Yeni bir topluma nasıl ulaşabiliriz? Mevcut toplum ile sorunu olan birey ve gruplar bu soruyu kendilerine çokça sorarlar. Cevap basit gibi görünse de zihinlerde oluşan teorilerin hayata geçirilmesi oldukça güçtür aslında. Çünkü kendi içinde, işgören yeni bir insan doğmadan yeni bir toplumun doğması imkansızdır. Yeni insanın doğması hali ise, geçmişten beri oldukça sancılı bir konudur. Zira bir insanı/toplumu yeniden yapma halinin kendisi son derece riskli bir konudur. Böylesi bir şeye soyunan iradenin nerede başlayıp nerede duracağı konusu ciddi bir otoriteyi, devamında da bir çeşit şiddeti çağırdığı için oldukça dikkatli olmak gerekmektedir. Bu nedenle bu sorunun çözümü bürokrasi ya da “uzman kesimler” e bırakılamayacak kadar önemlidir. Bireyler, bir araya gelip üzerinde çokça konuşmalı, tartışmalı, deneyim sürecini ortaklaştırmalıdır. Bu durum mümkün oldukça toplumun her kesimiyle birlikte yaşanan deneysel bir süreç olmalıdır.

Bu noktada yeni hayatlar kurmanın en önemli alanlarından biri olan eğitimin kendisi son derece toplumsal bir faaliyet iken, kafalarda okul ile eşdeğer düşünülmesinin nedenleri üzerinde de konuşmak gerekiyor. Neden eğitim okul ile neredeyse eşanlamlı olarak görülmektedir? Böylesi bir ardışık durumu yaratan sürece bakmakta fayda var. Bugün bütün insanlık için, dünyanın herhangi bir yerinde eğitim dendiğinde devamında akla okul gelir. İşte temel sıkıntı da burada başlamaktadır. Oysa doğrudan kendi hayatlarımıza baktığımızda görüyoruz ki öğrendiklerimizin çoğu yaşam tecrübelerimizdir. Okula dair oluşan klişeleri ve başka başka eğitim deneyimleri üzerinde söz üretmiş, çeşitli modeller geliştirmiş deneyimler üzerinden konuşmak bulunduğumuz noktada daha açıklayıcı olacaktır. Bu savı ve alternatif eğitim faaliyetlerini tartışmayı üç kitap üzerinden yürüteceğiz.

Bunlar, Ivan Illıch’in “Okulsuz Toplum”, Joel Spring’in “Özgür Eğitim” ve Catherine Baker’ın “Zorunlu Eğitime Hayır!” kitaplarıdır. Her üç kitabı da radikal pedagojinin birer ürünü olarak ele almak mümkündür. Üç kitap da, radikal eğitimin ve devlet okulu yaklaşımlarının birbirlerinden farklı olduğu ortaya koyulmaya çalışılmıştır. Illıch, devlet okullarının hakim toplumsal yapılar tarafından desteklenmelerinin hiç de basit bir yaklaşım olmadığını ileri sürer. Devlet okullarına bu destek karşılığında hakim toplumsal yapı kendisini yaşatacak temel insan gücüne kavuşmuş olacaktır. Zira kitlesel eğitimin temel amacı, vatandaşı ve işçiyi modern sanayi devleti için yetiştirmektir. Devlet okulu sistemi var olan toplumsal sistemin adaletsizlik ve eşitsizlikleri ile birlikte sürdürülmesine yarayan güçlü bir araçtır. Durum böyle olunca da var olan düzenlemeyi bozacak her türlü şeyin devlet okullarını denetim altında tutanlar tarafından sakıncalı görünmesi de gayet doğaldır.

Gerek Nazi Almanya’sında gerekse de Birleşik Devletler’de okul, doğası gereği açıkça politik birer denetim kurumu haline getirilmiştir. Geçmişte hükümetler geniş kitleleri bilgiye ulaşmama, “cahil” kalma üzerinde kontrol etmeye çalışırken, 19.yy’dan itibaren ise endüstriyalizmin yükselişi ile birlikte, kendilerine eğitilmiş sanayi işçilerinin gerekli olmasından kaynaklı büyük okullaşma süreçlerini başlatmışlardır. “Çocuk, devlet okuluna girdiği andan itibaren otoriteye boyun eğmek, doğal olarak başkalarının isteğini yerine getirmek yönünde eğitilir ve bunun sonucunda yetişkin yaşamında yönetici sınıfın işine yarayan düşünce alışkanlıklarına sahip olur.” (1)Elbette işçiler dakik, itaatkar, pasif ve işlerini, konumlarını kabul etmeye istekli olmalıdırlar. Noam Chomsky’ın “Rızanın İmalatı: Kitle Medyasının Ekonomi Politiği” adlı kitabında, güçlü bir şekilde irdelediği “rızanın üretilmesi” halinin kendisini bir kez daha görüyoruz.

Bir tarafta endüstriyalizmin ihtiyaç duyduğu insan kaynağı diğer yandan ulus-devletleşme süreci ile büyük iktidarların “makbul vatandaş”ı için örgütlenen milli eğitim ise tamamen şovenist vatanseverliğin üretildiği birer kurum halini almıştır. Buradaki modern devletin gücü, zihne tahakküm etmenin önemini anlamış olmasında yatıyor. Modern devlet ile birlikte yasalar bireylerde içselleştirilir. Böylelikle “özgürlük” sadece kişiye, inanması öğretilmiş olan yasalara uyma özgürlüğü anlamına gelmektedir. Modern devlet ile birlikte daha organize üretilen tahakkümün kendisi sadece bir toplumun ihtiyaçlarına doğrudan gönderme yapan bir ideolojinin içselleştirilmesi değildi. Ayni zamanda bireyin sadakatini sağlayan ideal, ahlaki buyruk anlamına da geliyordu; bireyler kiliseye gitmeye, vergi ödemeye başladılar vatanları için. “Eğitim, öğrenmeyi kolaylaştıran koşulların seçimidir. Adayın, bir mertebe elde etmek için yerine getirmek zorunda olduğu şartların müfredatını oluşturmak suretiyle roller belirlenmektedir. Okul, bu roller için gereken eğitimi sağlamaktadır, öğretimi değil. Bu ne mantıklıdır ne de öğretici.”(2)

Modern toplumun uzmanca planlanmış paketlerin tüketimine dayandığı gerçeğinden hareketle, okullarda her yönüyle çocuğun sorumluluklarını yüklenerek, bu toplum için hazırlanmaktadır. Araba kullanmayı, cinsel eğitimi, giyinmeyi, AVM’lerde alışveriş yapmayı, kişilik problemleri ile uğraşmayı öğretirken onun hayatında kendisi için oldukça büyük bir ihtiyaç aralığı oluşturur. Bütün o ihtiyaçlarının karşılaması için uzmanca bir yolun varlığının öğretildiği bu kişiler, özgürlük talep ettiklerinde ise, özgürlüğünün de sadece uzmanlar tarafından verildiğine de alıştırılırlar. Böylelikle okulların, insanları kendilerinden yabancılaştırarak nasıl birer ideolojik denetim kurumlarına dönüştüğünü, hayatın içindeki pratiklerde görmeye başlıyoruz. Devlet okulları, bir köle zihniyeti üretmek zorundadır. Çünkü ancak bir köle zihniyeti sistemin parçalanmasını engelleyebilir.

Devletler, milli savunmaya harcadıkları bütçeler kadar para ile eğitim kurumlarını kurdular. Almanya ve İtalya’da milli okul eğitiminin sonucunun faşizm olduğunu böylelikle gördük. Okullara bir şekilde hem devlet  hem de şirketler için itaatkar hizmetçiler üretme sorumluluğu yüklenmiştir. Bütün bu sürece karşı gelerek kendi çocuğunu devlet okuluna göndermeyen Catherine Baker, çocuğu 14 yaşında geldiğinde ona seslenir; “Şimdi ondört yaşındasın ve ben, seni okula göndermeme sorumluluğunu üstlendim... seni kreşe göndermek istemedim, anaokuluna da, hatta, ilkokula da. Çünkü eğitim, yasaya karşın neredeyse zorunlu tutuluyor. İşte bu da benim için yeterli bir neden.” (3)

Okullara hem devlet hem de şirketler için itaatkar hizmetçiler üretme sorumluluğunun yüklendiğini gören İspanyol anarşisti eğitimci Francisko Ferrer, 1901 tarihinde Barcelona’da Modern Okul’u kurar. Bir süre sonra bu deneyim başka ülkelerdeki otorite karşıtı birey ve gruplar tarafından da uygulamaya sokulur. Ferrer, “İktidarlarının neredeyse tamamen okula dayandığını herkesten çok daha iyi biliyorlar” dediği hükümetler bu durumdan hiç hoşnut değillerdi. New Jersey’deki Modern Okul’un yöneticilerinden bir tanesi 1920 tarihinde şöyle yazıyordu: “Çocuk, devlet okuluna girdiği andan itibaren boyun eğmek, doğal olarak başkalarının isteğini yerine getirmek yönünde eğitilir ve bunun sonucunda yetişkin yaşamında yönetici sınıfın işine yarayan bir düşünce alışkanlığına sahip olur.”

Türkiye’den doğru, eğitim/okul sistemine baktığımızda hiç de farklı şeyler görmüyoruz. Her bireyin Türk, Türk doğan her erkeğin ise asker olarak doğurtulduğu bir ülkede, tüm bu ezberi sağlamak, elbette yürütülen eğitim sistemi ile mümkün olmuştur. Okullarda tamamen birer kışla sitemi benzeri, askeri doktrinlerdeki "düşman" halklar, sınıflar, bireyler ile bilinç daha çocuk yaşta iken tamamen dumura uğratılır. Kimlerdir bu düşmanlar? Bu ülkede yaşayan sünni-hanefi mezhebi dışında kalan inançlar; en baştan alevilik, hıristiyanlık vb. Türkler dışında kalan diğer etnik unsurlar; Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Araplar diye devam eder. Yaratılmak istenen tamamen bir korku iklimidir. Diğer bütün etnik aidiyetlerden, inançlardan, cinsiyet kimliği ve yönelimlerden, kültürlerden korkma ve de onları düşman belleme… Böylelikle sığınacak tek güvenlik duvarı ordu- sivil oligarşinin kendisi olacaktır.

Okullarda sistematik olarak sürdürülen eğitim politikaları ile tamamen militarist bir toplum oluşturulduğu açıktır. Militer bir toplum ile yaratılmak istenen ise, aşikar ki bir korku rejimidir. İnsanlar arasındaki ilişkiyi dost/düşman kavramlarıyla kategorize ederek, bir grubunun başka insan topluluklarının yok edilmesini onaylamasını ve bunun sıradanlaşması amaçlanır. Hatta bu yok etmeye bizzat katılmasını, ya da seyirci olunmasını ister. Okullarda okutulan kitaplar, verilen örnekler ile her gün kendi yaşamlarımızda deneyimlediğimiz düşmanlıklar, şiddet iklimi yaratıldı.  İradesi askeri ve sivil apoletliler tarafından belirlenmiş hareket alanları, dostlar ve düşmanlar bu erk tarafından belirlenmiştir.

Peki, bütün bunlara karşı ne yapılmalıdır? Joel Spring’in de ifade ettiği gibi “sürece kendi kendine sahip olma” şeklinde yaklaşmak gerekmektedir. Özgürlük düşüncesi, yasa önündeki politik özgürlük ve eşitlik şeklindeki bildik tanımının ötesine taşınmalı, kişinin kendi inançları ve eylemleri üzerindeki denetimini vurgulayarak bu düşüncenin kapsamı genişletilmelidir. Bir bireyin eylemlerine, kaçışı olmayan, içselleştirilmiş bir otorite kılavuzluk ediyorsa, politik özgürlüğün anlamı olmayacaktır. Bu içselleşmiş otorite ancak, bir dinin, bir eğitimin, kışlanın, ya da bir çocuk yetiştirme sürecinin ahlaki dayatımının sonucu olabilir.

Yukarıda da çeşitli defalar ifade edildiği gibi birçok eğitimin amaçlarından biri, inançların içselleştirilmesi ve var olan toplumsal yapıyı sorgusuzca destekleyecek bir vicdanın geliştirilmesidir. Kendi kendine sahip olma arayışı bireyde otoriteden ve ideolojik tahakkümden kurtulmaya izin verecek bir eğitim yöntemi bulma çabasına yöneltmiştir. Bu durum otoriter olmayan eğitim modellerinin denenmesine yol açmıştır. “Özgür insanlar aralıksız olarak kendilerini özgürleştirmeye devam edecekler; ancak bunun tersine onu birisi eğitirse, ancak bunun tersine kişi bir başkasınsan eğitim alırsa, kendilerini her zaman en eğitimli ve en kibar şekilde koşullara uyduracaklar ve kölece sürünen ruhlara dönüşeceklerdir.” (4)

Kişilerin kendi kendilerine sahip olmaları için gerekli olan sadece okul mudur? Stirner, iradenin eylemleri aracılığıyla inançlar edinmeleri gerektiğine inanır. Yukarıda da ifade edildiği gibi İspanyol anarşist Ferrer, bilim ve rasyonalizm çerçevesi içinde kendi kendine sahip olma ve dogmatik denetimden özgür olma yolundaki bir eğitimi gerçekleştirmeye çalışmıştır. Rus yazar Leo Tolstoy 1860’larda, Rusya’da bir okul açar ve eğitim kavramı yerine kültür kavramını koyarak meseleyi çözmeye çalışır. Eğitimi bir insanın başka birini aynı kendi gibi yapma eğilimi olarak gören Tolstoy’a göre; “Eğitim kısıtlama altındaki kültürdür. Kültür özgürdür. O halde, öğrenme eğitim değil; bir kültür süreci olmalıydı.”

Amerikalı Paul Goodman ise 1960’larda, okul eğitiminin bireyin damgalandığı, derecelendirildiği, belgelendiği ve topluma geri gönderildiği bir süreç haline geldiğini söyleyerek özgürlükçü geleneği sürdürür. Öte yandan Paulo Freire 1970’lerde Brezilya’da yetişkinler için okuma yazma programlarını yürütürken, kendi eğitim yöntemlerini marksist bilinç kavramıyla birleştirerek bir perspektif geliştirir. Dünyanın başka başka yerlerinde çok daha farklı özgürlükçü eğitim deneyimleri de olmuştur ve uygulanan deneyimler devam etmektedir. Ancak elimizdeki kaynakların sınırlı olmasından dünyanın başka yerlerinde uygulanan pratiklere şuan için bakamıyoruz.

Türkiye’ye baktığımızda da ciddi bir uygulama ile karşılaşmamız mümkün değil. Ankara ve İstanbul’daki “Özgür Üniversite” deneyimleri incelenebilir, ancak bu iki örnek de bir model oluşturmamıştır. Gene özellikle, İstanbul’da “Mayısta Yaşam Kooperatifi” gibi sosyalist gruplara ait çeşitli kültür merkezleri bulunmaktadır. Bunlar da genel için bir model olmaktan ziyade daha çok kendi içinde ve de dar bir ideolojik perspektifin kültür okulu olma niteliğindedir.

Geniş bir içerikte, özellikle Kürdistan’dan doğru oluşturulan “Eğitim Destek Evleri”ne bakılabilir. İlki 2004 yılında Diyarbakır’da kurulan Eğitim Destek Evleri Türkiye’deki etnik, tekçi, ırkçı, militer eğitim politikaları karşısında gerek yaygınlığı ve gerekse de yükledikleri eğitim misyonu açısından, başka bir eğitim için oldukça ciddi bir katkı sunmuştur. “Eğitim Destek Evi’nde verilen hizmetlerden yararlanmak isteyenler arasında ırk, cinsiyet, dil, din, mezhep, siyasi düşünce, felsefi inanç, etnik köken yönünden hiçbir ayrım yapılamaz” yaklaşımı başka bir eğitim için oldukça güçlü veriler sunmaktadır. Ağrı, Mardin, Van, Doğubeyazıt, Diyarbakır, Şırnak ve Hakkari’de birçok Eğitim Destek Evleri’nde devletin öngördüğü politikalar dışında, özgürlükçü bir yaklaşım ile eğitim çalışmaları sürdürülmüştür. Devletin “Kürtçe eğitim dili olur mu, olamaz mı?” yaklaşımları bir yerde devam ederken, bu evlerde hâkim dil kürtçedir. Klasik anlamda kurulan öğretmen/öğrenci denklemi burada yıkılmıştı.

Onbinlerce öğrencinin eğitim aldığı bu evler rekabete dayanan egemen eğitim sistemleri yerine dayanışmayı ön plana çıkarıyordu. Hem evlerin oluşturulması hem de eğitim sisteminin kendisi, belediyelerin destekleriyle ortaklaşa bir emeğin sonucu oluşturulmuştur. Kendi eğitim politikalarının tersine bir yerde duran Eğitim Destek Evleri, devletin şiddetini kısa sürede üzerine çekti. Kaymakamlıklar teker teker "Halk eğitimi faaliyetlerinin uygulanmasına dair yönerge” ve “MEB yaygın eğitim kurumları yönetmeliği"ne uymadıkları gerekçesi ile bu evleri kapatmaya başladı. Çeşitli defalar devletin panzerler ile yaptığı saldırılar karşısında bu evlerde eğitim gören öğrenciler, bariyerler kurarak kendi eğitim evlerine sahip çıktılar. Halen kendine alan yaratmaya çalışan bu kurumlar aslında Türkiye ve Kürdistan’da, eğitimi sistemin içinden koparan, bireyleri tek tipleşmekten uzak kültürel öğrenmeyi, gelişimi temel alan eğitim sistemine karşı alternatif ilk örneklerdir. Deneyimler çoğaldıkça daha işlevsel hale gelen bu kurumlar, doğaldır ki sistemin en korkulur düşmanı haline gelmiştir.

Bitirirken, özgür bir toplumun gelişmesi için eğitimin mümkün oldukça devlet tekelinden çıkarılması gerektiğini bir kez daha vurgulamak yanlış olmayacaktır. Elbetteki bu durum, ekononinin devlet elinden çıkarılması benzeri bir özelleştirilme gibi düşünülemez. Hayatımızın her alanında, maddi olmayan ihtiyaçların meta haline dönüştürülmesiyle; sağlık, eğitim, bireysel hareket kabiliyeti vb. ortaya çıkan küresel yozlaşma hallerini yoğun bir şekilde yaşıyor ve görüyoruz. Tüm bunlardan sıyrılarak, kişisel, kolektif, yaratıcı ve özerk ilişkilere ve temelde teknokratlarca kontrol edilemeyecek olan değerlerin ortaya çıkmasına hizmet eden kurumların yaratılması, sorduğumuz soruların birçoğuna cevap olacaktır.

Çözümleri kendi içinde yaşanan deneyimler, beraberinde otoriteyi değil, aslolan insanı merkeze koyan bir sistemi de geliştirecektir. İnsan doğasını, doğa ile olan ilişkimizi, dünya görüşümüzü ve dilimizi şekillendiren modern kurumların sahip oldukları genel sorunları aşarak bunları yapabiliriz ancak. “Özgür Okul Hareketi” bu anlamıyla bütün bunlar için önemli veriler ve çalışma sahaları sunabilir. Dut Ağacı Kolektifi 2004 yılından bu yana tarih yazımı, bilimin toplumsallığı, başka bir eğitim konularında kolektif çalışmalar yapıyor. Sözlü tarih yöntemi ile de yaptığı çalışmaların iki tanesini BEN ÖLDÜM BENİ SEN ANLAT ve ÖYKÜLERLE 12 EYLÜL isimleri ile kitaplaştırdı. “Özgür Okul Hareketi” ise bütün bu çalışmaların bir sonucu olarak açığa çıkan deneyim/buluşma ve okumalara dayanıyor.  Süreç içinde daha da genişletilerek çeşitli şekillerde paylaşım alanları oluşturulacaktır.

________________

(1)          Özgür Eğitim-Ayrıntı Yayınları-1997/Joel Spring, syf:22

(2)          Okulsuz Toplum-Şule Yayınları-2005/ Ivan Illıch, syf: 25

(3)          Zorunlu Eğitime Hayır!-Ayrıntı Yayınları-2006/Catherine Baker, syf:18

(4)          Özgür Eğitim-Ayrıntı Yayınları-1997/Joel Spring, syf:32

(Bianet’te yayınlanmıştır…)