Uzun zamandır biliniyordu ama görmezden geliniyordu Kürt kamuoyunun 1915 için düşüncesi.

Doğu ve Güneydoğu’da hangi şehre, hangi köye gitseniz gösterirlerdi bölgenin en ihtişamlı yapılarının aslında kimlere ait olduğunu. Ve sonra anlatmaya başlarlardı onların nerede toplandıklarını, nereye sürüldüklerini, nasıl katledildiklerini…

Suçu biraz kurbanlara, biraz da bölgenin yüzyıllık alışkanlığı ile merkezi yönetime atarak.

Öyle ya karşı taraf da onlara saldırmıştı.

Çeteler kol gezmişti dağlarında.

Onlar kendilerini korunmak istemişti sadece.

Evet, bunu devlet desteği ve gücü ile yapmışlardı.

Orantısız bir güçle.

Kökü kazıyacak, soyu kurutacak, elinde silahı olanla olmayanı ayırt etmeyecek şekilde.

Ama olsun! Kendilerini tek bir sınıfa layık görüyorlardı bugüne kadar: Kurban.

Türklerle kendilerini birleştirenin silah arkadaşlığı olduğunu kabul etseler de tarihi Ermenistan topraklarının nasıl birden Kürdistan’a dönüşüverdiğini görmek istemediler yıllar yılı.

Bugünün ezileni olarak dünün ezeni olduğunu kabul etmezcesine…

Halbuki biliyoruz gerçekte ne olduğunu.

Ve bu durumun sadece Kürtlere has olmadığını da.

Eğer Osmanlı’nın son döneminde bu toprakları konuşacaksak, her şeyden önce tarihi kaynaklara bakmak gerek.

1915’te yaşanan sadece Ermenilere karşı değildi.

Bu 1800’lerin sonunda başlayan, 1900’lerin ilk çeyreğine kadar bu topraklarda sürüp giden bir süreçti.

Plan belliydi: İmparatorluğun yıkılacağı ortaya çıkınca, toprak paylaşımında / miras kavgasında bin yılı aşkın hakim söyleme göre “gayrimüslim” daha doğrusu Hristiyan nüfusunu yok etmek.

Bunun için geçerli nedenler de hazırlanmıştı.

Bu topraklardaki Hristiyan nüfus, ülkeye göz diken güçlerin hepsinin bir şekilde “din kardeş”leriydi iktidardakilere göre.

Ne de olsa misyonerlerin kurdukları okullar onların şehirlerinde yoğunlaşıyordu.

Büyükelçiler onların hallerini hatırlarını soruyordu.

Hamisi hatta ağabeyi oluvermişlerdi.

Sanki 1071 ve 1453’te onları İslam ordularının eline bırakıp kaçmamışlar gibi.

Buna rağmen İstanbul ısrarlıydı.

Bu güçler aniden beliriverecek ve “kardeşlerinin” hakları için kanlarının son damlasına kadar savunacaklardı. Ya buna inanıyordu ya da Müslüman halkını buna inandırmaya çalışıyordu.

Çok da zor değildi bu tabloya inandırmak toplumu.

Zaten ülkenin dört bir yanı savaş halindeydi.

Paranoya had safhadaydı.

Sermayenin iyi bir bölümü de Hristiyan nüfusun elinde olunca, ikna edilmek çok da zor olmadı.

Hem Sünni Kürtler için.

Hem Sünni Araplar, hem de Aleviler / Nusayriler için…

İşte böylece Sünni – Türk merkezli dönemin Osmanlı yönetimi yanına güçlü destekçiler buluvermişti bölge halkı içinde.

Gizli kararlar alındı kapalı kapılar ardında.

Rumlar ve Ermeniler başta olmak üzere Hristiyan nüfus yok edilecekti.

Avrupa’nın haberi oldu kısa süre içinde bu kanlı hesaptan ama her zaman olduğu gibi ellerini çektiler.

Boğaz kıyısındaki “ihtiyar adam”a “dur” demediler.

Ne de olsa çok daha derin hesapları vardı.

Çıkar kardeşliği, din kardeşliğinden öteydi.

İngiltere sömürgeleri için ihtiyaç duyuyordu sultanın eşsiz gücüne, Almanya yeni sömürge alanları kurmak için. Avrupa sıradaydı payına düşeni almak için.

Devler liginde zengin sofralar kurulurken Osmanlı’nın Hristiyanları anca meze olabilirdi. Öyle de oldu.

Karadeniz ve Ege kıyılarında Rumlar, Kilikya’dan Ermeniler uzaklaştırıldı önce.

Sevkıyat deniliyordu bu sürece.

“Dış yardım” alamayacakları yerlere sürülüyordu bu “ikinci sınıf” vatandaşlar…

Ülkelerine ihanet etmesinler diye.

Topraklarını korumak için çıkarttıkları isyanlar kolaylıkla bastırılabilsin, arkalarında izleri kalmasın diye…

1915’te Çanakkale’de kazanılan zaferle sarhoş olan İstanbul, 24 Nisan’da bir gece içinde ordusunda omuz omuza savaştığı Ermenilerin entelektüellerini yaka paça toplayıverdi.

Aralarında milletvekilleri olmasına bakmaksızın.

Tek suçları vardı: Yeni düzenin ötekisi olmaları.

Ölüm yolculuğuna ilk çıkan onlardı.

Ve bu kafileyi sayıları yüzbinleri aşacak kardeşleri izleyecekti.

İstanbul’un kararlarını uygulayan, bundan da doğrudan kazanç sağlayan –daha açık söylemek gerekirse mallarını ele geçiren– Sünni Türkler ve Sünni Kürtler gibi bazıları doğrudan zenginleşiverecekti.

Kimi ise Sünni Araplar ve Alevi / Nusayriler gibi büyük çoğunluğu ellerini pek kılıca sürmeden de Hristiyan mülklerini, taşınabilir mallarını yok pahasına satın alacaktı.

Yani Osmanlı yönetimi tarafından “kullanılmayacak” aksine yönetimin onlara sunduğu pastadan dilimlerini alacaklardı sadece…

Hristiyan halkların payına ise sürülmek ve ölüm düşecekti.

“Tanrım biliyorum ki sen onlardan bizim intikamımızı alacaksın. Fakat onları affet çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar” diyordu bir Ermeni kadın son nefesinde Alman misyoner Hans Bauernfeind’ın aktardığına göre…

Ataları bilmese de artık torunlarının gerçekleri görme zamanı gelmedi mi?

(Agos'ta da yayınlanmıştır)