Nobel edebiyat ödüllü yazar Orhan Pamuk, organize suç örgütü lideri Sedat Peker'in çektiği videolar ve sosyal medya paylaşımlarına ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

Peker’in açıklamalarının yazarı kışkırttığını ifade eden Pamuk,"Herkes gibi ben de Sedat Peker videolarını, tweet’lerini takip ettim ve bu tweetlerin, videoların yaşadığı dünyayı hayal ettim. Sedat Peker’in dile getirdiği rezaletleri bir ailenin içine koyarsam işte buradan bir roman çıkabilir." dedi.

Edebiyatçı ile tarihçinin farklı olduğuna dikkat çeken Pamuk, "Romancı sonuna kadar özgürdür, tarihçi sonuna kadar gerçeklerin esiridir" ifadelerini kullandı.

Resmi tarihin tartışmalı olduğunu kaydeden Pamuk, "Tabii ki herkesin uğraştığı ve karşı çıkmak istediği, savaştığı resmi tarih var. Bir ülkede özellikle modern, milli burjuva devletlerde resmi tarih herkesin kafasına şırınga edilir. Her ülkenin de milli eğitimi vardır. Resmi tarih, resmi ideolojiyi kafanızın içine bir görüş olarak değil, tek görüş olarak koyma çabasıdır. Evet, milli devletlerin çoğu da bunda başarılı olurlar. Bu resmi tarihe ya da resmi görüşe karşı yazan romancı akıntıya karşı kahramanca kürek çekiyordur" diye konuştu.

Nobel Edebiyat Ödülü sahibi yazar Orhan Pamuk, bianet'ten Nadire Mater'in sorularını yanıtladı.

Yazarı neler kışkırtıyor?

Her şey yazarı kışkırtır. Ben kışkırtma yerine ilham derdim. Kışkırtma deyince hemen siyasi bir şey anlaşılıyor, şart değil tabii. Tabii ki siyasal şeylere de yetişmek isterim. Ya da mesela bir yerde yangın haberi okurum, eski Osmanlı döneminde yangında geçmiş bir roman düşünmeye başlarım ya da geçenlerde herkes gibi ben de Sedat Peker videolarını, tweet’lerini takip ettim ve bu tweetlerin, videoların yaşadığı dünyayı hayal ettim.

Bu korkunç olayları olağan kabul eden aileleri, insanları ya da sabah kalkıp bütün aile bunu izleyen insanları... Kötü insanlar değil, sizin bizim gibi normal insanlar hayal ettim. İşte bir roman düşünmeye başlıyoruz. Bütün aile bir sabah kalkıp video izleyecek. Böyle şeyler kışkırtır insanı ama sonra biraz düşünürseniz, yok bunlarla ilgili hemen bir roman yazmak istemem, çünkü güncel olur, o güncellikte geçip gider üç gün sonra, bu sefer sizin romanınız havada kalır. Güncel şeyi fazla kovalamam. Her şey kışkırtır beni.

Nasıl yazıldı bunca kitap, nasıl seçildi bunca konu? Türkiye günceliyle Türkiye--Osmanlı tarihi ne kadar kışkırtıcı?  

Hiçbir şey bir gecede olmadı. 48 yıldır konu seçiyorum. Bir konuyu seçiyorsunuz, yıllarca inceltiyorsunuz. İlk başlarda kışkırtma kelimesine gençliğimde daha yakındım. Çünkü yıllar önce seçtiğim, damıttığım, ayrıntı topladığım konular yoktu henüz. Bir şey beni kışkırtınca hemen o konuyu yazabilirdim.

Şimdi ise her şey yıllarca dinleniyor. Sırada yazmak istediğim pek çok roman var. Mesela bir roman düşünüyorum şimdi, adı Kâğıt Oynayanlar...  Dört kişi kâğıt oyunu oynuyorlar, onların aralarındaki ilişki. Paradokslar, çelişkiler, samimiyetsizlikler ve kimsenin fark etmediği şeyler ilgilendirir beni.

Mesela Benim Adım Kırmızı’ya bakalım. İslam’da resim yapma yasağı vardır, özellikle Sünni İslam’da çok uygulanmıştır. Öte yandan da bütün 16. ve 17. yüzyıl İran resminde çok tekrarlanan temalardan biri, bir resme bakarak bir insanın suratına âşık olmak, sonra hayatta da onu görmektir. Oysa o zamanlar Müslümanlar bir insanın suratını kimlik gibi tanıtabileceği kadar iyi yapamıyorlardı. Ama bunu yapamamalarına rağmen bu hikâyeyi çok kullanıyorlardı. Bu mesela ilginç bir paradokstu.

Bu tür paradokslara sinirlendiğim için bu konuda roman yazmak istiyorum. Bu tür temalara gelince hep hepimizin tanıdığı bir aileyi düşünürüm. Bunları birleştirmek isterim. Aileler sanki normallik, olağanlık, olağan kabul etme kaynağıdır benim için. Sedat Peker’in dile getirdiği rezaletleri bir ailenin içine koyarsam işte buradan bir roman çıkabilir. Bu nasıl mümkün oluyor? Böyle birbiriyle çelişkili şeyleri bazen bir gazetede, bazen birinin anlattığı hikâyede bir paradoksu keşfederim.

Tarih ve edebiyat ilişkisine farklı bakışlar var; “gerçeği” eğip bükmekte romancı ne kadar kuşatılıyor, ne kadar özgür?

Edebiyatçının sınırsız özgürlüğü vardır. Edebiyatçı bütün hayatını, bildiği her şeyi, tarihi olayları anlatsa bile bunun üstüne roman yazdığı için onun oturduğu meşruiyet zemini başkadır ve okur belki de gerçek olayları yazarın uydurması sanabilir, ya da yazarın uydurduklarını gerçek sanabilir. Ama bir tarih kitabında her şey gerçekliğe tekabül etmelidir.

Kemal Tahir’i dil olarak, hikâyeci olarak severim ama tarihi olayların gerçeğini ortaya çıkarma çabasını roman sanatına yakıştırmam. Ben belki bu romanda Kemal Tahir gibi bir romancılık da yapıyorum. Tarihin sırlarını veriyorum diyorum ama hayali bir Ada’yı icat ediyorum. Osmanlı ya da Türkiye tarihinin gerçeklerini romanımda anlatıyorum demiyorum, anlatmıyorum da. En sonunda Mina Mingerli gerçek bir kişilik değil, kurgusal bir kişiliktir.

Kurgusal bir kişilik ‘ben gerçek bir tarih anlatacağım size’ diyor ve hayali bir Ada anlatılıyor. Romanın ayrıntılarının etkileyici olması insanda bir gerçeklik duygusu yaratıyor ve tıpkı Masumiyet Müzesi’ne gittiğimizde kurgusal bir hikâyenin eşyalarını karşımızda görünce bir kafamız karışırsa, karıştığı gibi burada da kurgusal bir Ada’nın ayrıntılarını, dükkânlarını, siyasi sorunlarını, vilayetini karantina sorunlarını, binilen vapurların tarifelerini görünce kafamız karışıyor.

Bundan hoşlanıyorum. İnandırıcı pullar, vapur tarifeleri, hastane, eczane ayrıntıları koyarak okuru şaşırtıyorum. Ya da tersi de olabilir Masumiyet Müzesi’nde yaptığım gibi hayali bir hikâye diyorum, sonra da gerçek eşyalar koyuyorum okurun karşısına, hatta müzeye gidip seyredebiliyorsun. Bu çeşit paradokslar okurda bir zihin karışıklığı metafizik bir sorgulama yaratıyor ve bu hoşuma gidiyor.

Pek çok okurdan şunu duydum; “Orhan Bey Bonkowski Paşa için girdim, internete baktım. Eczacıları girdim, internete baktım”. Ya da ne bileyim “Osmanlı’nın 29. Vilayeti, kaç tane vilayeti vardı girdim internete baktım”. Mesela bütün vapur şirketleri adları, gemilerin adları hepsi gerçek adlardır. Bilmem anlatabildim mi?

Pek çok insandan “amma tarihi olaylar varmış” gibi tepki aldım. Ama, bunlara bakmadan da Veba Geceleri’ni okumaktan zevk almalarını isterdim. Bir noktadan sonra bakıyorsunuz Boxer Savaşı’na, Çin’e Abdülhamid’in Nasihat Heyeti yollaması.. Doğru, ama tam okur “vay be Orhan Pamuk nelere bakmış” derken, bana güvenmişken bir tane de uydurma olay koyuyorum. Bunu yapmayı seviyorum.

Romancı sonuna kadar özgürdür, tarihçi sonuna kadar gerçeklerin esiridir. Tarih felsefesiyle uğraşanlar tarihçinin de ideolojiden kendi siyasal ön yargılarından dolayı gerçekliğini kaçırdığını ve biraz romancı gibi hareket ettiğini söylerler. Evet, ama arada çok büyük fark var. Tarih kitabını elimize alınca gerçeklikle ilgili bilmediğimiz şeyleri öğrenmek için alıyoruz.

Romanımızı da elimize alınca bir şey öğreneceğimizi biliyoruz ama o gerçeklikle ilgili yazarın oluşturduğu kurmacayı okuyoruz onun içinde gerçek olmayan pek çok şey var. Yazarın hayalgücü için alıyoruz romanı.

Hangi tarih; tarih de tartışmalı?

Tabii ki herkesin uğraştığı ve karşı çıkmak istediği, savaştığı resmi tarih var. Bir ülkede özellikle modern, milli burjuva devletlerde resmi tarih herkesin kafasına şırınga edilir. Her ülkenin de milli eğitimi vardır. Resmi tarih, resmi ideolojiyi kafanızın içine bir görüş olarak değil, tek görüş olarak koyma çabasıdır. Evet, milli devletlerin çoğu da bunda başarılı olurlar. Bu resmi tarihe ya da resmi görüşe karşı yazan romancı akıntıya karşı kahramanca kürek çekiyordur.

Pek çok okur lisede okuduklarının bir roman okurken bir kere daha tekrarlanmasını ya da kanıtlanmasını ister. Bir hikâye dinlemek için kitaplarını okurlarken “çok güzel bir aşk hikâyesi ama siyasi konularına katılmıyorum” demek bunun güzel bir örneğidir.