Ulus-devlet projesini gerçekleştirmeye çalışan muktedirler, ideologlar ve diğer toplum mühendisleri; dil, din, ırk yönünden ortak olmayan halkları, sınırları belirlenmiş topraklar üzerinde ve ortak bir ülküyle birleştirmek için, yeni bir tarih, dil, kültür vs. oluşturmaya çalıştılar.

Geçmişin inşası sürecinde, siyasal iktidarların “koltuk değnekçiliğine” soyunan tarihçiler, kurguladıkları tekçi ve milliyetçi tarih anlayışını, ulus-devlet ülküsüne göre yeniden dizayn edip, tek tipleştirici ideolojiye uygun şekilde yaratılan coğrafi mekâna, yeni bir kimlik kazandırmak için bolca hayal gücü ve çarpıtma refleksini devreye soktular.

Geçmişi meşrulaştırmak için çabalayan öncü kadrolar, “ulusu yaratmak için tarihi çarpıtırken,” muktedirler de boş durmayıp, ulus-devleti ötekilerden arındırmak için ötekini, inkâr etmeye başladılar.

İnkâr, yeni acılara ve yeni katliamlara yol açtı. Gulag, Auschwitz, Kamboçya, Sabra ve Şatila, Enfal, Srebrenitsa, Darfur, Şengal katliamı gibi... “Öteki, canı çıkarılmak, nefret edilmek, dışlanmak, baştan çıkarılmak içindir artık.”

Bir öteki sorunu olarak, Türkiye ve Ermenistan arasında süren 1915’teki Ermeni olayları hakkındaki tartışmaları incelerken, devletin ideolojik aygıtları aracılığıyla halkın zihnine dayatılan nefret söyleminin var olan acıları artırdığını ve bu acıların, ulusları birbirinden uzaklaştırmaktan başka hiçbir bir işe yaramadığını gördük.

1915’te yaşanan olaylar nedeniyle, sürekli pişirilip önümüze getirilen ötekini şeytanlaştırma probleminde, kim, kime üstünlük kurmaya çalışıyor?

Kimin hakikati doğrudur? Hakikatler kimin umurunda? Haklı olma sorunsalı, kime ne kazandıracak?

Kurbanlar adına, kim, hangi hakla konuşuyor? Kurbanlar adına kim, hangi sıfatla tanıklık edebiliyor? Temel sorunumuz, af dile(t)mek midir?

Marc Nichanian, Edebiyat ve Felaket adlı eserinde, “Kendi suçlarımız ve babalarımızın suçları için günah çıkarıyoruz. Evet, suçluyuz, af diliyoruz. Ya da başka bir haliyle: Her ne kadar kişisel olarak suçlu olmasak da af diliyoruz. Kim ve ne adına? Devlet adına mı? Sivil toplum adına mı? Babalarımız adına mı? Babalarımız adına konuşma hakkımız var mı?” der.

Sahiden, ‘af edin’ veya "özür diliyoruz cümlesi tam olarak kimi muhatap alıyor? Ulusu mu? Sıradan bireyleri mi? Bu bireylerin temsil ettiği ya da bu ulusu somutlaştırdığı kabul edilen devleti mi? Dünya çapında bir mahkemeyi mi?”

On binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan 1915 olaylarından sonra özür dilemenin, tazminat almanın, herkesi kurbanlık koyun olarak görüp daha çok ölüm isteyen ve bundan nemalanıp ben devletim diyen iktidar sarhoşu muktedirlerin dışında, kime bir faydası dokundu ki?

İnsanları birer seri katile dönüştüren ve ulus-devlet için ötekini yok sayan muktedirlerin yarattığı kırım ve tek tipleştirici yaklaşımlar sonucunda, şanzımanı dağılan “öteki” sorununun acısı, tarih boyunca hepimize yeterince ödetilmedi mi?

Ahmed Arif’in “Yangınlar, kahpe fakları, korku çığları ve irin selleri, aç yırtıcılar, suyu zehir bıçaklar ortasındasın. Bir cana, bir başa kalmışsın vay vay!   Pusatsız, duldasız, üryan…” mısralarında ifade ettiği gibi, 1915’te öldürülen insanların çığlıklarını, gözyaşlarını ve ağıtlarını kaç kişi dinledi?

O gün, bütün insanlığa kurban olarak sunulan kurbanlar, kurbanlık koyun gibi atıldılar kurtların önüne ve cellâtlar, yangından mal kaçıran kasaplar gibi üşüştüler kurbanların üstüne...

Lafı hiç dolandırmadan, etimizden bir parça kopartıp beynimizi patlatan şu soruyu sormaya cüret etsek; kurbanlar kimin umurunda? Devletin mi, muktedirlerin mi, halkın mı?

Kurbanı bol olan yeryüzünde, muktedirlerin öfkeli mirası, insanları çığırından çıkaran saplantılı ideolojiler, iktidarın aldırmaz kibri ve bilinçaltımızda biriken kirli çamaşırlar yüzünden, ölülerin çığlıkları bir felaket olarak yankılanırken, bir seyirci veya bir katil olarak her tarafımıza masumların kanını bulaştırdık. Bu sayede, kurbanlara ödetilen bedel yüzünden, omzumuzdaki vebal artıyor.

Herkesin kendi ulusunu haklı çıkarma girişimi, yeni kurbanlar yaratıp, yeni acılar doğuruyor. Birbirimize olan öfkemiz artıyor. Bilincimiz yaralanıyor. Diş biliyor ve toplumları birbirlerine düşüren siyasetin deli gömleğini giymek için yırtınıp duruyoruz.

Zihin haritamızda biriken sonsuz öfke nöbetleri, ötekini katletmeyi ve ölü çocukları biriktirmeye devam ederken, bu öfke, hem kurbanların mabedini kirletiyor, hem de vicdanımızda derin çatlaklar oluşturup bizleri zehirliyor.

Katliam, sürgün, işkence gibi olayların sürekli yaşandığı “Aşırılıklar Çağında” hamaset edebiyatı ve ötekinden nefret etme söylemi dışında, yeni acıların bir daha asla yaşanmaması için teori ve pratikte ne yapıyoruz? Maalesef, HİÇ! İktidar hırsı ve çıkarlar yüzünden dönüp dolaşıp tekrar katliam yapıyoruz.