Sessizliğin türküsü yakılır mı bilmiyorum ama insandan, hayattan, bazen bakıştan, gülüşten geriye uzun bir sessizlik kalır.

“Türküler susmaz, halaylar sürer” sözündeki neşenin yerini bir an sesin soluğun kesildiği bir hayatın kederi alır, bir can gider...

288 gündür açlık grevindeki Grup Yorum üyesi müzisyen Helin Bölek hayatını kaybetti. Şubat ayındaki duruşmada “Bu son konuşmam olabilir” diyen ve Adli Tıp Kurumu’nun raporundan sonra ev hapsi şartıyla tahliye edilen müzisyen İbrahim Gökçek ise ölüm orucunun 292. gününde. Her ikisi de tahliye edildikten sonra kaldıkları evden polis baskınıyla hastaneye götürülmüş, zorla müdahale edilmek istenmişti.

Bölek ve Gökçek özgürce şarkı söylemek, konserlere devam edebilmek gibi makûl taleplerle açlık grevine girdi, bir süre sonra onun daha üst aşaması ölüm orucuna başladı, hayatı savunmak için ölüm riskini göze aldı.

Açlık grevi veya ölüm orucu kişinin kendine yapılan haksızlığı, kötülüğü ortadan kaldırabilecek bir yol mudur? Bilmiyorum. Ama onlara yapılan haksızlığın bütün topluma karşı işlenmiş bir suç olduğundan eminim. Dolayısıyla böyle bir soruya peşinen yanıt vermeden önce belki hayatın tükendiği nokta nedir, neresidir önce onu anlamaya çalışmalı.

Hayatını sonlandırmak pahasına yaşama, insana, geleceğe sahip çıkmak… Merhamet beklemek değil insan onuruna yaraşır olan adalet talep etmek...

Yaşam için ölümü seçmek büyük bir paradoks gibi değil mi?

Bedenini açlığa yatırmak…

Tüm yaşam alanının daraldığı, iç sıkıntılarının çoğaldığı, zulmün arttığı, hak arama yolunun kapandığı, adım adım çaresizliğe itildiğin anda ruhun ölmeden, henüz hiçbir şey bitmeden daha, daha görecek günlerin umuduyla bilinçle geçilmiş bir eylem hâli denilebilir belki...

Siyasetin, iktidarın, bürokrasinin, kurumların; yani insanın hayatını kolaylaştırmak üzere var olduğuna inanılan devlet aygıtının insan ve toplum üzerine etkilerini düşünüyorum. Mahkeme salonlarının duvarındaki bilindik yazı geliyor aklıma: “Adalet mülkün temelidir.”

Sonra erdem, eşitlik, hakkaniyet gibi hasletleri hatırlıyorum; dahası tüm siyasî iktidarların demokrasi iddiasında bulunup yaptıkları yanlışlar yüzünden köşeye sıkıştıklarında nasıl intikam hırsıyla ortalığı toza dumana kattığını...

İnsan büyük bir muamma kuşkusuz...

İnsan psikolojisiyle ilgili bir yargı bildirmek değil amacım, dileyen psikoloji kitaplarından okuyabilir ama TDK Sözlüğünde insan “Toplum hâlinde bir kültür çevresinde yaşayan, düşünme ve konuşma yeteneği olan, evreni bütün olarak kavrayabilen, bulguları sonucunda değiştirebilen ve biçimlendirebilen canlı” diye tanımlanmış.

Belki şundan bahsedebiliriz: Ne iyiliği ne de kötülüğü insanın doğuştan getirmediğini ama her ikisini de sonradan edindiği fikri doğrultusunda, bireyin doğuştan getirdiği hakları ve insanın insanlaşma yolculuğunda kazandığı, adına insanî değerler denilen asgarî müşterekler var. Ve herhâlde bunların başında da adalet geliyor.

Çünkü insanlar adalet olduğunda ancak geleceğe güvenle bakabilir.

Sosyal Demokrasi Vakfı’nın “Yargı Bağımsızlığı ve Yargıya Güven” adlı araştırmasına göre, adalet denilince insanların aklına ilk olarak “adaletsizlik” geliyor (23,3). Yine aynı çalışmada “Türkiye’de makam/mevki sahibi biri ile sıradan vatandaş mahkemelik olsa eşit koşullarda yargılanmayacağını düşünenlerin” oranı yüzde 79.

Türkiye’de siyaset, sermaye, makam mevkii, yakınlık akrabalık vb. gerekçelerle eşit olmayan şartlardaki yargılama pratiğinin yansımaları pek çok olayda görüldü/görülmekte. Nice kadın, işçi, çocuk cinayetini, yolsuzluk, rüşvet olaylarını konu alan davalarda, yeşil alanların tahribatını içeren çevre davalarında insanın hakkı insana, doğanın hakkı doğaya teslim edilebilmiş değil.

Böyle bir cangılda insanlar kendilerini nasıl güvende hissedecek?

“Faili meçhul” diye bilinen cinayetler zincirinde yakınlarını kaybeden; işkencede ölen, gözaltında kaybedilen insanların yakınlarının yıllardır adalet için çırpındığı bir ülke burası.

Anayasaya göre devlet, kanun önünde eşitliği sağlamakla yükümlü bir yapı. Ama parti ile devletin içe içe yürüdüğü bütünleşik bir sistemde yargı erkinin bunun dışında kaldığına, yargı tarafsızlığına kim nasıl inansın.

Hele o sistemde parti il başkanı gibi çalışan savcıların hazırladığı “iddianameler” varsa, yargı süreçlerinde mahkeme heyetleri değiştiriliyorsa, egemenlerin hedefe koyduğu insanların neler yaşadıklarını durup bir değin bin düşünmeli. Yargının araçsallaştırılarak sopaya dönüşmesinden kimseye hayır gelemeyeceğini keşke tüm çevreler görebilse. Çünkü bunun aksi toplumun adalete olan güveninin azalması gibi bir hakikat.

Suç ve Ceza’nın yazarı Fyodor Dostoyevski, “Ya hatalarınla yüzleşirsin ya da hatalarınla yüzsüzleşirsin” diyor.

Konserlerini, notalarını yasaklar, defalarca baskın yapar, cezaevine koyar, silahlı örgüt bağlantısı arar bulamazsınız. Adaletsizlikle yüzleşmek yerine “akıl sağlığı veya zayıflığı” gerekçeleriyle iradeleri dışında “tedavi” diye hastaneye götürürsünüz. Ama bir insan ölür, geriye sessizlik kalır.

Bir de utanç…

Türkiye tarihinde çok defa yapıldı açlık grevleri. Hep de siyasetin tıkandığı, zorbalığın arttığı zamanlarda. Bursa Cezaevi’nde Nâzım Hikmet’ten üçüncü cumhurbaşkanı Celal Bayar’a, 70 ilâ 80’li yılların işkencehanesi Mamak Askeri Cezaevi’nde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına değin açlık grevleri farklı tarihlerde hep gündeme geldi. Kuşkusuz sonuçları bakımından en ağırı ölüm oruçlarını engellemek için devletin ölümlere neden olduğu 2000’lerdeki “Hayata Dönüş Operasyonları” idi. Son yıllarda ise çalışma hakkı elinden alınan Nuriye Gülmen, Semih Özakça ve oğlunun cenazesini alabilmek için Kemal Gün açlık grevine girdi (Daha başkaları da vardır belki. İlk akla gelenleri yazdım).

Açlık grevlerini ortaya çıkaran sistem, bir insanı bedenini açlığa yatıracak duruma getiren adaletsizlik sorgulamadan yaşananı anlamak olanaksız.

Ve yarın müzisyen İbrahim Gökçek için çok geç olabilir.