“Bir insanın açlıktan ölümünü izlemek acıların en büyüğüdür. Bu, insanlığa hiçbir zaman yakışmaz. Bugün insanların ölüm pahasına talep ettikleri demokrasiler de insan haklarının içindedir. Çözümü mümkünken, ölümler engellenmezse vebali iktidarın, muhalefetin, medyanın ve hepimizin olacaktır. Barış, bu ülkede herkesin özlemi ve hakkıdır. Barışın önüne yeni engeller konulmasına karşı çıkmak, barışın önünü açmak, hepimizin işi olmalıdır.”

2012’de cezaevlerindeki açlık grevlerine yönelik Yaşar Kemal’in de aralarında bulunduğu aydınların yaptıkları basın açıklamasından bu paragraf. Kısa bir arşiv taraması yaptığınızda en azından yaygın gazetelerde yer aldığını görürsünüz bu açıklamanın.

Bugünse bırakın kitle medyası basın açıklamalarını yayımlamayı, insanların açlık grevi yaptıklarından bile bihaber. Bazıları ise insanları infaz etmiş; “ölüme seyircilikten” “ölüme aracılık” etmeye geçmiş durumda. Düşman olarak kodladıkları kişiler için “ölüm mekanizmaları” kurmuş.

Ölüm orucundaki avukatlar Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal sağlıklarında kritik eşiğe geldi.

Adlî tıbbın hapishanede kalmalarını uygun bulmamasına rağmen tahliye edilmek yerine iradeleri dışında hastaneye sevk edildiler.

Talepleri gayet açık ve anlaşılır: Âdil yargılanmak…

Bir insan, yargılama hukuk ilkelerine göre yapılmadığı, hakkı yendiği gerekçesiyle canını ortaya koymuşsa bu saatten sonra herhâlde ona “Eylemden vazgeç” demenin bir yararı yok.

“Kendileri bu yolu seçti. Ne hâlleri varsa görsünler” vurdumduymazlığı da bir insanın ölümüne seyirci kalmaktan başka bir anlam taşımaz. Ölüme seyirci kalmaksa çürütür yüreği.

Bu aşamada açlık grevlerinin, ölüm oruçlarının bir mücadele yolu olup olmadığını tartışmanın iki avukatı caydırmaya dönük katkı sağlayacağını da sanmıyorum.

Ama insanların sudan sebeplerle hapsedildiği bir iklimde binlerce insanın hayatını etkileyen yargı sisteminde âdil yargılanmanın temel bir insan hakkı olduğunu hem vicdanen hem de evrensel hukukun gereği olarak söylemek bir borçtur.

Dava dosyasından uzun uzun bahsetmeyeceğim ama 18 avukata “örgüt yönetmek” ve “örgüte yardım” suçlamalarıyla toplam 159 yıl hapis cezası verildi.

Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) davasında düzenlenen iddianame şimdiye kadar tanınan tanınmayan birçok isme açılan davada kullanılan ve kendini istihbaratçı diye tanıtan polis muhbiri gizli tanığın beyanlarına dayandırıldı. Savunmanın reddi hâkim talebi değerlendirilmedi. Karar duruşmasında, sanık avukatları delil dosyasını talep ettiğinde dijital delil diye nitelendirilen materyalin dosyaya konulmadığı, TEM’in izni olmadan da verilemeyeceği ortaya çıktı.

Savunmanın, ceza mahkemesinin hüküm verdiği karara itirazında istinaf mahkemesi ise dosyayı incelemeden onadı.

Şunun da altına kalın bir çizgi çekmeli: ÇHD Başkanı Selçuk Kozağaçlı’nın da aralarında bulunduğu avukatlar tutuklandıktan bir yıl sonra görülen duruşmada tahliye edilmiş, bir gün geçmeden savcının itirazı sonucu yeniden tutuklanmışlardı. Heyeti dağıtılan mahkemede görevli hâkimler ise sürgün edilmişti.

Gezi davasında da benzer bir durum yaşanmıştı. Sanıkların tutukluluğuna şerh koyan yargıç görevden el çektirilirken, oluşturulan yeni heyetinin başkanı iktidar aktörleri gibi Gezi için “vandallık” demekten çekinmiyordu. Düşman ceza hukukunun işletildiği ülkede neyse ki yargı bağımsızdı! 

ÇHD dosyasının şu an Yargıtay’da olduğunu hatırlatalım. bianet’ten Ayça Söylemez’in haberine göre, cezaya hükmedilen dava duruşmasında az önce sözü geçen “kadrolu tanık”, Yargıtay’daki dosyaya eklenmek üzere psikolojik sorunlarını belgeleyen sağlık raporu ekli dilekçe gönderdi. Beyanlarının dikkate alınmamasını söyledi. Ancak iki insanın yaşamında saniyeler bile önemliyken dosyaya yönelik karar adlî tatil öncesi açıklanmadı.

Dava ve duruşma sürecindeki garipliklerin tümü her yurttaş için geçerli âdil yargılanma hakkı kavramında vücut buluyor. Ve iki avukat günlerdir eriyen bedenleriyle taleplerinin yerine getirilmesi, yeniden ve âdil yargılanmak için sesleniyor. Yalnız kendileri için olması gerekeni değil, bir yurttaşlık hakkını dile getiriyorlar.

Baroların tasfiye edilmeye çalışıldığı, avukatların toplu hâlde sanık sandalyesine oturtulduğu bir memlekette ne kadar hayıflanılsa az ki, avukatlık sıradan bir meslek değil. TDK şöyle tanımlıyor kavramı:

“Hak ve yasa işlerinde isteyenlere yol göstermeyi, mahkemelerde, devlet dairelerinde başkalarının hakkını aramayı, korumayı meslek edinen ve bunun için yasanın gerektirdiği şartları taşıyan kimse.”

ÇHD davasında yargılanan avukatlar Türkiye’nin en büyük işçi katliamının yaşandığı Soma’nın, tarikat yurtlarında çıkan yangınlarda çocukların can verdiği Aladağ’ın, KHK ile işten atılan insanların, bir gece yarısı polisler tarafından evine baskın yapılarak katledilen Dilek Doğan davasının avukatları…

Ve bir gün başımız sıkıştığında hakkımız hukukumuz ihlal edildiğinde güvenle ilk başvurduğumuz kişiler avukatlar.

Ve evet, bu iktidarın, kurduğu düzende ortaya çıkan hak ihlallerinin duyulmaması, hakkın hukukun savunulmaması için koca bir Silivri zulümhanesi var: Acıyı, kederi yalnızlaştırmak, adaletsizliği örtmek için bir de…

Sonsöz Yaşar Kemal ustadan yine: “Çözümü mümkünken ölümler engellenmez ise vebali iktidarın, muhalefetin, medyanın ve hepimizin olacaktır.”