Gurbet ve sonbahar yolculuğu

Ne zaman “anne”, “yurt” ve “yuva” gibi kavramlar dile getirilse, ellerim kırmızı kış elmalarına uzanır. Madonna’nın Son Hayali’ni yazarken de öyle olmuştu. Sanki roman yazmıyor, “içimdeki gurbeti” söküp atmak için, elmaları, kara Odessa üzümlerini, ardıç, dut ve kiraz ağaçlarını, gül, çam ve vişne kokularını, köyün önündeki düz ovayı, onu kollarıyla arkadan dolayan iki derin vadiyi, vadilerden akan biri çağıltılı, diğeri çağıltısız dereleri, sırtını dayadığı tepeleri, karşıdaki Kemera, biraz uzağındaki Sahara, çok daha uzağındaki Yalnız Çam dağlarını, zamanları şaşırıp inlerini terk eden ayıların ayak izlerini, ışık böceği gözleriyle köye inen kurt ulumalarını, anne kokusuna ekleyip ciğerlerime çekiyordum.
 
Derinlik sarhoşluğunu andıran kendini yitirme durumuydu bu. Ve tıpkı uyuşturucu kullanan bağımlıların sarhoşluktan çıktıkları anlardaki gibi, içimden söküm attığım “gurbetim” burnumun deliklerinden bir yılan gibi sızıyor, zehrini akıta akıta gidip yüreğime çörekleniyordu. Bir sonraki derinlik sarhoşluğunu yakalayıncaya kadar kalbimde bir engerekle yaşamaya çalıştığımı anlayıncaya kadar da yaşım elliye ulaştı. Şimdiki yaşıma yani.
 
Derinlik sarhoşluğuna gire çıka sonunda Madonna’nın Son Hayali’nin finalini Karadenizin en doğu ucunda dağların arkasında bir köyde bitirdim. Adı anılmayan o köyde kırmızı kış elmaları kar yağarken olgunlaşırdı. On yıllardır doğduğum köye kışın gitme olanağı bulamadığım için, halen orada yaşayan Babama kırmızı elmalardan haber sordum: Babam kırmızı kış elmalarının varlığını doğrulamakla beraber, artık kışlar eskisi gibi uzun değil, dedi, eskisi gibi artık üç metre kar yağmıyor. Sanki kışların eskisi gibi uzun olmayışının suçlusu benmişim, duygusuna kapıldım. Babam, köyde kışları sadece yaşlıların kaldığını söylediği zaman içimdeki suçluluk duygusu daha da arttı. Bu duygunun sadece bana özgü bir sendrom olduğunu sanırdım. Sonra benzer suçluluk duyguların, benimle benzer geçmişleri olan arkadaşlarımda da olduğunu öğrenince kafam iyice karıştı. Demek ki diye fikir yürüttüm, başlarına “belli hadiseler” gelmiş olanlar, durduk yerde “suç” hisleri icat ediyorlar. “Belli hadiseleri” daha ağır yaşamış ve ruhsal tedavi gören arkadaşlarım, bulgumun bilimsel olduğunu söylediler: Psikologların görüşüne göre- ben bana aktarılanların yalancısıyım- şiddete maruz kalmış, pek çok “mağdur” insanda yaşadıklarından kendini sorumlu tutan, hatta maruz kaldığı şiddeti, hakettiği hissi çok yaygın bir ruhsal rahatsızlıkmış. Bu duygunun bilince çıkarılması iyiymiş ama ne derece iyi olduğu da göreceliymiş, çünkü, başlarına “belli hadiseler” gelmemiş “normal” insanlar bu duyguyu anlayamazlarmış.
 
Bu bilgiyi edindiğimde, demek ki diye fikir yürüttüm, başlarına “belli hadiseler” gelenlerle gelmeyenler arasında görünmez bir duvar var.
 
Şimdi kıyısında oturup bu satırlar aracılığıyla düşünedurduğum ve düşleredaldığım Rodos’ta, bizim kıyıları seyrederken bir yandan da savrulduğum kıyılara demir atalı şöyle böyle 15 yıl olduğunu hatırlıyorum.
 
Savrulduğum kıyıların mavi mavi ışıldayan denizi yoktu ama çok hoş ormanları, ormanlar arasından akıp giden otobanları, Berlin, Hamburg, Münih ve Köln adlı şehirleri, Elbe ve Ren adlı nehirleri vardı. Kıyısında konakladığım Ren Nehrine dair, bir zamanlar Carl Zuckmayer, “İsa’nın doğumundan bu yana, Ren’den yani halklar değirmeninden, kimlerin gelip geçtiğini bir düşünün” diye yazmıştı. “Önce Romalı bir komutan yanında Latin kanı taşıyan sarışın bir kızla çıka geldi, kara bir adamdı, bir zeytine benziyordu. Ve sonra Yahudi bir baharatçı aileye katıldı, daha evlenmeden ve Hıristiyan olmadan evvel, ilk katolik yaşam tarzını oluşturan adamdı. Onu Helen bir doktor izledi, sonra Keltli bir Lejyoner, İtalya sınırından bir köylü, İsveçli bir atlı, Napolyon’un askerlerinden biri, asker kaçağı bir Kazak, Kara Ormanlı bir derici, Elass’lı gezgin bir çoban, bir Macar piyadesi, Viyanalı bir subay, Fransız bir oyuncu, Bohemyalı bir müzikçi de çıka geldiler. Başkaları da geldiler. Hepsi Ren’de yaşadılar, birbirleriyle dalaştılar, sarhoş oldular, şarkılar söylediler ve çocuk yaptılar(...) Daha iyisi düşünülemez kuzum. Çünkü halklar orada karıştılar; tıpkı pınarlardan, derelerden, ırmaklardan kopup gelen ve büyük bir çoşkuyla akan Ren Nehri suları gibi...”
 
İşte şimdi ben de buraydım ve bir yıl sonra orman kıyısındaki eve taşındığımızda oğlum sekiz, kızım üç yaşına ayak başmışlardı. Oğlum okula gittiği için birkaç ay içinde de Almanca konuşmaya başladı. Kızım ise, orman kıyısındaki eve taşınıncaya kadar, kaldığımız mülteci yurtlarında Bosnakça’dan, Rusça’ya, Farsça’dan, Hırvatçaya, Kürtçeden, Arapçaya kadar pek çok dil öğrendi. Şimdi bile on sekiz yaşıyla nereye gitse, on beş sene önce öğrendiği kelimelerin yardımıyla hiçbir yerde zorluk çekmeden işlerini halleder. Ben ise bu süre içinde, kendi başıma, öğrenebileceğim kadar çok kelime, ezberleyebileceğim kadar çok fiiil, kavrayabileceğim kadar çok dilbilgisi kuralı sayesinde Almanca’yı sökmüştüm. Kitap okuyabiliyor, dilekçe yazabiliyor ama en basit cümlelere ses veremiyordum. İyi günler dilemek için, örneğin “ich” kelimesini söyler söylemez, boğazımı Almanca’nın “tsch” (ç) harfi bir kılçık gibi takılıyor, öksürmeye başlıyordum.
 
Orman kıyısnındaki evin eşiğinden adımımı attığımda bizleri nasıl bir geleceğin beklediğini tahmin edemiyor, ama Almanya’ya, Alman toplumuna giriş kapısı olacağını hissediyordum. Yanımızda, tek kelime Türkçe bilmeyen Margret Burger vardı. Bizi arbasıyla orman kıyısındaki eve götürmüş, ne denli sevimli bir aile olduğumuzu, sonraki yıllarda çok yakınlaşacağımız Jörk ve Wolfgang adlı adamlara anlatmaya çaba gösteriyordu.
Mutfaktaydık. Wolfgang Metzler beyaz, Jörk Wockenfuß, kırmızı şarap içiyordu. Biz ayıp olmasın diye, ne ikram edilen şaraplara, ne de çaylara dokunabiliyorduk. Çocuklar, sonraki yıllarda amca olarak algılayacakları aslan yeleli Wolfgang’dan gözlerini alamıyor, nerdeyse iki metreye yakın boyu olan Jörk’ün yüz hatlarını seçebilmek için sanki çok uzaklara, yıldızlara bakar gibi boyunlarını uzatıyorlardı.
 
İkisi de eşlerinden ayrı yaşayan, ikisinin de birer kızları ve birer oğulları olan Wolfang ve Jörk ile tanışma seramonisi birkaç saat sürdü. Tarzanca Almancamızın da yardımıyla sonunda, Almanya’da yaygın bir konut türü olan, mutfağın, oturma odasının, banyo ve bahçenin ortak kullanıldığı, her kişinin kendine ait bir odasının olduğu adına “Wohngemeinschaft” (Ortak konut) denilen hayata başladık.
 
Birlikte hayatı paylaştığımız ve kısa süre de sanki aynı anne babadan doğmuşçasına yakınlaştığımız, biri Öğretmen, diğeri otobüs şöförü olan arkadaşlarımız, bizi o kıyılara nelerin sürüklediğini bilmek istediler. Politik bilgi edinme çabası değildi bu. Bizi kişisel olarak “yurtsuz” bırakan hadiselerin neler olduğunu merak etmişlerdi, günlük hayatı paylaştıkları insanlar hakkında biraz bilgileri olsun istiyorlardı.
İsteklerine diyecek yoktu ama başımıza gelen hadiseleri nasıl anlatacağımızı bilemiyorduk. Ben mesela 18 yaşında, bugün artık ırkçı bir pozisyonu savunan, bir zamanların solcu gazetesini bir büfeden satın aldığım için tutuklanmış, on bir gün boyunca “sorgulanmış”, beş ay boyunca, yüz yıl önce at harası olarak kullanılmış, Yassıada tutuklularının da kaldıkları söylenen Toptaşı Ceza ve Tutukevinde kalmıştım. Tahliye edildiğimde, sadece üniversiteye giriş sınavlarını kaçırmakla kalmamıştım, hayata dair pek çok fırsatın da elllerimden kayıp gittiğini farketmiştim.
 
O günden bu yana bir daha Türkiye Cumhuriyeti Devlet’i ve kurumlarıyla barışmam mümkün olmadı.
 
Devlet, devletliğinde, devlete başkaldırmış olan ben de, asilikte ısrar edince, on yıl sonra, ben karım ve daha o zamanlar 16 aylık olan oğlumla beraber yeniden “sorgulandım.” Sorgu bir ay sürdü. Bu bir ay içinde on altı aylık oğlum ve karım hastaneye kaldırıldılar. Hastane dönüşü karımı tanımadım. Oğlumu ise, daha hastaneden akrabalardan birine verildiği için bir daha görmedim. Karım bir yıl, ben üç yl sonra tahliye edildiğimizde, üçümüz de yaşadıklarımızın ağırlığı altında unufak olmuştuk.
 
 “Unufak” kelimesini yazmak, unufak olmaktan daha kolay olsa da, insan yüreğine çöreklenmiş engereğin başını kaldırdığı hisseder.
 
Tahliyeden dört yıl sonra Türkiyeyi terk ettik. O güne dair hatıralarımı bir zamanlar söyle ifade etmişim: “1991 yılı sonunda, dostlarımın yardımıyla edindiğimiz sahte pasaportlarla hava yoluyla Köln'e ulaştık. Ben oğlumla kaçtım, Karım da kızımla. Oğlumun, kaçtığımız güne dair anıları sisler arkasında kaldı. O gün heyecandan ateşinin yükseldiğini, uçak havalandığında 'Baba kurtulduk di mi?' diye sorduğunu, 'Kurtulduk diye cevap verdiğimi hatırlamıyor. O güne dair tek anısı, babası tutuklanırsa, kendisine sahip çıkacak olan Erdal amcasının varlığıydı. Kızım ile annesinin kaçışı daha sorunlu oldu. Havaalanında şüpheleri üzerine çekmekle beraber kızımın akıl almaz yaramazlığı sayesinde paçayı kurtardılar, uçağa en son yolcular olarak binmeyi başardılar. Havaalanında bizi on beş yıldır görmediğim, halen de en yakın dostlarım olan evli bir çift karşıladı. Onlar da politik mülteciydiler. “Oligarşiye bir gol daha attık” dedi erkek olanı. 'Kimin gol attığı daha belli değil' dedi karısı düşünceli. Haklıydı: Sürgün yaşayanlar maçı asla kazanamazlar, son golü hep onlar yer." (Milliyet, 15/09/2000)
 
Demek ki, sekiz yıl önce, “sürgün” kavramıyla, sürekli bir yenilmişlik duygusunu dile getirmişim. O duygunun bugünkü adının “Gurbet” olduğunu artık biliyorum.
 
Başımıza gelenleri, hayatı birlikte paylaştığımız arkadaşlarımıza aktaramamızın nedeni dil değil, bizatihi yaşananların kendisiydi. Belki bu yüzden konuşmak yerine yıllar süren suskunluğu seçtim. Suskunluk yıllarımda, Solingen’de, Türkler; Sivas’ta, Aleviler ve ateistler; Saraybosna’da, Müslümanlar yakıldı. Kürtlerle süren savaşta korkunç cinayetler işlendi. Ruanda’da 100 gün içinde 1 Milyon insan katledildi. Bu arada orman kıyısındaki evde, ben Almanca öğrenirken, küçük kızımı çocuk bahçesine, oğlumu ilk okula götürüp getiriyor; boş zamanlarda oyun bahçelerine , parklara, hafta sonraları yüzme havuzuna, sinemalara filan gidiyorduk. Eşimin işe yarar bir mesleği olduğu için, Alman standartlarına göre yeniden mesleki eğitimden geçiriliyordu.
 
Kısaca Almanya yeni “yuvamız” oldu. Ebeveynleri tarafından kötü muameleye maruz kalmış bir çocuğun yeni yuvası nasılsa, Almanya da bizim için işte öyle bir “yuva” işte. Gerçek anne babam olmadığını bildiğim, ama bana iyi davranan, ihtiyaçlarımı karşılayan, olanaklar sunan, hayata hazırlayan, aşırı sevgi gösterilerinde bulunmayan, biraz mesafeli bir anne baba işte (Ben on iki yaşıma kadar anne ve babamın yanında çok mutlu bir çocukluk geçirdiğim için, gerçek anne baba ile, bakıcı anne-baba arasındaki farkı bilirim.)
 
Demek ki Türkiye bana, sık sık üçüncü sayfa haberlerinde okuduğumuz gibi kendi çocuklarına göz kulak olamamamış, kendi evlatlarına kötü muamalede bulunmuş anne babaları çağrıştırıyor.
 
Kıyısında yaşadığımız o evde çocuklar sukunet içinde büyürken, kendimize benzer her dilden, hemen her sınıftan insanlarla tanıştık insanlarla tanışmaya başladık: Türk olmayı önemsemediğimiz için, Alman, Acem, Arap, olmayı çok önemsemeyen, her milletten kapısını telefon etmeden çalabileceğimiz arkadaşlar edindik daha çok. Irkçılardan, milliyetçilerden uzak durmaya gayret gösterdik. Şansımız oldukça yaver gitti, geçim için işler bulmakta çok zorluk çekmedik. Yaşadığımız Köln kenti en uzun yaşadığım yer ünvanını İstanbul’un elinden almak üzere.
 
Bütün bu gelişmelere rağmen bir sorunun cevabını bir türlü veremiyor, bu hayattaki yerimin ne olduğunu bilemiyordum. Başka bir ifadeyle, ne olmak istemediğimi biliyor, ama ne olmak istediğimi bilemiyordum.
 
28 Aralık 1995 günü gecesi yazar olmaya karar verdim. Daha edebi tek satır yazamamış biriydim ama, yazmaya mecbur olduğumu hissediyordum. Gabriel Garcia Marquez’in, yazmak için yetenek gereklidir ama tayin edici olan masada oturabilme inadı, çalışma azmidir, şeklindeki sözlerine inandım. Bütün gece sadece bir sayfa yazabildim. Ertesi gece de bir sayfa yazdım. Üçüncü gece yazdığım sayfa adeti dört, onuncu gece 200’dü. Bu ilk ikiyüz sayfayı bir kenera koydum. Roman hayatının sırrını çözdüğümü hissetmiştim: Kayıp Denizler’i yeniden yazmaya, kullanılmayan o ikiyüz sayfadan sonra başladım.
 
Yazmak, yukarıda sözünü ettiğim benimle, insanlar arasına girdiğini hissettiğim o görünmez duvarı aşma çabasıydı. Başını kaldıran “engereğin” kafasına tekme atmaktı.
 
Sekiz yıl sonra, 14 Mayıs 1998'de vatandaşlıktan çıkarıldığım haberini aldım.
Çok kırılmış ve öfkelenmiş olmalıyım ki, duygularımı dile getirirken daha üst perdeden konuşmuş, başımı daha dik tutmaya çalışmışım: “Yeniden vatandaşlığa alınmak için asla talepte bulunmayacağım!” diye yazmışım, “Hiçbir kutsal devlet, benim, annemin mezarının ve dostlarımın olduğu topraklara girme hakkımı elimden alamaz!” diye gürlemişim, “Bu lanet olası despotizm ve acımasızlık sürse de, doğduğum, büyüdüğüm, ilk aşık olduğum topraklara döneceğim. Nasıl o toprakları kendi isteğimle terk etmişsem, günü geldiğinde, köyüme kadar gidecek, iki katlı ağaçtan baba evimde, çocukluk odamda, sabah güneşi beni uyandırıncaya değin, gül, çam ve anne kokuları arasında uyuyacağım.” diye umutlanmışım. (Milliyet, 15/09/2000)
 
Şimdi Rodos kıyılarında, bizim kıyılara bakıyorum. Akdeniz buz tutacağa benzemiyor. Roman kahramanı olmadığım için gizlice Türkiye’ye giremiyorum. Ama her gün kalkan bir vapur penceremin önünden geçip bizim kıyılara doğru yol alıyor. Her gün beni almadan gittiği için vapuru gücenik gözlerle izliyorum.
 
Soran olursa, “sonbaharda” döneceğimi söylüyor, sonbahar yaklaştıkça, geri dönüşü bir başka sonbahara erteliyorum. Çünkü o korkunç ihtimalle yüzleşme gücüm yok. Yeniden hırpalanırım, sorgulanırım korkusu değil bu. Sorgulanmamı, hırpalanmamı gerektirecek gerekçeler çok gerilerde kaldı. Asıl korkum, doğduğum topraklara geri döner de yüreğimde başını kaldırmayı bekleyen engereği defedemez, “gurbet” duygusunu nihai olarak içimden atamazsam, beni gurbetten yurda, yuvaya kimin götüreceğini bilemiyorum.
Bu durumda acımasız bir gerçeği kabul etmek zorunda kalacağım: Gurbet benim için bir yer, bir ülke, Almanya ya da Türkiye değil, sorgulanmamdı. (Sorgulamanın Türkçesi dilimin ucunda ama bir türlü yazamıyorum.)
Beni yurtsuz bırakan ve sonsuza dek gurbete mahkum eden buydu. Böyle bir tecrübeden sonra benimle, bu tecrübeden geçmemiş olanlar arasında görünmez bir duvarın varlığını bilince çıkarmam korkunçtu. Çünkü, benimle insanlar arasında aşılmaz duvarlar varsa, o duvarı nihai olarak aşamayacak, insanlar arasına karışamayacaksam, “haksızlık” asla düzeltelemiyecek. Beni sonsuz “gurbete” mahkum eden Türkiye’nin, yeniden “yurdum” olabilmesinin imkansız olduğunu farketmek ise çok daha korkunç bir “haksızlık” olarak hükmünü sonsuza dek hükmünü sürdürecek.

Ama, artık kimseye işkence yapılmadığını ya da yapılmayacağını ya da yapan olursa, yakalarına yapışılacağını bilsem, düşüncelerinden, etnik, kültürel, dinsel, cinsel kimliklerinden dolayı kimsenin öldürülmeyeceğine bir inanabilsem, belki o zaman Gurbetimle, Yurdum arasında bir köprü kurulmuş olur, sırat köprüsü kadar ince ve tehlikeli olsa da, gurbetten yurda doğru sonbahar yolculuğunu göze alırım.