Sabahın güneşle güne girdiği vakitler. Mutfağa inip kahveni hazırlarken geceden kalma mutfağa, yemek salonuna el atıyorsun, ‘temizlik saati’ değil, ama olsun şöyle el altında, göz önünde kalksın istiyorsun dağınıklık. Kahveni alıp kaç asırlık evin ahşap merdivenlerini uyuyanları uyandırmamaya dikkat ederek çatı katına kadar çıkıyorsun. Evin daha çok sana dair olan yeri.

Zamanın tüm yoğunluğunu/yoruculuğunu üzerinde taşırcasına aşınmış ahşap masana geçiyorsun, bahçeye, bahçeyi dalları ve yaprakları ile kucaklayan çınar ağacının arasında gülümseyen güneşe yüzünü dönüyorsun buradaki bütün sabahların gibi. Hani hayatın içinde hep kurduğun bir cümle var idi ya: “Güne merhaban ya maviye, ya da yeşile olmalıdır” diye. İşte böylesi bir yerde duruyor tam da o cümle.

Araladığın pencerenden güneş ile birlikte içeriye kuşların cıvıldaşmaları doluyor. Güneşin yapraklar arasındaki buluşmasında kamaşan gözlerin daha ileriye, uzak da olmayan tepenin zirvesine kadar çıkıyor, tepenin zirvesi ve çatı katın arasında bir kaç bin metre ya var ya da yoktur. Eskide sokakları yürüyerek, ya da bir kitabın kapağını açıp sayfalarında kaybolan sabahların şimdi klavye üzerinde başlıyor. Ekrana akan satırlar, resimler, konuşan onlarca, binlerce, insan hikayesi ile güne giriyorsun. Baktığın insan hikayeleri yaşama alanının darlığından kaçtığın bir yerden geliyorsa, güne hiç de güzel şeyler ile başlamıyorsun.

İçindeki umutvar yanını hep koruyarak, içinde olmak için kavganın, ‘illahi büyük harfler ile umudun içinde olman gerekmiyor’a varalı bir kaç yıl olmuştur. Hem okuduğun satırların da ötesinde hayat sana her zaman yeni bir şeyler söylemeye devam ediyor. Bugünün umutvar satırları da böyle bir zamanda başladı. Aklında bir kaç gündür satırlarını dizdiğin yazı konusu dışında bambaşka bir şey belirir bir anda: Oko, Loli, Kutme, Kiyi, Fexo ve özgürlük tutkunu koca bir köpek kolonisi cümlesi ile hayatın en klişe anına bir kez daha dönüyorsun; “özgürlük”. Evet ya nedir özgürlük?

Hayatın kendisi cevaplardan daha çok çoğaltılan soruların toplamı değil mi? Soruların kadar varsın. Evet böyle düşünüyorum. Yakın bir zamanda sevgili Pınar Selek’in sürgün zamanlarında yüreğindeki özgürlük aşkı, heyecanı ile kaleme aldığı ‘Cümbüşçü Karıncalar’ kitabının satırları arasında insan ve köpeklerin hikayeleri içinde kaybolurken de benzer şeyleri düşünmüştüm; ‘nedir özgürlük?’ galiba az şey bildiğinde sorulara daha çok cevabın oluyor, bildiklerin çoğaldıkça cevapların azalıyor, bundan mıdır cevaplar yerine daha çok sorular çoğaltmamız.

İdris Baluken tutsak, hücresinde hayata dair notlar tutuyor, hayata tuttuğu notlar ile bizlere yeni hayatlara dair yolculuklar sunuyor. Pınar Selek sürgün, yürüdüğü sokaklar, arasında kaybolduğu kentler ve yeni insan hikayelerinde bizlere hem sorular ve hem de cevaplar topluyor.

Bir çatı katı, ahşap bir masa, gözlerimin alabildiği yeşilin her tonu, kulağında yaprak ve kuş senfonisi, yürüyüp tırmanabileceğim alabildiğine tepeler...

Evet ya nedir özgürlük? Sanırım koşulların ne olursa olsun, ister umutvar ol, istersen umut ile işin olmasın, ama hayata dair kavgan devam ediyor ve sesler çoğaltıyorsan, satırlar, patika yollar işte o zaman sen özgürsün. Zira özgürlük fiziki koşulların çok daha ötesinde bir şey. Dört çarpı dört metre çarpı bir avluda, kentlerin sokaklarında başın yukarılarda hayal kurmaktır özgürlük.

Belki de, evet belki de hikaye çoğaltmaktır özgürlük. Ne koşulda ya da zamanda olursan ol, hikaye çoğaltmaktır, birilerine, hayatına dokunanlara hikaye verebilmektir. Her şeyin nerede ise pazar metasına dönüştürüldüğü bir zaman içinde tüketildikçe çoğalan bir şey, hikaye, hikayelerimiz...

Teşekkürler Pınar Selek.

Teşekkürler İdris Baluken.

Teşekkürler hayat...