1945 sonrasında devletler, insan hakları alanındaki gelişmelere paralel olarak yönetim tarzlarını da bu yeni esasa göre uyarlamaya çabaladılar. Yalnızca ulusal bazda değil uluslararası alanda da amaçlanan hedef demokratik bir toplum inşasıydı. Devletlerin denetlenebilir, hesap sorulabilir olması bu hedefe ulaşmakta ilk temel şart olarak görüldü. Aynı zamanda o tarihten itibaren bu temel şarta uygunluk iktidarların hukuki meşruiyetlerinin eşiği kabul edile geldi. Bu denetim mekanizmalarından olan tarafsız ve bağımsız yargı ise olmazsa olmazlardan yalnızca biridir.

Bu yeni dönemin hukukuna devletlerin uyumunun öyle hiç de kolay olmayacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Devletler, eski geleneklerini sürdürmenin çekiciliği yanında hukuki denetimden de muaf tutulmak için mevcut yapılarının daha derinine gizledikleri bir başka paralel devlet oluşturmakta tereddüt dahi duymadılar.

Türkiye’nin geçmiş devlet geleneği tecrübesi ile birlikte bu yeni dünyada kendine paralel devlet oluşturmada hiç yabancılık çekmediğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Çünkü bu devamlılıkta önemli rol oynayan özellikle 20. yüzyıl başının etkin kurumlardan Teşkilatı Mahsusa’nın önemli kadroları ile birlikte Cumhuriyet’in yeni istihbarat teşkilatı MİT’te ve devlet idaresinde bulduğu varlığın yalnızca fiziksel değil fikirsel de olduğu hep vurgulanıp duruldu. Bu nedenle daha sonra NATO bünyesinde oluşturulan Gladio’nun, Türkiye’de köklü ve rahat biçimde yuva bulmasına şaşırmamak lazım.

Sonraki yıllarda Avrupa ülkelerinde paralel devlet deşifre oldukça bazısı bu hesaplaşmayı hukuken ve siyaseten gerçekleştirip normale dönerken, bazısı ise vatandaşına her tür hesabı vermeye doğru kendini terbiye ederek bu normalizasyonu gerçekleştirmiştir. Toplanan verginin tutarından ne kadarının nerelere harcandığına, kamu hizmetinin niceliğinden niteliksel dönüşümüne, adil ve etkin hak aramanın sağlanmasından ordunun denetim ve kontrolüne kadar birçok alanda ‘gün ışığında yönetim’e geçiş bir bakıma derin devlet ya da paralel devletle yüzleşmekle eş tutulmuştur.

Bizde ise derin devlet ya da paralel devlet hesaplaşması ancak seçim meydanlarında oy toplamakta kullanılan birer seçim vaadi olmaktan öteye geçememiştir. Başbakanın siyaset üzerindeki askeri ve kurumsal vesayetleri kaldıracağız taahhütlerinin özellikle son 2 seçimde kendisine ciddi destek olarak yansıdığı bilinmektedir.

Bu güzergahta somut bir adım atılmamasının en can alıcı örneklerini vesayet döneminin binleri bulan faili belli ama meçhul bırakılan cinayetlerde açılan dava sayısının azlığı göstermektedir.

Bu satırlar Başbakan tarafından okunmuş olsa hemen yerinden doğrulup “ya kardeşim sen ne diyorsun o kadar dava açıldı hiçbirinden mi haberin yok!” diyeceğini biliyoruz.

Açılan dava sayısının onlarla ifade edilmeyecek sembolikliği yanında ve açılan davalarda dönemin karar merciindeki bürokratik ve siyasi sorumluluklara dokunulmaması ayrı bir eksikliktir. Mesela Tuğgeneral Bahtiyar Aydın cinayeti ile birlikte katledilen 14 kişi ile ilgili açılan davanın iddianamesinde adı geçen sıralı komutanların cinayetteki sorumlulukları birer hatırat gibi verilmiş, sorumluluklarına yer verilmemiştir. Başbakan bunun neden böyle olduğunu ve daha sonra bu kişilerin nerelerde görev yaptığını hiç merak etmiş midir bilmiyoruz?

Ya da Roboski katliamının hemen sonrasında teşekkür ettiği Orgeneral Özel’in katliam talimatını vermiş olması (özel konutunda) O’nu rahatsız etmiş midir onu da bilmiyoruz? Bu konuda toz kondurmadığını bildiğimiz MİT yetkililerinin Hava Kuvvetleri Komutanlığı savaş uçaklarının müdahale etmesi için ısrarla bölgeye yönelik verdiği istihbari bilgi, rapor ve yönlendirmeleri kamuoyuna yansıyacak kadar ortada iken bu kurumu teftiş ettirip sorumluları ortaya çıkarmak aklına gelmiş midir bilmiyoruz?

Ya da Ömer Güney adlı suikastçının Paris’te cinayetleri işlemeden önce Ankara’da hangi otelde ne kadar kaldığına, kimlerle görüştüğüne kadar bilgiler bir yıldan fazla süredir adli ve idari kurumlarda mevcutken hiçbir işlem yapılmamış olması yine kendisine garip gelmiş midir bilmiyoruz. Ayrıca cinayet öncesi bu tetikçinin MİT’ten görevliler olduğu iddia edilen kişilerle görüştüğüne dair ses kayıtları kamuoyuna yansıdığında MİT’in tatmin etmeyen açıklamaları yine Başbakanı hiç tedirgin etmiş midir onu da bilmiyoruz?

Başbakan olarak ‘bildiri okuyan’ savcının elinde kaç çuval torba evrak olduğunu bilecek kadar bilgi sahibi iken ve O’nu meydanlarda hedef alırken yine aynı savcının 19 Ocak’ta katlinin 7. yılı dolmasına rağmen davasında bir arpa yol alınmamış olan Hrant Dink’in cinayetinde sorumluluğu olan kamu görevlilerinin dosyasına da baktığını biliyor mudur onu da bilmiyoruz. Bu savcının bu soruşturmayı neden yıllardır neticelendirmediğini merak etmiş midir onu hiç bilmiyoruz. MİT’ten Hrant Dink’i valinin odasında tehdit edenleri neden yargılatmadığını da bilmiyoruz.

Aynı şekilde hazırlık soruşturması yaklaşık 1.5 yıl süren yolsuzluk soruşturmasından habersiz olmayacağını düşündüğümüz MİT’in neden kendisini habersiz bıraktığını da bilmiyoruz?

Sanırım tüm bunlar Başbakan’ın MİT’i yalnızca Hakan Fidan’dan mütevellit sanmasından mı kaynaklanıyor onu da bilemiyoruz.

Fakat tahmin ettiğimiz bir husus var ki o da; Başbakan’ın üzerine titrediği o MİT’in, Emniyet’ten yargıya, jandarmadan MİT’e, özel harp dairesinden genelkurmaya kadar her birimde örgütlendiği iddia edilen TUSHAD adlı yapıya dair Mahkemelere cevap vermezken kendisine de bilgi vermemiş olmasıdır ve kendisinin bunu hiç yadırgamamış olmasıdır?

Örnekleri çoğaltabiliriz bunlar birkaçı.

Şimdi bu birkaç örnek dahi size bir darbeyi ya da hazırlıklarını düşündürtmüyor mu Sayın Başbakan? Dert derin devlet ya da paralel devlet ise bunlar derin devlet ya da paralel devlet değil mi? Arayacaksanız derin devleti yada çeteyi buralardan aramaya başlayın demezler mi size? Yoksa böyle giderseniz etrafınızda darbe çığlığınıza inanan yalnızca başdanışmanız kalacak gibi.