Darbelerin anayasal demokrasiyi, hukukun üstünlüğü ilkesini kaldırmak için yapıldığı hiç ama hiç unutulmamalı... Bir ülkenin yönetim senedi olan anayasayı ortadan kaldırıp yerine keyfî uygulamaları getiren darbelerin elbette bir hukuku yok. Demokrasiye indirildiği için demokrasiyle de yakın uzak ilişkisi olamaz darbelerin. Böyle olduğu için ne hukukî ne siyasî meşruiyeti ne de tutarlı bir tarafı vardır.

12 Eylül cuntasının, yaşını büyüterek idam ettiği Erdal Eren’i hatırlayın. Eren, 30 Ocak 1980’de ODTÜ öğrencisi Sinan Sümer’in öldürülmesinin protesto edildiği eylemde çıkan çatışmada bir askeri öldürdüğü gerekçesiyle tutuklanmış, hızla yapılan “yargılama”nın ardından idama mahkûm edilmişti. İdam kararı darbenin hemen ardından kurulan Millî Güvenlik Konseyi tarafından onaylanmıştı. Askeri savcılar, hâkimler dahi idam kararında gerekli delillerin toplanmadığı kanısındaydılar. İdam kararı iki kez bozulmasına rağmen sonuç değişmemişti. Kısacası sonucu belli olan bir “yargılamaydı.”

Öldüğünde apoletleri sökülmüş olan, toplumun huzurunda çoktan itibarını kaybetmiş ama devlet töreni ile “uğurlanmış” olan darbenin lideri Kenan Evren, TRT’den okuduğu bildiride darbenin “Türk Silahlı Kuvvetleri ülkenin ve milletin bütünlüğünü, milletin hak, hukuk ve hürriyetini korumak, can ve mal güvenliğini sağlayarak korkudan kurtarmak” için yapıldığını belirtiyordu.

Milli Güvenlik Konseyi’nin ilan ettiği sıkıyönetim tutuklamalarla, işkencelerle, idamlarla, yasaklarla toplumun canına okumuştu. Nitekim daha sakalları bile terlememiş olan Erdal Eren ibreti âlem için idam edilmişti. “Asmayalım da besleyelim mi?” sözü 12 Eylül’ün zihniyeti, Eren ise simge ismi olmuştu.

12 Eylül’ün üzerine çokça konuşuldu ama hak, hürriyet, can güvenliği gibi demokrasiyi meydana getiren unsurları geçerli kılmak için yapıldığı söylentisi gösteriyor ki pekâlâ bu evrensel değerler “savunularak da” demokrasi ve hukuk katledilebiliyor. 12 Eylül, demokrasi ve hukuk tarihinde toplumun en çok acı çektiği kanlı sayfalardan biri olarak biliniyor şimdi.

Emir-komuta zinciri içinde yapılan 12 Eylül darbesi, yaşanan kaos, siyasetin sinmişliği, dönemin medyasının darbe yanlısı tutumu ve bugünkü Anayasa’nın kabul oylamasında somut bir şekilde karşımıza çıktığı gibi kamuoyunda rızasını üretebilmişti.

Ancak 36 yıl sonra yeniden yapılmak istenen darbe, bir girişim olarak kaldı sadece. 15 Temmuz darbe girişimi kamuoyunda destekçisini bulamadı. Destekçi bulmak bir yana biraz Erdoğan hayranlığından, biraz iktidarı koruma, biraz da demokrasiye sahip çıkma isteğinden dolayı direniş gösterildi.

Ancak biliyoruz ki, Erdoğan savunuculuğu ya da düşmanlığı hiçbir şekilde demokrasi getirmeyecek. Askerî darbeye karşı, seçimlerle belirlenmişlerin kurduğu hükümetin icraatlarını sevsek de sevmesek de demokrasi adına hükümetin görevine devam etmesinin taşıdığı önemin altını çizelim ve fakat o iktidarın bugün yaşananlarda hiç ama hiç mi sorumluluğunun bulunmadığı gibi bir soruyu da gündeme getirelim.

Konuya yine Cumhuriyet Savcısının oluşturduğu iddianame ile bakalım. Daha TSK’deki “kadrosu” darbe girişiminde bulunmadan evvel başlatılan “Fethullahçı Terör Örgütü” soruşturmasında Gülencilerin devlette nasıl kadrolaştıklarına değiniliyor. Cemaatin devlette serpilip büyümesinde 12 Eylül referandumu ile Anayasa değişikliğinin “örgütü” devlet içinde çok ileriye taşıdığından söz ediliyor. İddianamede “12 Eylül 2010 sonrasında artık örgüt kendini devletin tek fiili hâkimi olarak görmeye başlamıştır. Bu durum 17 Aralık 2013 gününe kadar devam etmiştir” deniliyor.

Tarihler önemli. 2010’da Anayasa değişikliği millete AKP iktidarı tarafından oylatılmıştı. 17 Aralık yolsuzluk operasyonlarından sonra Cemaat “terör örgütü” ilan edildiğinde iktidarda AKP vardı. AKP – Cemaat çatışmasıyla başlayan süreçte Erdoğan, nihayet “Ne istediler de vermedik” veya “Aldatıldık” gibi itiraflarda bulunmuştu.

Konuyu salt “aldatılmış olmayla” geçiştirerek işin içinden sıyrılacak mıyız? Yoksa her şeye rağmen şu soruları da soracak mıyız: İstediklerini niçin ve neye göre verdiniz?

O gün Gülen’e tanıdığınız imtiyazlar sonucu ortaya çıkan sorunları dile getirenlerin tutuklanmasına neden sessiz kaldınız? Örneğin Fethullah Gülen’in emniyetteki kadrolaşmasını “İmamın Ordusu” kitabında anlatan gazeteci Ahmet Şık’ın “terör örgütüne yardım etmekten” tutuklanması gibi. Kitabın henüz basılmadan yayınevindeki taslağının imha edilmesi, yazarının tutuklanması hatırlatıldığında “Kitap yazmak nasıl terör olur?” sorusunun “Öyle kitaplar vardır ki bombadan daha tesirlidir” diye yanıtlanması arşivde durur hâlâ.

O bombalar değil miydi geçen gün karadan havadan insanlara saldıran. Meclis’i yok etmeye çalışan. Ortalığı kana bulayan…

Geçen gün Zaytung’da şöyle bir “haber” gözüme çarptı:

“Cumhurbaşkanlığı’ndan Paralel Devlet Soruşturması’ndaki savcılara uyarı: ‘Paralel yapı ile geçmişteki bağlantılar incelenirken fazla geçmişe gitmeyin. 2-3 yıl yeter...”