Yayın olarak, dilimize verdiğimiz özeni sürdürebilmek ve meramımızı; yaşayan, kolay ve anlaşılır bir dille aktarabilmenin titizliğini ilk günden beridir sürdürüyoruz. Bunu iyi yapabilmenin temel etmenlerinden biri de; yazın dili ile konuşma dili arasındaki kalıcı, sürekli ve etkin iletişim olsa gerek diye düşünüyoruz. Öğrendiklerimiz, aslolarak bu toprakların sahici zenginliklerinden. Nâzım Hikmet de bunlardan başta geleni. Dilimizi zengin, etkileyici ve kıvrak kullanabilmenin en parlak ustası. Biliyorsunuz, UNESCO, 2002 yılını Nâzım Hikmet yılı olarak kabul etti. Şiirin ve Türkçe'nin büyük ustası Nâzım Hikmet, o yıl, Türkiye ve yurtdışında yapılan çeşitli etkinliklerle anılmaya başlandı…

Dille ilgisi kadar ilginç ve herkesçe pek bilinmeyen bir yanı ile biz de usta şairi anmak istiyoruz. Ozan, Bursa Cezaevi’nde yatarken bir vesile ile 1942 yılında dokumacılığa başlıyor. Yedi yıl boyu hemen her gündüz tezgâhların başında, geceleri ise şiiriyle baş başa, yüreğinden geleni ‘dokuyor’.

Dokumacılıktan para kazanmak…

Yazımızın bu bölümden sonrasını, Memet Fuat’ın Adam Yayınları’ndan çıkan ve şairin yaşamını her yönüyle konu edinen kitabından alıntılayarak sürdüreceğiz.

Bundan tam 60 yıl önce Nâzım Hikmet, Ertuğrul adında genç bir adam ve Raşit Kemali isimli edebiyat heveslisi bir başka genç (şairle birlikte 3.5 yıl hapislik yapmış olan yazar Orhan Kemal), cezasını çekip çıkan bir hükümlünün dokuma tezgâhlarını devir alırlar. Kitaptan sürdürelim: Sürekli bir gelir kaynağı bulmak için düşünüp duran Nâzım Hikmet bu öneriye (dokumacılığa) dört elle sarıldı. Hemen Cezaevi Müdürü ve Savcı ile görüşüldü. Gerekli izinler alındı. İki tezgâhını satan yargılıyla konuşup anlaşıldı. İş iplik bulmaya kalmıştı. İplik, Dokuma Kooperatifi’nden karneyle alınıyordu. Tezgâh başına iki paket. Kooperatif’ten ipliği ile gelen işlerden yalnızca dokuma ücreti alınıyordu. Bu yolla iki ay kadar kısa bir sürede borçlar ödendi. Üçüncü bir tezgâh da bulundu. Borçlar ödendiğine göre, bundan sonra işlenecek her paket iplikten gelen para doğrudan kazanç olacaktı. Hesapları Nâzım tutuyor, kârı da şöyle bölüştürüyordu: Bir pay Raşit Kemali (yazar Orhan Kemal) için, bir pay Ertuğrul’a, iki pay yazar Kemal Tahir’e, iki pay (karısı) Piraye’ye ve bir pay da kendisine. Bütün yatırımı şair yaptığı halde, dışarıdakiler için ikişer pay ayırıyordu. Kemal Tahir’in de hakkı vardı.

Kemal Tahir’e yazdığı mektuplardan: “Sana bugün para yolladım. Alıp almadığını bildir. Biz burada beş kişi dokuma tezgâhı kurduk. Bu beş ortaktan biri de sensin. Bundan böyle payını muntazaman yollayacağım. Yani artık tezgâh sahibi oldun, dokumacılığını tebrik ederim.” (5 Mayıs 1942)

“Sana bir şey söyleyeceğim, bu meseleyi iki gün içinde tahkik edip bana derhal bildir: İki metre eninde, iki buçuk metre boyunda ve ortadan dikişli bir yorgan çarşafı Malatya’da kaç para eder? Ve orada bizden bu boyda ve ende toptan yorgan çarşafı almak isteyen tüccar var mı? Ve toptan ve parasını malı alır almaz vermek şartıyla, kaç paradan alır ve ne kadar ister? Malımız çözgü 20 numara, atkı 12 numara ipliktendir. Ve beher çarşaf en aşağı 660 gram çeker? Bir mesele daha: Bana oradan, karaborsadan iplik bulmak kabil midir ve paketi, muhtelif numaraların kaç parayadır?”

Elbükümü pahalı oluyor…

“İplik meselesine gelince, sen orada İktisat Müdürlüğü’ne filan resmen müracaat ederek normal fiyattan ayda hiç olmazsa iki paket iplik alabilirsen, bir paket 20 ve bir paket 12 numara mesela ve onları bana yollarsan çok iyi olur. Karaborsa fiyatı burada da orası gibi. Elbükümü sizin orada buradan pahalı. Mendillere gelince, buradan ucuza satılıyor orada. Yani senin anlayacağın, buradan oraya mal gönderip iş yapmak olmayacak. Fakat yukarıda da söylediğim gibi, resmen ucuza hiç olmazsa iki paket iplik temin edebilirsen ayda, ben burada onları işler sana mal yollarım, sen de orada satarsın, o vakit iş var.”

“Biz burada harıl harıl sergiye hazırlanıyoruz. İstanbul’da açılacak olan Yerli Mallar Sergisi’ne bizim tezgâhlar da mal gönderecek. Mucidi şahsen özüm olan ve adını, beraber çalıştığımız ustanın köyüne izafeten, Kaymakçıköy Kumaşı dediğim bir çeşit ve emsali piyasada mevcut olmayan yarı ipek, yarı iplik ince bir gömleklik de bu vesileyle dünya yüzü görecek. Burada daha dokunurken kapış kapış aldılar. Ve ipek memleketi Bursa’nın ipekçi ustaları hayrette kaldılar. Şakayı bırak ama, hakikaten harcıâlem bir ipekli icat ettim. Halis ipeği halis pamukla karıştırıp, ter çekmesi bakımından da faydalı, demokrat bir ipekli çıkarttım. Şu prensip daima doğrudur: Yapılanı iyice bildikten sonra, ona yeni bir şey katmalı, bunun içinde bilgi, zevk ve kafa el ele çalışmalı Yeni icadımdan yeni bir şiir yazmış kadar memnunum. İbrahim Balaban da – köylü ressam – ‘Dokumacılar’ isimli bir tabloyla sergiye iştirak ediyor. Sergi hazırlığı bittikten sonra benim Kaynakçıköy İpeklisi’nden kızıma da iki buçuk metre yollayacağım, sıcakta gömlek yapıp püfür püfür giyer. (…) Dışarı çıkarsam, dehşetli projelerim var. Hepinize rahat rahat hikaye, şiir yazmak imkanını – maddi imkanını – hazırlayabileceğim. Dokumacılığı katiyen bırakmayacağım. Demokrat lüks eşya yapacağım.”

“Sergiden zarar ettik. Ama zararı çıkarmaya çalışıyoruz.”

“Orada otuz liraya bulunan ipliğin numarası kaçtır? Bana bunu bildir de ona göre sipariş vereyim. (…)”

“Sen bana şunu öğren: Bir metre yirmi santim eninde ve bir doksan boyunda, bir kişilik yatak çarşafının tanesini orada kaça satmak mümkün. Dikkat et, tanesini, çiftini değil. Sonra tarağı da sana yolladığım yorgan çarşafının tarak sıklığındadır.” (29 Aralık 1943)

“Sana buradan haberler vereyim: Bizim tezgâhlar üç adetti. 249 lira açıkla – yani bana borç bırakarak – bu ayın başında iflas ettiler. Şimdi bu borcu ödemek ve yeniden faaliyete geçmek için çareler ararken bir taraftan da çoluk çocuğun geçimi için tercüme filan araştırıyorum. Bizi karaborsa mahvetti. Kooperatif’ten üç tezgâh için ancak bir paket iplik alıyorduk, karaborsaya çalışıyorduk, bütün sermaye zaten 160 kâattı. Bir ters işe bir o kadar da içeri girdik. Haydi hayırlısı. Sildik, tüh bismillah, yeniden başlamalı.”

“Bugünlerde, daha doğrusu şu iki aydır, fena halde meteliksiz kaldım. Şurdan burdan tercüme parası filan alacağım var, ama henüz alamadım. Tezgâhlardan yine hayır yok, ama olacak. Hasılı işin bu para tarafı düzelemedi. Burada biz kazandan bir öğün yemek alıp yiyoruz Emin Beyle beraber. Ve yemek hakikaten güzel, yağlı pişiyor. Bir öğünü de marulla filan idare ediyorum. Fakat sıhhatim gayet iyi. Bu perhiz böbreklerime yaradı. Zaten yaş ilerledikçe yemeyi içmeyi kısmak lazım.”

Apre denen fenni muamele…

“Sana bundan önceki mektuplarımdan birinde de söylediğim gibi ceketlik yünlü kumaş göndereceğim. Biraz uzadı. Sebebine gelince çıkardığımız yünlüleri bir kere de fabrikada apre denilen fenni muameleden geçirtmek icabet ettiğindendir. Birkaç güne kadar kumaş gelecek ve hemen sana yollayacağım. Terzi parasını, astarını, telasını, düğmelerini, kordonatısını göndereceğim, artık sana orada bir prova verip diktirtmek kalır.”

“Allah belasını versin, tezgâh işleri yine bozuldu ve Manon tercümesinden pek hayırlı bir netice çıkacağını ummuyorum.”

“Senin çamaşırlıkları dokuyorum. Yakında yollayacağım.” (7 Kasım 1945)

“Burada ben bir perde işi yaptım, yani tül perde dokudum, elime biraz para geçti, sana elli lira yolladım, bunun çok az olduğunu, arada borçlandığını, yemeksiz kaldığını biliyorum, mamafih ilk ağızda biraz yardımı dokunur.”

“Biz burada dokumacılıkta bir kriz geçirmekteyiz, işler birden bire durdu. Lakin bunu da alt edip yine tezgâhları tıkırdatacağız elbette.” (20 Haziran 1947)

“Mektubun içinde sana yolladığım yünlü kadın kumaşı örneği çift endir, yani 138 santimdir eni, İstanbul’da bunları perakende on bir liraya metrosunu satıyorlar, benim tezgâhın mamulüdür, fakat parasızlık ve imkansızlık yüzünden geç kaldığım için, İstanbul’da sattıramadım, maliyeti sekiz liradır, sekiz buçuğa toptan müşteri bulursan metroda elli kuruş da bize kalır, sekiz buçuktan yukarı bulursan daha âlâ, yani sen şu örneği çarşıya göstertmeye gayret et, çeşitli renkleri vardır.”

“Bugünlerde telgraf çekecek param da yok, lakin yakında bu züğürtlükten kurtulacağım, bezleri sattık, henüz parasını alamadık.”

“Mamafih, dur bakalım, bir dokuma siparişi almak mümkün olacak galiba.” (6 Ekim 1948)

“Sekiz dokuz aydır mekik attığım yok. Tezgâhlar öyle kapalı durur.” (Kasım 1948)

“Bizim burası yakında iş yurdu olacak. Beni de çalıştırırlar da nafakayı çıkarırız umudundayım.” (13 Haziran 1949)

***

Şiirimizin büyük ustası Nâzım Hikmet, hapislik yıllarında dokumacılığın ustası olduğu kadar, hasretlerin de ustası olmuş...

Sevgilisine, oğluna, doğup büyüdüğü kente... Ülkesine hasret yaşamıştır:

***

iki şey var ancak ölümle unutulur

anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü

ve koparmış ipini eski kayıklar gibi yüzer

kışın sabaha karşı rüzgârda tahta cumbalar

ve bir saç mangalın küllerinde

uyanır uykudan büyük İstanbulum

iki şey var ancak ölümle unutulur

***

Ve hasretin yorgunluğuyla, gecelerin leylak ve hanımeli koktuğu bir haziran günü, 3 Haziran 1963'te, sabahleyin, ülkesinden, Memet'inden, İstanbul'dan, sevdiklerinden uzakta yaşama gözlerini yumar.

***

Nâzım Hikmet, ‘Vasiyet’ şiirinde şöyle der:

"Anadolu'da bir köy

mezarlığına gömün beni

ve de uyarına gelirse,

tepemde bir de çınar olursa

taş maş da istemez hani...”