Bu sabahına bir emekçi olarak uyandım Paris’in. Emekçi dediysem başka zamanlarda da elbette her güne sığdırdığım, peşinde koştuğum onlarca şeylerim olur. Ama böylesine emekçisi olmak başka bir şeymiş, yoksa bu kadar erken bir saatte sokaklarda kendimi bulmazdım.

Paris’teki sabahlarımın çoğunda olduğu gibi Juvisy’de Sein nehri üzerindeki Péniche Pour la Paix/Barış Gemisi’nde uyanıyorum. Eric gece ‘sabah 06’da gemi yol alacak dediği için’ biyolojik saatim beni 05.34’te uyandırmıştı zaten. Hızlıca kamaramdan çıkıp güverteye attım kendimi, sabahın bütün serinliği üzerimde. Güneşin güverteye uzanmasına daha bir saat kadar var. Nehrin hafif dalgaları tekneyi sallarken ben her sabah nehir ve karşıdaki ormanlık alandaki ağaçlar ile yaptığım rutin sabah muhabbetime girmiyorum. Gemi hareket etmeden hazırlanıp çıkmam lazım. Aksi takdirde Paris Bercy’ye kadar iki saatlik bir gemi yolculuğunun parçası olacağım.

Hazırlanıp çıkıyorum. Ara sokaklardan RER D trenlerinin kalktığı alana ulaşmam ile -turnikeleri kendi fiyat kontrol yöntemimle geçerek – trendeki yerimi alıyorum. Tabii bu fiyat kontrolü hallerinin zaman zaman kısmi riskleri de oluyor, onun için dikkatli olmak lazım. RER D’nin her sabahki emekçilerini almadığını görüyorum. Her sabah iş saatleri için RER A/BC/D Parislilerin renginde olmayan emekçileri taşır şehir merkezine. Bunlar dünyanın her yerinde gelen, çoğunlukla beyaz olmayan başka başka renklerden insanlardır. Çoğunluğu siyahtır, sonra Latinler gelir esmer siyah halleri ile, daha sonra Ortadoğu esmerleri ve Uzak Asya’nın buğday tenli insanları.

Her zaman olduğu gibi ikinci kattaki bir koltuğa geçiyorum şehri biraz daha yukarıdan görmek için. Şehrin bacaları tütüyor, bütün büyük mega kentlerde olduğu gibi. Hayat zaman zaman bir mola yapar, insanlar, sokaklar, binalar, nehirler, ormanlar dinlenir ama bu bacalar hiç durmaz, zamanın bütün anlarında bacalarından gökyüzüne telaşla karbon salmaktan geri kalmazlar. Dünyayı kapatan Covid – 19 bile kapatamadı bunları. Güne daha iyi motive olmak için bu ara yaptığım gibi sevgili sanatçı dostum Diren İnanç ve Gülseven Meder’in birlikte çok güzel yorumladıkları ‘Mahcemalin Suya Benzer’ parçasını açıyorum cep telefonumda.

Paris’in merkezine yaklaştıkça binaların mimarisi de değişmeye başlıyor, hiçbir özelliği ve karakteri olmayan büyük büyük -dünyanın her yerinde gördüğümüz – şekilsiz binalardan bir kimliği/karakteri olan yapılara doğru yol alıyoruz. Birazdan Paris’in en büyük tren garlarından olan Gare de Lyon’dan geçerek Les Halles’de ineceğim. Sonrasında metro kullanmayarak yürüyerek iş yerime geçeceğim.

Les Halles’de inmenin kötü yanlarından birisi labirent ağı içinde kaybolarak alman gereken yolu bir türlü alamaman. Gerçi gene de çok nefret ettiğim Montparnasse garı kadar da değil.

Ve işte Les Halles’den biz Türkiyeli ve Kuzey Kürdistanlı göçmenlerin ‘Mahalle’ dediğimiz St Saint Denis’e yürümeye başlıyorum. Ara sokaklarda çöp kamyonları, sokakları yıkayan büyük araçlar. Bir de Sosyalist Parti’den (PC) Paris Belediye Başkanı Anne Hidalgo’nun çalışmadığını söylerler. Hiç de öyle değil, Paris kirli bir şehir, ne yaparsan yap Paris’i kendisine sinen kokudan alamazsın. Yani bir ağ gibi bütün zemine metrolar yapar, bütün farelerin yuvalarını/evlerini başlarına yıkarsan ne olacak, elbette sokakları onlar ile paylaşacaksın, hem sokakları kirletenler de onlar değil, insanların kendileri zaten.

Mahalleye yaklaştığımı her defasında uzaktan gözlerime ilişen kemerlerden anlardım. Kadın seks işçilerinin çalıştığı sokaktan geçerken hiçbir zaman almadığım samimi, sıcak, güzel bir ‘Bonjour’a aynı sıcak ve sempatik hal ile cevap veriyorum yürümeye devam ederken. Sokaklar oldukça tenha, bu saatlerde kim ne yapar diye düşünmeden de edemiyorum tabii. Daha bir elli/yüz metre yürümeden sokağın benim yürüdüğüm yönün tersinden bana doğru gelen bir genç parmaklarını dudaklarına götürerek ‘avez vous une sigarette stp’/bir sigaranız var mı lütfen! diye tebessüm eden yüzü ile bana dönüyor.

Ha bu arada Fransa’ya yolculuk yapacaklar için diyorum, her cümlenize mutlaka ‘bonjour’/merhaba ile başlayıp ‘s’il vous plaît/lütfen ile bitirmeniz lazım, aksi takdirde dikkate alınmazsınız. Ama bizimki çok samimi ‘bonjour’a hiç ihtiyaç duymadan giriş yaptı. Ama içimde hemen bir refleks ile cevabım ‘non, je n'ai pas’/hayır benim ondan yok oldu. Oysa çantamda kaçak sigaram var. Yüzüne bir tebessüm yayarak bu kez de ‘êtes-vous Brésilien?’ diye devam ediyor. ‘Non je suis Kurde’ demem ile parmakları ile kendi gamzelerini göstererek ‘mais vous avez aussi des fossettes’/ ama senin de gamzelerin var diyor. Tebessümle bakışırken ayrılıyoruz.

Kemerden ‘Mahalle’ye giriyorum; sağlı sollu Türkiye ve Kuzey Kürdistanlıların restoran ve kafeleri, az ileride benim ‘Mardin Çorbacı’sı kepenklerini indirmiş sabah hazırlığı yapıyor, sokak yavaş yavaş kendi telaşına kavuşacak birkaç saat içinde. Bütün bu Covid – 19 Sürecinde bu mahalle kendi normalitesini hiç bozmadı, Paris’te bulvarlarda bile ne bir araç ne bir insan görmediğin zamanlarda bile burası kendi kalabalığını/ritmini hiç yitirmedi.

İşte bir sabah diyorum,

Paris diyorum,

Sokaklar diyorum,

Hadi şimdi bir kahve zamanı!