Karşımda hiç evlenmemiş yetmişli yaşlara merdiven dayamış Mehmet oturuyordu. Mehmet, çocukluğumun geçtiği en büyük düş bahçelerinden biri olan köyümden komşumuzdu. Ara sıra kentteki, yeni evimize çıkar gelir, anamın deyişiyle “Köydeki Havadisleri” bize birinci elden aktarırdı. Kim ölmüş, kim kalmış, hangi gelin kaynatasını evden kovmuş tüm sıcaklığıyla bir çırpıda büyük bir memnuniyetle döküverirdi.
 
Bazen ağırlaşan yumuk gözlerini kırp kırp kırpıştırır, “Aramızda kalsın” diye gizemli sesiyle not eklemeyi aklına getirir, ağırbaşlı bir bulut gibi uzun uzun bakardı boşluğa. Yıllardır bıkmadan, usanmadan köyün küçük atmosferinden derlediği dedikoduları bize yetiştirir, belki de laf arasında bizden aldığı bilgi kırıntılarını hayal dünyasında süsleyip köye üfleyen bir masalcıya dönüşürdü. Kim bilir belki de hiçbir şekilde bu yollara tevessül etmemiş de olabilirdi, günahını da almamak lazım gelir.
 
Son geldiğinde sıcak bir akşam vaktiydi. Balkondan bozup, tahtayla genişlettiğimiz bir nevi köşkte otururken kan ter içinde karşımda durdu. Dut ağacının altından arka bırakılan su hortumuyla elini yüzünü bir güzel yıkadı. Arka cebindeki mendiliyle elini yüzünü bir güzel kuruladı. Soluklandı, suyun serinliğiyle bir top ışık olup karşımda oturdu.
 
Anılardan, oradan buradan konuşurken yaşanmışlıkların kor alevi, soluğumuzda biçimlenirken onunla ilgili ortalıkta dolaşan bir duyumumu aktardım şaka yollu, muhabbeti derinleştirmek biraz da ona takılmak adına.
 
“Memed “dedim. ”Geçenlerde düğün için dağıtmak üzere aldığın okuları (davetiyeleri) yerine ulaştırmamışsın”.
Memed saklısındaki bir yarasına dokunmuşum da canını acıtmışım gibi başını yere eğerek sessizce konuştu.
 
“Yalan söylüyorlar, ben kimin okusunu dağıtmamışım ki”
 
Onu can alıcı yerinden yakalamanın verdiği tezlikle hemen sorusunu yanıtladım.
 
 
“Köyde düğün varmış, adamın verdiği davetiyeleri su bendine atmışsın”.
 
Yine yemin billah inkâr edip bu lafı çıkaranlara beddualar yağdırdı, bu lafı dillendiren herkese ilendi.
 
Aslında işin gerçeği şöyleydi; Bizim köyde eski gelenek olan oku dağıtma değişim göstererek günümüze kadar gelmişti. Düğün sahipleri uzak köylerdeki akrabalarına düğünü haber vermek için matbaada bastırdığı davetiyeleri dağıtmak görevini Memed’e veriyordu. O da ilk gençliğinden itibaren küçük bir ücret karşılığında düğün sahibinin istediği köylere bu davetiyeleri ulaştırıyordu.
 
Yine böyle bir görevlendirmenin birinde, yaptığı işlerin sonunda hakkını alamadığını düşündüğünden aklına cin bir fikir gelmiş. Yılların verdiği kızgınlık, birden kalbinin üzerine bir öfke bulutu gibi gelip oturmuş. Bir sürelik gel git düşüncelerin ardından ruhunu daraltan öfke, intikam alma isteği ağır basmış. Düğün sahibinin verdiği davetiyeyi gittiği köyün deresine poşetle hiç nedensiz cumburlop atıvermiş. Sağını solunu kolaçan edip kimsenin görmediğine kanaat getirince oradan ayrılmış.
 
Yuvarlak Çaydan yola çıkan poşet Akdeniz’e doğru yol almış. Ardından köye gidip görevini yerine getirdiğini üzerine isimleri yazılı şahıslara bizzat elden ulaştırdığını düğün sahibine haber vermiş.
 
Günler gelmiş geçmiş, düğün zamanı evin önünde davullar zurnalar çalınmaya başlamış. Kesilen öküzün eti koca koca kazanlarda odun ateşinde pişirilmiş. Portakal ağaçlarının altına tahta sandalyeler atılmış. Masaların üzeri (eksiksiz) rakısına kadar donatılmış. Artık davetliler hazırlıkların eşliğinde dört gözle beklenir olmuş. Olmuş fakat gelen giden olmayınca büyük şaşkınlık yaşamış herkes. Düğüne gelen giden birkaç davetlinin dışında pek gelen giden yokmuş. Ev köyün dışında olduğundan kendi köylüleri bile kendilerine davetiye verilmediği için kırgınmışlar. Davul zurnanın sesini duymalarına rağmen kızgınlıklarından gidip düğüne katılmamışlar. Davul zurna, yıldızlı bir Akdeniz gecesinde boş masalara çala çala, hayal kırıklığının bungunluğunda geceyi sonlandırmış.
 
Yemekler kazanda rakılar masada öylece mahzun kalakalmış. Düğün sahibi dünürlerine mahcup, üzüntülü bakışlarla uğurlamış kız tarafını gecenin kırılganlığına. Bir gün sonra olayın şokunu atlatınca Memed’e karşı kin besleyip onu dövmeye kalkışsalar da köyden birkaç aklıselim ”Zaten yarım akıllı garibanın teki” söylemiyle ortalığı yatıştırmışlar.
 
Bu düğün olayı tabii herkes tarafından ballandıra ballandıra anlatılmaya başlanınca köyden gelen akrabalardan laf arasında biz de işitmiş olmuştuk.
 
Düşünün yetmişli yaşlarda ihtiyar bir delikanlı, yıllardır özlemini duyduğu kendi düğününün, dağıtamadığı okusunun intikamını bir başkasının umutlarını suya atarak almış.
 
Kendisi her nedense inkâr edip kabul etmese de bakışlarından muzip bir serçe havalanıp dut ağacının yemyeşil dallarının arasındaki serinlikte kaybolup gitti.
 
Memed evin önündeki su sesindeki bir gölgeden büyüyen sancının derinlerde seğiren yalnızlığıydı artık.