Türkiye’de yargı hiçbir dönem bağımsız değildi. Ama bu denli bağımlı olduğu bir dönem de açıkçası görülmedi.

Selahattin Demirtaş’ın tutuklu olduğu iki davadan tahliye edilmesinin ardından yargılandığı dosya ile aynı konuda ama dahil olmadığı bir soruşturmaya eklenerek yeniden tutuklanması, Erdoğan’ın “Onu bırakamayız” demesi,

Ahmet Altan’ın her tahliyesi sonrasında kendini sansürlemeyip konuşmasının ardından itirazla yeniden tutuklanması,

Mehmet Altan’ın Anayasa Mahkemesi kararına rağmen tutukluluğunun uzun süre devam ettirilmesi,

Atilla Taş ve Murat Aksoy’un da içinde yer aldığı gazeteciler davasında tahliye kararının ardından serbest bırakılması gereken sanıkların yeni soruşturma icat edilerek tekrar tutuklanmaları,

ÇHD’li avukatların tahliye kararının ardından aynı heyetin bir gün sonra yeniden tutuklamaya hükmetmesi, buna rağmen dağıtılmaktan kurtulamaması,

General Metin İyidil’in istinaf mahkemesinde beraat etmesine rağmen yasada olmayan bir yöntemle ile üst mahkeme tarafından tutuklanması, beraat kararı veren mahkeme heyetinin değiştirilmesi bir çırpıda akla gelenler.

Bu yargı skandalları arasında Osman Kavala ve Gezi davası yeni boyutlar kazanarak öne çıkıyor.

Somut hiçbir delil olmaksızın Osman Kavala’nın 28 ay, Yiğit Aksakoğlu’nun 221 günü tutuklu olarak yargılanması, gezi eylemlerinde Ali İsmail Korkmaz’ın hayatını kaybetmesine neden olanlardan biri olan polisin davaya müdahil olarak kabul edilmesi, AİHM’in tahliye yönündeki kararının uygulanmaması gibi açık hukuksuzluk, baskı, yönlendirme izleri barındıran; hukukçu kimliği ile ilgisi olmayan hakimlik pratiklerinin sergilendiği davada sanıklar beklenmedik bir şekilde beraat ettirilip, Osman Kavala hakkında tahliye kararı verilmesi hepimizi şaşırttı.

Ne oluyor sorusuna doğru dürüst bir yanıt veremeden Kavala’nın, daha önce hakkında tahliye kararı verilen soruşturma dosyası devreye sokularak ve üstelik soruşturma safhasında 2 yıldan fazla tutukluluk halini mümkün kılmayan CMK 102/4. maddesine aykırı olarak yeniden tutuklanması kimilerimizi şaşırtmasa da hepimizin üzerine büyük bir ağırlık çökmesine neden oldu.

Beraat kararı veren İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi üyeleri hakkında da soruşturma açıldı.

Yeniden tutuklama ve soruşturma kararları yargıyı yönlendirenlerin beraat kararını son perde olarak görmediklerini, Osman Kavala’nın serbest kalmasının kendileri için kabul edilemez olduğunu gösteriyor.

Bu arada söylemek gerekir ki, hukuka bu denli aykırı bir yargılama yürüten, ağır açık ve örtülü baskılar altında bulunan mahkeme heyetinin kendi inisiyatifi ile böylesi bir karar verdiğini, vicdanlarının sesini dinlediğini düşünmek saflık. Ülkenin böylesi vicdanlardan elde edeceği bir kazanım yok.

Saray dışında mahkeme üyelerini etkileyecek bir başka güç ise ülkede mevcut değil. Tek adam rejimi tartışmasız bir şekilde ülkeye egemen.

Bu durumda heyet ya, kendilerine Bilal’e anlatır gibi anlatılmadığı için mesajları yanlış anladı ya da Gezi davası saçmalığına biraz ara verelim, yeni saçmalıklar bulalım, AİHM baskısını da boşa çıkaralım ama Kavala’yı biraz daha içeride tutalım denilerek böylesi bir oyun oynandı.

Libya, daha çok da İdlib batağına girmiş, Fetö’nün siyasi ayağı tartışmalarında canı sıkkın, batıya biraz göz kırpalım ama sopayı da elden bırakmayalım, o da olsun bu da diyen Sarayın cambaz misali on ipte oynarken iyice dengesini kaybetmiş ve saçmalıyor olması da pek ala mümkün.

Ancak her ihtimal bizi hep yargının doğrudan yürütmeye, Saraya bağlı olduğu; Deniz Yücel, Rahip Brunson, Mehmet Altan, Şahin Alpay gibi sanıkların yer aldığı siyasi davalarda en nihayet verilen ve kayıp eşeğin bulunmasını hatırlatan kararların da baskı ve zulmün dozunun ayarlanmasından başka bir şey olmadığı gerçeğine götürüyor.

İktidar sarsılıyor. Bir savaş, daha da yoğunlaşan devlet terörü, iyice boyutlanan hukuksuzluklar, yok artık dedirten yalanlar, iki yüzlülükler olmadan ömrünü uzatması çok mümkün değil. Ama görünen bir parça daha yaşayacağı, bizlere oldukça fazla zararlar vereceği ve hala, artık ağrımaya başlasa da, dişini istediği yerlere geçirebildiği. Bu ortamda baskının odağındaki, tamamen memurlaşmış, ruhlarını teslim etmiş yargı birimlerinden adil, hukuka uygun kararlar beklemek, adalet adına umutlanmak mümkün değil.

Yargının idari, mali, üyelerinin özlük hakları açısından bağımsızlaşması, güçlenmesi sağlanmadan, halkın gücünü arkasına alıp yürütmenin denetiminden kurtulmadan ve bunların siyasal, anayasal garantileri sağlanmadan adil kararlar vermesi mümkün olamaz.

Bir diktatörlük halini almış olan rejimi eleştiren muhalefetin iktidara geldiğinde, yaşanan hukuksuzların tekrarlanmasını engelleyecek nasıl bir yargı mekanizması oluşturacağını açıklaması kendilerinin en büyük samimiyet göstergelerinden biri olacağı gibi onu daha fazla çekim merkezi haline getirecektir.