyorsunuz. Kompleks içerisinde saray, tören salonu ve kral mezarları bulunur. Yine İran’da baskıcı ve İslam öncesini reddeden bir rejim olduğunu önyargıyla ve cahilce öne sürenler ve savunanları çatlatırcasına, iki büyük tanıtım ofisinde her türlü basılı ve görsel yayın ve materyaller, bangır bangır çalınan etnik Pers müziği ile Persepolis’in tanıtımı bizzat devlet eliyle en mükemmel bir şekilde yapılıyor.

Persepolis’in ihtişamı çok uzun sürmez. Ne yazık ki, M.Ö. 331 yılında Büyük İskender Persleri yener ve şehri yakar. İskender’in buradaki hazineleri 20 bin yük katırı ve 5 bin deve ile beraberinde götürdüğü söylenir. Bu gelişmenin ardından toprak altında kendi haline bırakılarak terk edilen şehir, 1930’larda başlayan arkeolojik çalışmalarla yeniden gün yüzüne çıkarılır, onarım ve restorasyon çalışmaları yapılır ve turizmin hizmetine sokulur.

Yapıldığı zamanlarda, şehrin giriş kapısı, 100 sütunlu ve 10.000 kişi kapasiteli kapalı salona götürürmüş karşılanan konukları. Burada 72 milletten gelen elçiler, Pers İmparatoruna en seçkin hediyelerini sunarak, iltifat görme yarışına girerlermiş. Her yanda dev boyutlarda aslan, boğa, kuş ve insan figürleri, kabartmaları, tasvirleri mevcut. 2-3 bin yıllık bu tasvir, rölyef ve kabartmalarda dönemin insanının yaşayışı, kıyafetleri ve inançları hakkında pek çok detaya ulaşılabiliyor.

1979 yılından beri Unesco’nun Dünya Mirası Listesinde yer alan Persepolis’in adı etimolojik olarak “Perslerin kenti” demektir. Persepolis’ten gelip geçen pek çok kişi bu şehri yanlış teşhis eder, hatta bazıları bir Yahudi kenti sanırlar. İlk olarak İspanya Kralı III. Philip’in Safavi Kralı I. Abbas’a 1618 yılında gönderdiği elçi aynı zamanda Persepolis’in kalıntılarını doğru bir şekilde anlayan ve anlatan seyyahtır.

1621 yılında Persepolis’i ziyaret eden Pietro della Valle ise 72 orijinal sütundan yalnızca 25 tanesinin (barbarlık, talan veya doğal etkilerden dolayı) ayakta kaldığını fark etmiştir. 1704 yılında kenti ziyaret eden Hollandalı gezgin Cornelis de Brujin ise Persepolis’in ilk resimlerini ve tasvirlerini yapan Batılı olarak tarihe geçer.

Bisitun yazıtları

2006 yılından beri Unesco Dünya Mirası Listesinde yer alan Bisitun (Behistun/Bisotun) yazıtları, M.Ö. 5. yüzyılda Pers Kralı Darius tarafından çivi yazısıyla taşlara kazınmıştır. Darius’un otobiyografisi, çeşitli efsane ve hikayelemelerin yanında, Pers Krallığına ait motiflerin ve simgelerin de günümüze ulaşmasını sağlamıştır. Yerden 100 metre yüksekte, 15 metre yüksekliğinde ve 100 metre genişliğinde olan kayalara, dönemin savaşları, olayları, isyanları ve zaferleri işlenmiştir. Kral figürünün tam üzerinde ise koruyucu melek Faravahar bulunmaktadır. Faravahar aslen bir Zerdüşt sembolü olmasına rağmen, artık tüm İran halkı tarafından benimsenen bir ulusal simgeye dönüşmüştür. Her yıl yüz binlerin ziyaret ettiği Firdevsi’nin mezarında bile bu ikon mevcut bulunmaktadır.

İran’ın Kermanşeh eyaletinde Behistun Dağının yamaçlarından birinde bulunan yazıtların ismi, Eski Farsça “Bagastana” kelimesinden türemiştir ve “Tanrı’nın yeri” anlamına gelir. Yazıtlarda tüm yaşananlar bizzat Darius’un ağzından (birinci tekil şahıs olarak) aktarılır, alfabe olarak çivi yazısı ve dil olarak ise Eski Farsça, Elamca ve Babilce (bir Akaçta ağzı) olmak üzere üç farklı lisan kullanılmıştır. Eski Farsça 5 sütuna 414 satır, Elamca 8 sütuna 593 satır ve Babilce ise 112 satır halinde yazılmıştır. Behistun Dağının aynı zamanda Firdevsi’nin meşhur hikayesinde Ferhat’ın Şirin için deldiği dağ olduğunu hatırlatmak isterim. Her ne kadar kendisi bu yazıtların Hıristiyan menşeli olduğunu düşünse de, Batı dünyasına ilk defa 1598 yılında Avusturya adına İran’a diplomatik bir görevle gelen İngiliz Robert Sherley tarafından tanıtılmış olur.

Nakş-ı Rüstem (Nekropolis)

Persepolis ile Şiraz arasında kalan (Persepolis’e 12 km uzaklıkta) bu devasa kayalar, eski Pers Krallarına ait mezarlardır. Bunlardan birisi de Persepolis’in kurucusu olan, hükümdarlar hükümdarı I. Darius’un (Büyük Darius) kaya mezarıdır. Darius buraya M.Ö. 485 yılında gömülmüş, kaya mezarı haç şeklinde oyulmuş. Bu haçın yüksekliği tam 24.5 metre. Darius’un mezarının üzerinde bulunan kabartmalarda kral ve inandıkları Tanrı Ahura Mazda yer alıyor.

Kitabesinde ise şunlar yazıyor; “Ahura Mazda yeryüzü nizamının bozulduğu görünce, onu bana havale etti. Ben de yeryüzüne nizam verdim (düzen getirdim)”. Bu söylem tarzı, kulağa oldukça tanıdık geliyor... Büyük krallar ve yöneticiler her zaman için Tanrı’dan yetki aldıkları iddiasıyla, zafer ve zulümlerine insanlar nezdinde haklılık payı çıkartmaya çalışmışlardır.

İranlılar bu mezarları ilk keşfettiklerinde, “olsa olsa Rüstem’e (Firdevsi’nin Şehname adlı eserinde bahsedilen halk kahramanı Zaloğlu Rüstem) aittir, kendisi oymuştur ve onu tasvir etmiştir” dediklerinden ötürü, ismi böyle kalmış. Mezar altlarındaki sonradan eklenen Sasani oymalarının da bu isme katkısı bulunmuş elbette.

Burada Akameniş krallarına ait yedi adet kaya mezarı bulunuyor. Bunlar muhtemelen sırasıyla şu şekildedir; I. Darius, I. Xerses, I. Artaxerses, II. Darius, II. Artaxerses, III. Artaxerses ve III. Darius. Mezarlardaki kabartmalar, o dönem İran toplumunun yaşayış, inanış ve gelenekleri hakkında önemli ipuçları veriyor. Kaya mezarlarının hemen önünde bir Ateş tapınağı (Ateşgede/Zoroaster) olduğu düşünülen, 12 metre yüksekliğinde, merdivenli kapalı küp şeklinde bir kule bulunuyor.

Nakş-ı Recep ise, Nakş-ı Rüstem kaya mezarlarına yaklaşık 10 dakika uzaklıkta yer alıyor ve 4 adet kaya mezarını barındırıyor. Buradaki kaya mezarlarına Sasani devrinde işlenen resimler çok iyi korunmuş durumda bulunuyor.

Pasargard

Persepolis’e 78 km, Şiraz’a 130 km uzaklıkta bulunan Pasargard, Akameniş kralı Kiros’un mezarı, daha doğrusu mozolelisidir. 1.6 km2’lik bir alanı kaplamaktadır. 3.17 metre uzunluğunda, 2.11 metre genişliğinde ve 2.11 metre yüksekliğindeki mozole etrafında saray ve klasik İran bahçeleri tarzında (dört katlı, “chahar bagh” adı verilen stil) bahçeler bulunmaktaydı. 2.000 yıldan daha eski olduğu halde doğrusu gayet sağlam duruyor. Burada Kiros (Cyrus/Kuruş/Keyhüsrev) ve eşi yatıyor. Persepolis kurulana kadar, burası Pers imparatorluğunun askeri merkeziymiş ve “Perslerin Kampı” anlamına geliyor.

Büyük Kiros (Keyhüsrev) 550 yılında Medleri yendiği konuma çok yakın olan bu yeri imparatorluk başkenti yapar. II. Cambyses başkenti Susa’ya taşır. Darius tahta geçince ise, hanedanın başkentini Persepolise’e taşır. Yunan tarihçilerine göre, burayı bulan ve teşhis eden kişi, Persepolis’i yakıp yıkan İskender’dir. Mozole anıtının yazıtında şunlar yazılmış; “Ben, Perslerin imparatorluğunun kurucusu Cyrus’um. Beni kıskanma, bu sadece gövdemi örten ufak bir toprak parçasıdır”.

Arkeolojik olarak ilk defa 1905 yılında Alman arkeolog Ernst Herzfeld tarafından keşfedilmiştir. Alman, İngiliz ve Fransız araştırmacılardan çok sonra, İran Kültürel Miras Kurumu çalışmaları ele almış ve önderlik yapmaya başlamıştır. Yapıda bulunan altın yatak ve değerli metallerden yapılma süs eşyaları, masa ve içecek takımları gibi objelerin bazıları İran Ulusal Müzesinde ve British Museum’da sergilenmektedir.

Yezd yolu üzerinde Aberkuh’da Aberkuh Servisi (Sarv-e Aberkuh) veya Zerdüşt Servisi de adı verilen devasa bir anıtsal ağaç bulunuyor. Ulusal bir doğal anıt olarak, İran Kültür Mirası Kurumunun koruması altında olan bu ağacın yüksekliği 25 metre, çevresi ise 18 metre. 4000 (veya bazılarına göre 4500) yıllık olduğu iddia ediliyor, bu da onu Asya’da yaşayan en eski ikinci şey yapıyor. Servi/sedir ağacı İran ve Zerdüşt kültüründe çok önemli, öyle ki Zerdüşt kaynaklarına göre bu ağaç Nuh peygamberin oğlu Japheth ile birlikte anılıyor ve Marco Polo’nun İran seyahat notlarında da adı geçiyor. Bu türdeki başka çok yaşlı bir ağaç da California havzasında bulunan 4.845 yıllık bristelecone çamı (pinus longaeva). Yine resmi olmasa da California’da yapan bir diğer çam ağacı ise tam 5.062 yaşındaymış.

Tak-ı Bostan

Tak-ı Bostan, İran'da Kermanşah kentinin hemen kuzeydoğusunda yer alan 3 - 7. yüzyıllar arasındaki dönemden kalan Sasani kaya kabartmalarıyla tanınan bir yerleşim birimi. Yapı, kayaya oyulmuş biri büyük, ötekisi küçük iki eyvandan oluşur. Eyvanların duvarları Sasani krallarıyla ilgili alçak kabartmalarla süslenmiştir.

Sasani döneminin en zarif ve iyi korunmuş örneklerinden olan bu yapıtlar arasında, II. Ardeşir (hükümdarlığı 379-383) ve III. Şapur'un (hükümdarlığı 383-388) taç giyme törenlerinin temsili sayılabilir; II. Ardeşir'in tahta çıkışının betimlendiği kabartmada Ahura Mazda saltanat tacını krala armağan ederken gösterilmektedir; yanlarında başı haleli Mitra görülür.

III. Şapur'un töreniyle ilgili kabartma ise insan eliyle eyvan biçiminde oyulmuş bir mağarada yer alır. Daha büyük ikinci bir eyvanda hükümdarın av sahneleri ve aralarında hükümdarın da bulunduğu bir grup atlı temsil edilmiştir. Hükümdarın üstünde örme zırhtan bir giysi, yüzünde de demirden bir maske bulunmaktadır.

Bir başka kabartma I. Şapur ve II. Şapur ile ilişkilidir. Büyük eyvanın duvarlarından birinin üst bölümünde II. Hüsrev'in (Perviz) taç giyişi işlenmiştir, solunda Ahura Mazda, sağında Anahita bulunmaktadır. Alt bölümdeyse II. Hüsrev'in ünlü atına binmiş, silahlı bir kabartması yer alır. Bir başka duvarda, bu kral yaban domuzu avında görülmektedir.

Susa Kalesi ve Antik Kenti

Susa’daki kalıntılara göre, bu şehir İsa’dan hemen önce kurulmuştur. Sadece İran’ın değil, Antik Yakın Doğu’nun en etkileyici ve mühim şehirlerinden biri olarak kabul edilir. Günümüzde ise nüfusu 100.000’i bile bulmayan, nispeten küçük boyutlu bir şehir, Kuzistan vilayetinin Shush bölgesinin idari başkenti. Karkeh ve Dez nehirlerinin arasında, Dicle ırmağının ise yaklaşık olarak 250 km doğusunda, Zağros Dağlarının eteklerinde yerleşik bulunuyor. Susa’nın adına İncil’de ve Yunan mitolojisinde de rastlarız.

Susa’da bir de gezebileceğiniz küçük bir müze bulunuyor. Büyük Daryus’a ait tablet ve yazıtlar dahil çeşitli eserleri müzede görebilirsiniz. Bunların arasında Elamlılar Babil’i yağmaladığında ele geçirilen, Hammurabi’yi güneş tanrısı Samas’a dua ederken gösterilen ve altında Hammurabi kanunlarının yazılı olduğu taş da var. İran’ın en güzel ve önemli vilayetlerinden biri olan Kuzistan ve Susa’nın dahil olduğu bu bölgeye ait olan diğer eserler Louvre (Paris), British Museum (Londra) ve Tahran Ulusal Müzesinde bulunabilir.

Susa’daki (sadece dünya savaşları sırasında kesintiye uğrayan) kazı çalışmaları 19. yüzyılda başlatıldığı zaman, arkeologlar ile devrin İran hükümeti altın ve gümüş gibi değerli taşların İran’da kalması ve taş bulgular ve diğer daha az değerli veya değersiz malzemelerin ise Fransa’ya götürülmesi konusunda mutabık kalmışlar.

Her ne kadar belki şu an İran halkı bunu bilmeden durumdan yakınsa da, Susa’daki en önemli nesnelerin şimdi Louvre müzesinde tutuluyor olması ve bu ören yerinin neredeyse bomboş kalmasının nedeni bu sebebe dayanıyor. Sanırım birilerinin aklı başına gelince, 1970’li yıllarda çıkarılan Daryus’un Mısır tarzında yapılan görkemli heykeli gibi yeni bulunan objeler Tahran Arkeoloji Müzesine getirilir.

Öyle ki, Susa’da yapılan kazı çalışmalarında Milattan Önce 7000 yılına kadar giden, yerleşim bulunan, Neolitik döneme ait bir köyün kalıntıları ve yine Milattan Önce 5000’li yıllardan kalma çömlek ürünleri bulunmuştur. Bu itibarla, Susa bölgesinin bilinen en yerleşim birimlerinden biridir. Susa, tarihi boyunca en azından üç kere yıkıma uğramıştır.

Bunların ilki, M.Ö. 647 yılında Ashurbanipal tarafından gerçekleştirilmiştir. İkincisi 638 yılında Müslüman orduları İran’ı ele geçirdiğinde yaşanmıştır. Üçüncüsü ise, 1218 yılında Moğol istilası sırasında meydana gelmiştir. Susa ilk milenyum süresince önemli bir Hıristiyan nüfusa ev sahipliği yapar, hatta Doğu Kilisesinin bir başpiskoposluk bölgesiydi. 15. yüzyıldan sonra, şehir gerilemeye ve unutulmaya başlar.

Çoğa Zenbil Ziggurat tapınağı

Bu ziggurat tapınağı, Mezopotamya bölgesi dışında halihazırda mevcut ve ayakta bulunan az sayıdaki zigguratlar arasındadır. 1951-1962 yılları arasında yapılan kazılarla ortaya çıkarılan tapınak, aynı zamanda dünyanın en iyi korunmuş zigguratlarından biridir ve 1979 yılında Unesco tarafından Dünya Mirası Listesine alınmıştır.

Zigguratlar eski Mezopotamya vadisi ve İran’da terası bulunan piramitlere benzeyen tapınak kulelerine verilen addır. Eski Mezopotamya’da Sümerlerde, Babillerde ve Asurlarda yapılan bir çeşit tapınaktır. En eski örnekleri basit yükselti platformları şeklindedir ve tarihi Ubaid dönemine, M.Ö. 4000 yıllarına kadar uzanır. En sonuncuları ise M.Ö. 600 yüzyıla aittir. Piramitlerin aksine, zigguratların üstü düzdür. Ziggurat Akat dilinde “yükselmiş yere kurmak” anlamına gelir.

Bilinen en büyük ziggurat, Babil’den kalma Marduk (Etemenanki) zigguratıdır, Sümerce “Cennet ve Dünyanın kuruluşu” anlamına gelir. Tabanı dahil olmak üzere çok az kalıntısı kalmış olmasına rağmen, aslında 7 katlı olduğu ve tepesinde dev bir tapınağın bulunduğu düşünülmektedir. Hammurabi tarafından inşa edildiğine inanılır. Kral Nabukadnezzar ise 15 metre ile üst katı geliştirmiştir. İncil’de bahsedilen Babil Kulesi hikayesinde sözü edilen ziggurat da muhtemelen burasıdır.

Heredot’a göre, her bir ziguratın tepesi bir türbeydi, fakat bu türbelerin hiçbiri günümüze kalmamıştır. Pratik kullanımda ise, bu yapılar yükselen sular ve sellerden rahiplerin kurtularak kaçmasını da sağlıyordu. Ayrıca, güvenlik bakımından, istenildiğinde kapatılabiliyorlardı. Kurban edilen hayvanın etinin pişirilerek yenmesi de olası ritüeller arasındaydı. Zigguratın yüksek olması, çıkan dumanın şehri rahatsız etmesini de engellerdi. Her ziggurat içinde detaylı bir tapınak bulunur, burada aynı zamanda ana bahçe, depolar ve yaşam yerleri olurdu ve etrafına şehir kurulurdu.

Shushtar Su Değirmenleri

Shushtar (Şuştar) esasen “Susa’dan daha iyi, daha büyük” anlamına gelir. Kuzistan vilayetinin merkezi olan Ahvaz’a sadece 92 kilometre uzaklıktadır. Sassaniler döneminde kurulmuştur, Şuştar şelalesi, tarihi köprüleri ve su değirmenleri görülmeye değer. Meşhur sulama sistemi sayesinde, zirai verimlilik artarak gelişmiştir. Sezar’ın barajı anlamına gelen Band-e Kaisar ülkedeki ilk barajdır.

Sasani hükümdarı I. Şah Shapur Roma imparatoru Valerian’ı yendiğinde, canlarının bağışlanması karşılığında, Romalı askerlere 500 metre uzunluğunda bir baraj ve köprü yaptırır. Baraj İran’n debisi en yüksek nehri olan Karun üzerine kuruludur ve 2009 yılında Unesco Dünya Mirası Listesine alınmıştır. Shushtar kale surları ise Sasani dönemi sonunda mühim ölçüde yıkılmıştır.

Sasani kalesi Nain

Nain Yezd’e 170 km, İsfahan’a ise 140 km uzaklıkta bulunan küçük bir şehirdir. İran’ın en eski camilerinden biri buradadır. Bu camiin ismi yine “Cami Camii” ve yapılış tarihi 8. yüzyıla kadar dayanıyor. Yine Sasani dönemine ait bir kale bu şehirde bulunuyor. Kalenin İslam öncesi dönemde inşa ettiği düşünülüyor, yaklaşık 1800 yıllık. Nain ayrıca kilimleriyle de dünyaca ünlüdür.

Meybod yakhcal buz evi (icehouse) da meşhur, dünyanın pek çok ülkesinden daha farklı bir yöntemle su soğutma ve bu yapımı için kullanılan bu yapı, Safavi dönemine ait bir eser. Bu yöntem sayesinde, soğuk kış aylarında yapılan ve üretilen buzlar, sıcak aylarda da rahatlıkla kullanılabiliyormuş.

Sözde “küreselleşme” diyoruz ama bilinçli ve kasti olarak o kadar cahil bir şekilde eğitiliyoruz ve yönlendiriliyoruz ki, bilmenin dışında, yanlış bilgilendirilerek büyüyoruz. Aslında bütün bir neslimiz böyle. Birkaç bölüm halinde İran’a ilişkin bilgi, izlenim ve gözlemelerimi paylaştığım ve paylaşacağım yazı ve fotoğraflara ve özellikle vurgulamaya çalıştığım bazı noktalara rağmen, halen “İranlılar pismiş, elle yemek yiyorlarmış, kafa kol kelle kesiyorlarmış, kadınlar dışarı çıkamıyormuş, İslam öncesi bütün eserleri kazımış ve tahrip etmişler...” şeklinde hezeyanları dile getirenler arkadaşlarımı gördükçe, olağanüstü derin bir illüzyon, halisünasyon, manipulasyon ve hatta toplumsal bir hipnoz çağında yaşadığımızı düşünmeye başladım. Keşke algılarımızın bu kadar kolay yönlendirilmesine izin vermeden doğrudan bilgiye ve gerçeğe önem vermeyi öğrenebilsek artık...

{Yazı ve Fotoğraflar: Serkan Doğan}