Bu ülkede onu kıskanmayan var mıdır bilmiyorum. Gülse Birsel hepimizin kahramanı. Herkesi cuma akşamları ‘Yalan Dünya’ ile televizyonun karşısına kilitledi. O kadar ki, bu konudaki yeteneğini kabul ettik. Katılana kadar güldük, esprilerini, yarattığı tipleri birbirimize anlattık, hayatımıza geçirdik. Tek bir diziyle 10’a yakın karakter yarattı, hepsi kendi çapında fenomen oldu.


Gülse’yi dizi devam ederken yakalayamadım, kısmet bugüneymiş. Onun meşhur ettiği Bodrum Bitez Dondurmacısı’nın önünde buluştuk…

 

Müthiş bir iş yapıyorsun! Bu kadar sıkıntılı bir dönemde bu ülkeyi güldürüyorsun. Üstelik, mizah erkektir anlayışına da meydan okuyorsun. Bu durumun sana yüklediği sorumluluğun farkında mısın?
- Değilim galiba! Çok sorumlu hissedersem, kendimi kadın hareketi veya bir sanat akımının temsilcisi gibi görürsem, ağırlaşıp komedi yazamayabilirim. Bence sen de uyandırma beni!

 

Alçakgönüllülük bir tarafa, Türkiye’yi güldüren kadınsın. Mizahçı erkekler seni kıskanmıyor mu?
- Yok canım, çoğu arkadaşım zaten. Mizahçılar arasında, belki de az sayıda olduğumuz için, ‘biz bir takımız’ anlayışı hakim. Bir avuç insanız, bizi koruma altına almalılar! Bu yüzden aramızda sempati var. Gizli gizli haset edip, evde küçük Gülse bebeklerine iğneler batıran varsa onu bilemem!

 

Kulağına gelen dedikodular, çamur atmalar yok mu peki?
- “Tek başına yazmıyormuş, 20 kişilik gizli ekibi varmış!” gibi şeyler... Ya da “Bu hikâye, falan hikâyeye benziyor, orada da adamın genç sevgilisi vardı. Kesin oradan apartmış” diyenler oluyor. Geçen gün sanatsal hırsızlık iddialarıyla dalga geçen bir haberde, “Yalan Dünya’ çok güzel ama senaryosu ‘Avrupa Yakası’ zamanında gelmiş Gülse’ye. O da oradan alıp yazmış diye iddia ediliyor!” şeklinde bir cümle okudum! Nereden gelmiş, kim yazmış, kim göndermiş belli değil. Allah’tan yazdığım senaryoları notere tasdik ettiriyorum.

 

Komikmiş...
- Daha komiği de var: Bir-iki sene önce İzmir’den bir adam çıktı, avukatlar tutmuş, Sütçüoğlu Apartmanı, onların apartmanıymış. O apartmanda yaşayanlar, ‘Avrupa Yakası’ karakterleriymiş, Burhan da komşusuymuş, onlara telif ödemem için bana dava açacakmış! Bu kadar delinin arasında, hangi dedikoduyu, çamur atmayı ciddiye alayım ki?

 

YALAN DÜNYA’DA HERKES BAŞROL

Star yaratmak çok zor bir olay. Sen var olan starlara taze kan verdiğin gibi, fazla bilinmeyen insanları da starlaştırıyorsun. Bir formülün var mı?
- Formülü: İyi oyuncuya, doğru rol. Allah’a şükür Türkiye’de iyi oyuncu sıkıntısı yok. Çünkü okulları var, devletin, belediyenin tiyatroları var. En azından şimdilik! İleride o da olmazsa, bittik zaten! Yıllarca iyi-kötü oyunlar oynanmış, oyuncular yetişmiş, hocalar yetişmiş, taşraya tiyatro gitmiş. Onları seyreden meraklı çocuklar oyuncu olmaya karar verip konservatuvarlara girmiş. Bizimki gibi bir ülkede Diyarbakır’da, Erzurum’da, Malatya’da tiyatro olup oralı bir gencin 3-5 liraya tiyatro seyredebilmesi, bu memleketin vatandaşına yaptığı gelmiş geçmiş en olağanüstü hizmetlerden biri. Şimdi vergisini verdiğimiz o hizmet, bizden geri alınmak üzere, kimse farkında değil. Sanıyorlar ki mesele, 100-150 oyuncunun maaşı. Halbuki o insanların çoğu zaten başka alanlarda devletin verdiği maaşın 10 katını kazanıyor, niye illa devlete, belediyeye tiyatro yapmak istesinler; deli mi bunlar? Yazdığım dizilerde oynayan, o star komedyenlerin çoğu devlet veya şehir tiyatrolarında çalışıyor, maaşları aylık 1200 lira! Yol parası da verilmiyor ayrıca. Ayda 15-20 oyun oynasa, gidiş geliş zaten 700-800 lira taksiye veriyor. Kendileri için değil, seyirci için bağırıyor bu insanlar. Neyse, bir anda çok yükseldim! Şunu diyordum: Şu an için Türkiye’de, yetişmiş oyuncu sıkıntısı yok. Ben de hem bir role oyuncu seçerken, hem devamında onlara yazarken, en parlak yönlerini, en güçlü yanlarını ortaya çıkartmaya çalışıyorum. Oyunculuk yapıyor olmam da bir avantaj. Nerede zorlanılır, nerede hangi oyuncu çok güzel coşar hissedebiliyorum.

 

Yazdıklarının sonuçlarını önceden görebiliyor musun?
- İyi bir hikâye olacağını, sevilen, gülünen bir karakter olacağını hissedemezsem yazamam ki. O kadar gelişigüzel bir iş değil. Ama tamamen hesaplı da değil. Yani, “Ev kadınları şunu sever. Gençler buna güler. Herkes bu espriyi beğenir” gibi bir hesap yok. Elimdeki imkanlar dahilinde, kendi beğendiğimi yazıyorum. Az bir yanılma payıyla insanlar da beğeniyor!

 

‘Yalan Dünya’da sıkı bir denge var. Bütün oyuncular ön plana çıkabiliyor. Herkes, elindeki senaryoyu parlatmaya çalışırken kendi de parlıyor. Kadın olduğun için mi böyle adaletli bir rol dağılımı yapabiliyorsun?
- Kadın olmakla alakalı mı bilmem ama takım oyununu seviyorum. Herkese alan verilmeli. Çünkü komedide, seyircinin karşısında sizi ötekilerden üstün hale getirecek tek şey, daha ünlü, daha yaşlı, daha güzel, daha fit olmanız değil, performansınız. Oyuncuları titizlikle seçince de, herkese hikâye yükleyebiliyorum. Canımın istediği karaktere, istediğim kadar yazıyorum. Herkes döktürüyor çünkü. ‘Yalan Dünya’da hepimiz başrolüz!

 

‘Yalan Dünya’da her sahneyi, bir satranç hamlesi inceliğinde mi düşünüyorsun?
- Yok yahu! Her yazar ne yapıyorsa benim yaptığım da o.

 

Rahatlıkla tiyatro da yazabilirsin, uzun metraj film de...

- Yaptım aslında. İki tane film yazdım, beğenmedim, çöpe attım. Sinemada yapılanlar gibi bir komedi istemiyorum ben. Yoksa çöpe attığım iki senaryonun da yapımcısı, sponsoru filan hazırdı. Onlar “Şahane, hemen çekelim!” diyorlardı. Bir şey içime sinerse ortaya çıkartırım. Sinene kadar da daha 10 senaryoyu çöpe atabilirim. Tiyatro oyunu ve roman da öyle. Hayat uzun. Daha 40 yıl yazarım gibi geliyor...

 

Bu yeteneğin seni de şaşırtmıyor mu?

- İnanamıyorum kendime! “Allah’ım beni nasıl yarattın!” diyorum. Yok ya dalga geçiyorum, beyin ameliyatı yapmıyoruz ki!

 

İyi de nasıl bu kadar gözlemci olabiliyorsun? Not mu alıyorsun, n’apıyorsun?
- Ne notu! Mesleki anlamda o kadar deforme olmadım daha!

 

Bu yeni jargonları nereden öğreniyorsun peki? Sürekli çalışıyorsun sen...
- Hepimiz çalışıyoruz ama bir yandan da yaşıyoruz. Sokağa çıkıyoruz, markete gidiyoruz, “Kapıcıya sular niye kesik?” diye soruyoruz, arkadaşlarımız, akrabalarımız var, misafirlik diye bir şey var. İstiklal’de dolaşıyoruz, vize kuyruğuna giriyoruz, konsere gidiyoruz, kebapçıya gidiyoruz, organik pazarda takılıyoruz, para bozduruyoruz, komşun tabakla sarma gönderiyor, biz de tatlı yapıp tabağa koyup geri yolluyoruz, gazete okuyoruz, internete bakıyoruz, notere gidiyoruz, apartman toplantısına giriyoruz, normal hayat işte! Televizyon öncesiyle sonrası arasında hayatımda bir şey değişmedi benim. Birileriyle resim çektirmek ve imza vermek eklendi, o kadar.

 

Hadi ilk dizide olağanüstü bir başarı elde ettin. Ama ikinci dizi, daha da iyi geldi...
- Bence de bu ikincisi daha iyi. ‘Yalan Dünya’, ‘Avrupa Yakası’na göre genele daha az hitap eden bir hikâye. Herkesin bağlantı kurabileceği sıcak, klasik bir çekirdek aile yok. İlişkilerin çok mükemmel olmadığı, birbirine çok yalan söyleyen, entrikalar dönen, daha çıkarcı, problemli bir büyük aile ve yan tarafta bir grup genç bekâr oyuncu var. Daha riskli, daha cesur bir proje.

 

ARTIK KEMERLİ BİR BURNUM YOK BURUN KEMERİME DOLGU ENJEKTE ETTİRDİM

Yüzünde bir farklılık var, daha bir güzelleşmişsin... Ne iş?
- Birkaç hafta önce, hani dudaklara iğneyle dolgu yapıyorlar ya, o sıvı dolgudan burnumun kemerinin üstüne ve altıma minicik enjekte ettiler, çıkık kemik daha az belirgin oldu. Meğer yıllardır herkes yaptırırmış, yine en son ben öğrendim. Böylece benimi aldırdıktan sonra, ikinci minik bir estetik müdahale yaptırdım denebilir!

 

SAĞLIĞIMI MASAYA KOYUYORUM

90 dakika boyunca, yüksek tempoyla devam eden bir şeyden söz ediyoruz. İlgiyi hep yukarıda tutmayı nasıl başarıyorsun?
- Çırpınarak! Sağlığımı masaya koyarak. En lüzumsuz zorluk da süresi. Niye 90 dakika? 40 yapalım, her sahne, her hikâye, daha kompakt, daha tempolu ve daha komik olsun. Her bölüme altı hikâye koyuyorum, yazık değil mi? Üstelik komedi, drama gibi değil. Müzik eşliğinde, beş dakika Selahattin’le bakışılsa, Gülistan deniz kenarında duygulu duygulu yürüse, kim seyreder? ‘Avrupa Yakası’ 45 dakika olarak başladı, o zaman diziler öyleydi. Sekiz yıl içinde niye 130 dakikalara geldik? Sadece parasal değil, reytingle ilgili açgözlülükten! Bir program ne kadar uzarsa, reytingi o kadar yükseliyor. Biz şu anda 85 dakika civarı yapıyoruz, kısa bir diziyiz yani! Karşımızdaki diziler, 120-140 dakika civarı. Biz bittikten sonra 40 dakika daha devam ediyorlar. Seyirciler de alıştı, şikayet ediyorlar “Hop diye başlayıp bitiyor ‘Yalan Dünya’, niye öyle” diyorlar!

 

Kime okutuyorsun yazarken?
- Okuttuğum kimse yok. Yazıp bitirip direkt yapım ekibine, rejiye, oyunculara yolluyorum. Ama bittiği andan itibaren o beş-altı saat önemli. Yönetmenimiz Jale’den hep gerçekçi yorumlar gelir mesela. O özellikle arayıp “Çok güldüm” diyorsa tamamdır.

 

Oyuncular ne kadar ekliyor, ne kadarı doğaçlama?
- Neredeyse, sıfır doğaçlama! Oyuncunun katkısının başımın üzerinde yeri var. Ama sit-com’da anlık doğaçlama, tempoyu bozabilir. Birinin doğaçlaması neşelidir, bırakırsın, bu sefer öteki der ki, “Benim de kafamda harika esprilerim var, onu da kullanın!” Ama belki harika değildir! Sonu yok bunun. İyisiyle, kötüsüyle bir kişinin kalem sorumluluğunu alması gerekiyor.

 

BOŞ VAKİTSİZ BİR HAYATIM VAR

Nasıl bir hayatın var? Günlük tempon nasıl? Bir günde neler yapıyorsun?
- Boş vakitsiz bir hayatım var. Kışın öncelik hep iş. Yazın bir iki ay tatilde hikâye yedeklemeler, plan yapmalar var ama genel anlamda ağustos böceğiyim!

 

Oyuncu Gülse’nin, senarist Gülse’yi kıskandığı oluyor mu?
- Oyuncu Gülse’nin senarist Gülse’yi öldürmek istediği günler oluyor! Hep yazıyorsun, provaya vakit yok. Uykusuzsun, iyi görünmek zorlaşıyor. Düşün, bütün sahnelerimin çekimi bir buçuk güne sıkıştırılıyor. Tadını çıkararak oynamak her zaman mümkün olmuyor.

 

Sence daha iyi yazar mısın, daha iyi oyuncu musun?
- Daha ‘Oyunculuğa Giriş-1’ dersini yeni bitiren bir oyuncu adayıyım. Yazarlıktaysa artık kalfalığa geçtim diye düşünüyorum. Şu 10 bin saat kuralına gönülden inanıyorum. Bir konuda 10 bin saat çalıştıysan artık o alanda bir değer sayılabilirsin.

 

Aynı anda iyi kalplisin. Gönül Ülkü olağanüstü bir oyuncu ama onun bu dizide yer alması, Gazanfer Özcan’a ödediğin bir gönül borcu mu?
- Hayır, asla! Gönül Hanım hepimizden daha tecrübeli bir komedyen. Türk Tiyatro Tarihi kitaplarında ismi olan bir aktris. Biz doğmamıştık Gönül Hanım sahnede fars oynuyordu. Ve o tuhaf, kendine özgü anneanneyi Gönül Hanım’dan daha iyi kimse oynayamaz. Diziye takılmış bir madalya, iliştirilmiş bir mücevher gibi. Gazanfer Bey de öyleydi. Bizim için büyük prestij.

 

SORUMSUZLUĞA PARA HARCIYORUM

Kazandığın paraları ne yapıyorsun?
- Sorumsuzluğa para harcıyorum. Otomobilimi kendim kullanmıyorum, ev işi yapmıyorum, otel sisteminden yanayım. Güzel tatillere çıkıyorum. Tekne, otomobil, mücevher, zart zurt ilgi alanlarım değil.

 

NİŞANTAŞI’NDA VE CİHANGİR’DE BİR DAİREM VAR O KADAR

Yatırım yapıyor musun peki? Nişantaşı’nda bir sürü bina almışsın, doğru mu?
- Daha neler! Nişantaşı’nda oturduğum bir apartman dairesi var, Cihangir’de de 50 metrekare bir ofisim. Ama gelenler, “Bütün bina senin mi?” diyor. Adım çıkmış dokuza, inmez sekize! Ne yapacağım ki bütün binayı, merdivenleri mi inip çıkacağım? O 50 metrekarede toplantı da yapıyoruz, oyuncu seçmesi de, prova da, parti de...

 

TİCARİ ZEKAMIN FARKINDA DEĞİLİM

Bazı insanlar yaratıcıdır ama ticari zekâları yoktur. Sende o da var. Bu nasıl oluyor?
- Ticari zekâmın farkında değilim. Canımın istediğini yapıyorum, ticari olarak da değerli bir şey haline geliyor.

 

Kimlerle arkadaşlık ediyorsun? Bir kafede kızlarla oturup lak lak etmeye vaktin var mı?
- O kadarına vaktim olmazsa ona hayat denmez.

 

Yaptığın iş, ‘yalnız geceler’ mi demek? Geceleri mi daha çok üretiyorsun?
- Gündüz yazamıyorum pek. Konsantrasyon gece yükseliyor.

 

Peki geçen senelerde, tahammül edilmez yanların gelişti mi? Sana star muamelesi yapılsın istiyor musun? Mesela ne tür kaprislerin var?
- Set şartları iyi olsun, soğuk olmasın, yemekler lezzetli olsun, tuvaletler temiz olsun, herkes belli bir konforda çalışsın isterim. Sözleşmeye bile koydurttum. Ama mesela, sette odam bile yoktur. Bir de kimse ama kimse senaryoma karışmasın, tam bağımsızlık olsun. Kaprislerim böyle.

 

Çalışırken neye ihtiyaç duyuyorsun?
- Yazarken, sessizliğe ve yalnız bırakılmaya. Oynarken de iyi uyumuş olmaya ve ekibin neşesine.

 

En çok hangi yabancı diziyi seyrediyorsun?
- Pek dizi seyredemiyorum. Eskiden ‘Sopranos’u, ‘Seinfeld’i severdim.

 

Hangi dizi, “Ulan ben de şöyle bir şey yapmalıyım” dedirtiyor sana...
- Uzun yıllardır çok etkilendiğim bir komedi seyretmedim doğrusu.

 

Şimdi dizi bitti, yaz nasıl geçiyor?
- Harika! Plaj, arkadaşlar, müzik, yemek, arada yazı yazma. Kafa sakinliği, beyin hücrelerinin yoğun tempo fluluğundan çıkıp gittikçe netleşmesi, bir sürü fikir.

 

DİZİDEKİ YÖNETMEN SİNAN ÇETİN DEĞİL

Peki işin ticari kısmında hiç kazıklanmadın mı? O işleri nasıl öğrendin, yönettin? Sinan Çetin hikâyelerinin aslı ne?
- Kazıklanmışımdır belki. Ama birinci önceliğim, para kazanmak olmadı hiç. İşin iyi olması daha önemli. Bana daha az para versinler ama iyi kadro kurulsun, iyi dekor yapılsın, plato birinci sınıf olsun, üşümeden, terlemeden insani şartlarda çalışalım. Sinan Çetin’le kavga dövüş, ‘dizideki yönetmen karakteri o muymuş’ vesaire hikâyeleri külliyen palavra. Bizim dizi hakkında uydurulan palavra bol zaten. Herkes bir şeyler yazıp çiziyor. Biz de tüm zamanların en sorunsuz setinde oturup “Vay be” diye merakla okuyoruz! (Hürriyet)