Prof. Dr. Neşe Özgen, 15 Temmuz darbe girişimi ve sonrasında ilan edilen OHAL’e ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

Özgen, “OHAL gibi kısıtlayıcı bir mekanizmayı devreye sokmak ve bütün siyasi yapıları, bütün karar mekanizmalarını OHAL üzerinden yürütmeye çalışmak, KHK’lerle altı doldurulmamış bazı kararlarla paldır küldür işe kalkışmak son derece tehlikeli.
 
“Örneğin 30 günlük gözaltı süresi, hemen arkasından açıklanan ilk beş gün avukatlarla ve yakınlarla görüşememe, savcıların yetkilerinin artırılması gibi uygulamalar bize 12 Eylül askeri rejimini hatırlatıyor ve muhalif olan gruplarda -şahsen bende de- “acaba yeni bir darbeyle mi karşı karşıyayız” diye düşündürüyor” dedi.

 “Darbeci generaller ve onlara destek verenler bütün OHAL ve sıkıyönetim dönemlerinden müthiş zenginleşerek çıkmışlardır” diyen Özgen, “Yani mülke el koyma, sermayenin el değiştirmesi ve bunun soruşturulmaması böyle dönemlerde çok yaygın” ifadesini kullandı.
 
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Neşe Özgen Evrensel’den Serpil İlgün’ün sorularını yanıtladı.

15 Temmuz gecesi, darbe girişiminde sokaklardaki tanklara vs. rağmen halkın bir bölümünün sokağa çıkmasını nasıl değerlendirdiğinizle başlayalım. Üstelik bu, sokağa çıkmanın neredeyse terörist faaliyet olarak ilan edildiği günlerde oldu. Sokağa çıkmanın temel motivasyonu neydi?
 
Bu ilginç tabi, çünkü Gezi’yle başlayan, kendi yaşam alanına müdahale edildiğinde bunu açıkça söyleyebilme ve sokaklarda söyleyebilme anlayışı, bu defa ve ilk kez merkez sağ ve sağcılar arasında görülmeye başlandı. Yani daha önceden sokakta olmak çapulculuk, eşkıyalık ya da dediğiniz gibi devlete karşı olmak iken, şimdi devlet kendisinin sokakta savunulmasını onayladı. Bunu ne kadar geriye alabilecek emin değiliz.
 
“İlk gün hangi motivasyonla sokağa çıkıldı” sorunuza gelince, devletin çağrısı ve devletin yanında olma motivasyonu.
Devletin yanında olmak mı, yoksa Erdoğan’ın yanında olmak mı?
 
Kısmen Erdoğan olabilir, kısmen devlet olabilir, kısmen kitlesel bir sürüklenme olabilir. Burada şunu da belirtmekte fayda var; sokağa çıkma ve devletin sokağı meşrulaştırması son derece olumludur. Diğer yandan linç girişimleri gibi olayların sokakta cereyan etme biçimi bundan sonra daha meşru biçimde var olacaktır. Bu nedenle de endişeliyiz.
 
O halde şu kaygıyı paylaşıyorsunuz? Darbecilere karşı sokağa çağrılanların, yarın demokrasi, hak ve özgürlük isteyecek kitlelere karşı da seferber edilmeyeceğinin hiçbir garantisi yok!
 
Evet, sokaktaki davranışın muhaliflere karşı yönelmesinden ya da anlık kızgınlıklarla linç girişimleri, mülke el koymalar, kimi zaman insana saldırmalar gibi cereyan etmesinden endişeliyiz.
 
Nitekim ilk gün gerek askerlere, gerekse kendinden olmayana yönelik linç girişimleri ya da işte “Fenerbahçe şampiyon mu oldu ?” diye sorma gafletinde bulunan bir gencin bıçaklanması, sonra özellikle kadınlara ve cinselliklerine yönelik çok ciddi sloganlar ve bunların devam etmesi, sokakta sadece Müslümanların olduğuna dair izlenim ve sloganların yükseltilmesi, ilk zamanlar hakikaten hepimizi son derece endişelendirdi.
 
Şu anda peki?
 
Son birkaç gündür devlet sokaklardaki kalkışmaya bir tür sahneleme olarak el koymuş gözüküyor. Özel platformlar kuruluyor, çağrılar yapılıyor, yani bir tür sokak eğlencesi haline dönüştürülüyor. Ama devlet eliyle dönüştürülüyor. Kumanyalar sunuluyor, bayraklar dağıtılıyor, ücretsiz araçlar, sanatçılar geliyor, eğlendiriyorlar falan. Aslında şu an İstanbul, İzmir, Ankara, Erzurum, Konya, Trabzon gibi birkaç yerin dışında çok fazla alana iniş yok.
 
Bunlar, dediğim gibi bir yandan olumlu. Yani sokakta olmak olumlu bir şeydir ama sokağın kendi iradesini nerede göstereceğini de mutlaka görmek gerekiyor. Böyle bir ikilem var burada. İktidarın insanları sokağa çağırmadaki temel vurgularından biri olan “tehlike geçmedi” söylemini de son derece sakıncalı buluyorum.
 
Neden?
 
Çünkü sokağa çağırdığınız insanların güvenliğini almadan, üstelik devlet ve bizzat hükümet kademeleriyle topyekun tehlikede olduklarını söyleyerek sokağa çağırmak ne kadar doğru, bilemiyoruz. Eğer herhangi bir saldırı olursa bu insanlar nasıl korunacaklar? Mesela 15 Temmuz’dan bu yana sözü edilmeyen IŞİD tehlikesinin de geçmediğini düşünüyoruz.
 
Bir diğer mesele, biz aşağı yukarı 1-1.5 yıldır şöyle bir duyguyla yaşıyoruz; bir yerlerde bizim adımıza kararlar veriliyor, bir şeyler yapılıyor ve biz hiçbir şekilde kontrolü elimizde tutamıyoruz, hatta bırakın kontrolü elde tutmayı, bu ülkenin bir vatandaşı ya da bir kurumun üyesi olarak kurumsal sadakatin, vatandaşlık sadakatinin temel ölçülerinden biri olan karar almaya katılma hakkımız tamamen elimizden alınıyor.
 
Buna karşılık ikinci bir duygumuz daha vardı, o da şuydu; “Bir yerlerde bir şeyler olup bitiyor ve bunlar bize bildirilmiyor. Eğer ben bu yerlerde bu şeyleri yapan iktidar sahiplerine yeterince yakın olabilirsem, yani rabıtalanabilirsem, o zaman bu kararlardan ben de yararlanabileceğim diğerlerinin aleyhine.” Bu ikincisi, vatandaşın devletle karşı karşıya gelip hakkını arama davranışını tamamen söndüren bir zemin.
 
Tanıdığını bularak, rabıtılanarak devletin kenarında durabilme davranışı, belediyelerden siyasi kurumların tamamına, hatta siyaseten bağımsız ve özerk olması gereken örneğin üniversitelerden şirketlere, yani liyakat üzerinden kadro almaya çabalaması gereken kurumlara kadar her yerde çok yaygınlaştı. Bu da vatandaşlık algısını zayıflattı.
 
O nedenle sokağa çağırmanın nasıl yönetileceği ve onun ötesinde sokağa çağrının şu anda nereye evrildiğine bakmak lazım.
 
Demokrasi için insanlar alanlara çağrılırken aynı günlerde Suruç katliamı anmasının yasaklanması ya da grevde olan işçilerin sokakta olmasına izin verilmemesi neyi gösteriyor?
 
Hükümet onayı yoksa sokağın onaylanmadığı anlamına geliyor. Dolayısıyla sokağı elinde tutma gibi meselelerde dikkatli davranması gerekiyor iktidarın. Eğer insanlar gerçekten bu kadar coşkulu biçimde taltif edilerek, onaylanarak sokaklarda olmaya başladılarsa, bunun devamı gelir.
 
Evet AKP’liler de sokağa çıksın, sokak olumlansın çünkü bizi sokaklardan içeriye çeken, kapatan bir dönemle karşı karşıya kalmıştık. Benim kaygım, iktidarın kendisine karşıt ve muhalif gördüğü her yapıyı sokağa çıkmaktan men etmeye başlaması. Örneğin, birçok kadın arkadaşımız bu gösterilerin yanlarından geçerken rahatsız oluyorlar. Ben mesela ne zaman, nereye doğru çıkacağım konusunda tereddüt ediyorum.
 
Çok fazla maskülen bir karakter taşıyor, hatta zaman zaman maçolaşıyor, zaman zaman saldırganlaşıyor, kendi içerisindeki paramiliter gruplara, kendilerinin ne kadar mani olabileceğini bilemiyorum. Çünkü parçalama, yok etme, tanka kafa atma gibi bir takım görüntüler ve dinsel sembollerle güçlendirilmiş şiddet onaylandı.
 
Yarın öbür gün bu şiddetin örneğin bizim mahallemizde aklını yarı kaybetmiş olan 75 yaşındaki Yahudi Sofi Hanıma dönüp dönmeyeceğini bilemiyorum. Ya da bekar yaşayan kadın arkadaşlarımıza dönüp dönmeyeceğini bilemiyorum. Bunun ne tür bir adalet anlayışını bize göstereceğini bilmemiz gerek.
 
Dolayısıyla sokağın, adalet anlayışının insan haklarına ne kadar uygun olduğunu kanıtlamaya ihtiyacı var. Bu, işte bayrak reklamlarıyla, “milli irade” demeyle, “halk demokrasiye sahip çıkıyor” demekle olmaz. Mesela sosyal medyaya bakıyorum, Gezi’ye çok özendiklerini görüyorum.
 
Zaten biliyorsunuz 15 Temmuz ve sonrası, “AKP’nin Gezi’si” olarak da nitelendiriliyor...
 
Evet, Gezi’nin bazı sembollerini taklit vb. görüntülerle karşılaşıyoruz. Bazı pankartlarla, bazı görüntüler verilmeye çalışılıyor; fakat benim görebildiğim, halktan ziyade, birtakım insanlar biatını gösterebilmek, adeta bir tür reklam için alana gidiyorlar. Platformlarda siyasiler, yarı siyasiler, iş adamları, sermaye sahipleri, sanatçılar var. Bunlar, mesela Cumhurbaşkanı tarafından Saraya çağrılarak taltif ediliyor.
 
Bir kere tek tek kişilerin öne çıkarılması son derece sakıncalı. Gezi’de halk öndeydi, kimse bireysel olarak önde değildi, bireysel olarak önde olmaktan da utanmaktaydı. Bir tür komünalizm, dayanışmacılık söz konusuydu. Oysa şimdi sadece bir tür İslami nasyonalizmle örtülmüş bir reklam sokağı görüyorum. Dolayısıyla sokağın kendisini biraz demokrasiye getirmesi lazım.
 
MEVCUT DURUM SIKIYÖNETİME BENZER BİR HAL ALMAYA BAŞLADI
 
OHAL’in bir müjde gibi sunulması ve sokağa alkışlatılmasını nasıl değerlendirirsiniz?
 
Kitle kültürünü bu zamana kadar yükselttiler zaten: Berkin Elvan’ın annesinin yuhalatılmasıyla başlayan, Ankara Katliamı’nın bir statta alkışlanmasına kadar giden bir süreç insanları devlete, devletin söylediklerine yakın olurlarsa eğer ondan pay alabilecekleri ve gerçek vatandaş sayılacakları konusunda hazırladı.
 
Dolayısıyla OHAL’in bir müjde gibi verilerek alkışlatılmasına şaşırmamak lazım. OHAL bir müjde olamaz. OHAL bir ülke için üzüntü verici bir durumdur. OHAL’in sunduğu olağanüstü tedbirler, insanların birbirini ihbarına, muhaliflerin birbirini temizlemesine ya da iktidar içindeki kendi payına ortak olacaklarını düşünen bazı insanların kişisel çıkarları nedeniyle diğerini zedelemesine, bazı insanları beğenmediği için, belki de bazılarını beğendiği için, bazı mülkleri beğenmediği için ya da yine belki beğendiği için kendisine yontabilecek bir biçimde iktidarla birleşme şansı tanıyor.
 
Mevcut durum aslında sıkıyönetime benzer bir hal almaya başladı. OHAL KHK’lerle bile yürütülse, Anayasa ve uluslararası bağlı bulunduğumuz yasaların dışına çıkamaz. Ve bunlar eninde sonunda ülke içindeki mahkemelerden, uluslararası mahkemelerden geri dönecektir. Kaygım, bundan birkaç zaman sonra bunlardan doğacak tazminatları da vatandaşlar olarak bizim ödemek zorunda kalacağımızdır. Buna karşı çok dikkatli olunması gerekiyor.
 
‘Cumhurbaşkanımızı, reisimizi, iktidarımızı, devletimizi hedeflediler’ söyleminin, OHAL gibi uygulamaların meşru/haklı görülerek desteklenmesine yol açtığı değerlendirmesine katılır mısınız?
 
Bunun da payı vardır kuşkusuz. Burada şu görülmeli; OHAL gibi kısıtlayıcı bir mekanizmayı devreye sokmak ve bütün siyasi yapıları, bütün karar mekanizmalarını OHAL üzerinden yürütmeye çalışmak, KHK’lerle altı doldurulmamış bazı kararlarla paldır küldür işe kalkışmak son derece tehlikeli. Örneğin 30 günlük gözaltı süresi, hemen arkasından açıklanan ilk beş gün avukatlarla ve yakınlarla görüşememe, savcıların yetkilerinin artırılması gibi uygulamalar bize 12 Eylül askeri rejimini hatırlatıyor ve muhalif olan gruplarda -şahsen bende de- “acaba yeni bir darbeyle mi karşı karşıyayız” diye düşündürüyor.
 
Bir diğer mesele, bütün OHAL ve sıkıyönetim dönemlerinde mülkün el değiştirmesi, sınıfa saldırılar, daha kırılgan olan grupların daha az görünür olması ve bunlara yapılan haksızlıkların sonunun alınmaması gibi sıkıntılarımız vardır bizim her zaman.
 
Ve nedense darbeci generaller ve onlara destek verenler bütün OHAL ve sıkıyönetim dönemlerinden müthiş zenginleşerek çıkmışlardır. Yani mülke el koyma, sermayenin el değiştirmesi ve bunun soruşturulmaması böyle dönemlerde çok yaygın. Tıpkı insan hakkı ihlalleri gibi. Bir diğer kaygım da, sokaktaki insanların birbirine düşman edilmesi.
 
MİLLİ MUTABAKAT, MİLLİ VE ULUSLARARASI SERMAYENİN ONAYIYLA MEŞRULAŞACAK
 
Malumunuz, Cumhurbaşkanı ve Hükümet, darbe girişimi sonrasında ‘darbeye karşı milli mutabakatın sağlandığı’ söylemini öne çıkarıyor. Ancak bu argümanın içine HDP dahil edilmiyor. Diğer yanda da ‘Gezi’ye Topçu Kışlası’nı yapacağız’ dayatması var. Bu nasıl bir mutabakat?
 
Bu bize, bütün eski AKP ve Erdoğan reflekslerinin hâlâ gündemde olduğunu gösteriyor. Gerek kendi meşruiyetini sağlamak için sokakta sürekli bir karışıklık yaratma ve bunun üzerinden başkanlık sistemini hayata geçirme; gerek iktidar sorumluluğuyla çoktan adım atması gereken, ordunun çeşitli kademelerini Meclise bağlama konusunda, şimdi harekete geçiyormuş gibi görünme; gerekse sermayenin yeniden paylaşılmasında eski sözlerini tekrarlama gibi meselelerde Erdoğan ve AKP’nin eski refleksleri hareketli.
 
Topçu Kışlası’nı yapacağız demek, sadece Gezi’yi kaşımak, bir iç çatışmayı kaşımak değil; bir yandan da sermayenin el değiştireceğini, birtakım yerlerin yeni sahiplerini bulacağının sözünü vermesidir. Zira her ne kadar genişlemiş olursa olsun, AKP’nin etki sermayesi henüz ne ulusal ne de uluslararası meşruiyeti yeterince sağlayabilmiş değildir. Keza Reza Zarrab Davası ve Panama Belgeleri vb. de bunu açıkça gösteriyor. Milli mutabakat, siyasi mutabakattan ziyade milli sermaye ve uluslararası sermayenin onayıyla meşrulaşacaktır.
 
 
İNSANLIK DIŞI BİR RÖVANŞİZM GEZİNİYOR ORTALIKTA
 
Malumunuz, darbe girişiminin sosyolojik ayağında bir de ‘darbecilerin cenaze namazı kılınmayacak’ fetvasının ardından gelen ‘hainler mezarlığı’ tartışması var. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Diyanet İşleri Başkanı’nın ‘aileler rencide olabilir’ uyarısıyla tabelanın kaldırıldığını açıkladı, ancak mezarlık varlığını koruyor. Hainler mezarlığı nasıl bir akıldır, insan hakları açısından nerede durur…. Ne söylersiniz?
 
Doğrusu böyle vahim bir şey olamaz. Kadir Topbaş’ın böyle bir mezarlığı kendi başına açması kadar, belki de daha vahim olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın böyle bir konuda kendisini söz söylemeye yetkili kılması. Bir tür rövanşizmin ortalıkta gezindiğini biliyoruz zaten ama bunun bu kadar insan dışı cereyan ediyor oluşu son derece vahim. Benzer şeyleri, Lokman Birlik’in cenazesinin sürüklenmesinde ya da çocuklar canlı canlı bodrumlarda öldürülürken bize seyrettirilmesinde de gördük.
 
Ben bu ortamda alelacele çıkartılan hadım yasasına da dikkat çekmek istiyorum. Bunun tecavüz suçlularının idamına kimsenin karşı durmamasıyla meşrulaşarak, insan bedeninin öjenik müdahalenin önünü açtığını düşünüyorum. Bunun çok daha başka öjenik yaklaşımlara yol açabileceği, onları meşrulaştırabileceği konusunda son derece tedirginim. Bu, muhaliflerin zihinlerinin silinmesinden tutun, bazı muhaliflerin akıl hastanesine kapatılmasının meşrulaştırılmasına kadar gidebilir. Bir an önce bu yoldan dönülmelidir.
 
Aynı tutum idam meselesinde de karşımıza çıkıyor, ‘Toplum talep ediyor’ deniliyor...
 
Tabii. Çoğunluk demokrasisiyle değil, çoğunluk totalitarizmiyle karşı karşıyayız ve çoğulcu demokrasiden çok uzağız. Umarım hem idam hem de hadım yasasını çok dikkatli ele alır ve bunun gerilemesi için gerekli adımları atarlar.
 
TEMEL MESELE IŞİD’LE MÜCADELE
 
Biraz önce, sokaktaki insanların birbirine düşman edilmesi kaygısını taşıdığınızı belirttiniz. 15 Temmuz darbe girişiminden önce de, izlenen politikaların toplumdaki kutuplaştırmayı artırdığını, hatta giderek düşmanlaşmaya dönüştürdüğünü konuşuyorduk. Darbe girişimi sonrası ‘sokağa çıktın çıkmadın, vatana sahip çıktın-çıkmadın’ tartışmalarının da eklemlendiği sokak tablosu, var olan ayrışmayı nasıl etkiler?

Türkiye’nin uzunca bir süredir hemen hiçbir iç politikası kendi iç demokrasi dinamikleriyle çok fazla harekete geçemiyor. Aksine dış politik dinamikler çok fazla egemen olmaya başladı. Şu anda da dış politika dinamikleriyle ülke içinin çok fazla ilintili olduğunu düşünüyorum.
 
Nasıl?
 
Bir çok meselenin Suriye’deki savaşla ilgisinin kurulması gerektiğini düşünüyorum. Komplo teorisine asla başvurmayacağım, uluslararası ilişkiler uzmanı vb. de değilim, sadece gözlemlemekte olduğum sınır yapısı üzerinden bunu söylemeye çalışıyorum. Suriye sınırının geçmişte kaldırılması ve çok geçişli hale getirilmesi, sanıldığı gibi bir sınırın ilga edilmesinin ötesinde bir anlam taşıyor.
 
O da şu; eğer bir sınırı bir yerde kaldırırsanız devlet olarak, bir başka yerden o sınırı tutmak zorundasınız. Aksi takdirde siz de giren çıkanı denetleyemezsiniz. Hatta bu ‘serbest geçişler’ içeriye doğru ülkeyi tampon ülke haline getirir. Ankara katliamında da benzer bir şey söylemiştim, “Birden bire Suruçlaştı Ankara” demiştim.
 
Hatta İstanbul Suruçlaştı, İstanbul Suriyeleşti. Hatta ileriye doğru giderek, Belçika, Fransa, Almanya Suriyeleşiyor. Türkiye bu yanlış politikalardan bir an önce vazgeçip, IŞİD ve ÖSO’yu, El Nusra’yı, Ahrar-u Şam’ı sınırda tutabilecek bir laikliği, gerçekten net, temiz, açık bir tutumu belirlemezse, bizi önümüzdeki günlerde çok daha süreklileştirilmiş darbelerin bekleyeceğini düşünüyorum.
 
Dolayısıyla, Türkiye’nin şu anda siyasi bir istikrara kavuşabilmesi, kendi iç meselelerinin çözümünü oluşturmaya başlayabilmesi, IŞİD ve ÖSO’yla açıkça savaşmasından ve dolayısıyla aynı zamanda Kürt sorununda nasıl bir tavır alacağını açıkça söyleyebilmesinden geçiyor.
 
Yani pergelin ucunu IŞİD’le mücadeleye oturtuyorsunuz?
 
Evet, temel mesele IŞİD’le mücadeledir. IŞİD’le mücadelede nasıl bir yol izlenecek? Suriye politikası nedir? Asıl soru bu şu anda.
 
KIŞLALARIN YERİNİ CAMİLER ALDI
 
Erdoğan ve AKP cephesinin, önceden de Rus uçağı vs. gibi olaylarda işaretlerini verdiği, ‘tüm kötülükleri FETÖ yaptı’ tutumu, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında alenen dillendirilmeye başlandı. Başta AKP tabanı olmak üzere, toplum bu söylemi nasıl satın alıyor? İkna edilebiliniyor mu?
 
Şu andaki politikalar toplumu ikna etmek üzerine gitmiyor, kitle kültürünü yönetmek üzerine gidiyor. Toplum da ikna olmuyor zaten. Yani bir güç ona bu işlerin böyle olduğunu söylüyor, o da ona doğru yatkınlaşıyor. Ertesinde başka bir şey söylendiğinde, ona doğru da destek verecektir.
 
Aslında iktidara kemik bir oy verenler dışında, yani yüzde 23-28 grubu dışında, ben insanların mevcut durumu gördüğünü düşünüyorum. Şunun çok iyi farkındalar, bu bir paylaşma zamanıdır ve iktidara el koyan bu paylaşmayı yönetecektir! Bunun şimdiki görüntüleri İslamiyet üzerinden yürütülüyor olabilir, camilerden, salalar üzerinden yürütülüyor olabilir, geçmişte de kışlalardan yürütülmüştü.
 
Dolayısıyla benzer darbe tecrübesini burada konuşturacaktır. Burada dediğim gibi iki mesele var; biri sokağın meşrulaşması ve devletin sokağı desteklemesi. Diğeri de kışlaların yerini camilerin almış olması. Bu dinsel perdelemeyle de devlet baş etmek zorunda.
 
ACİLEN GELECEK HAYALİNDE ORTAKLAŞMAK GEREKİYOR
 
Son aylarda genişçe bir çevrenin katıldığı ‘demokrasi güçlerinin birleşmesi’ fikri, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından daha da yakıcılaşmış görünüyor. Bu çağrıları nasıl değerlendirirsiniz?
 
Görebildiğim kadarıyla hem Kürt hareketinin, hem diğer demokrat güçlerin acilen kendi bölgeselleşmelerinden, refleks gündemlerinden kurtulmaları gerekiyor. Son dönem ablukaları ve ağır hak ihlalleri HDP’yi destekleyen insanların da dikkatini Kürt illerine doğru çekti.
 
Aynı hak ihlalleri Türkiye’nin her yerinde yaşanmaya başladıktan sonra buna dair yeni bir kontrat mekanizması oluşturulması lazım. Bir diğeri, 1400’lü yıllardan beri sürüp getirdiğimiz iyi öğretiler, temel teoriler var, onlara yeniden bakmakta fayda var. Yani hayat, 200 yıldır devam eden kapitalizmin dışında, bizim bildiğimiz bazı temel değerlerle esas olarak yürür.
 
Dolayısıyla başka bir dünya kurabilmeyi tekrar hatırlamamız lazım. İttifaklara girişmek, yeni yapılar oluşturma görevi, yeni aktörler oluşturmak ve siyaset yapmak görevi her zaman temel görevdir.
 
Öte yandan geçmişi tahlil etme, olmakta olanı tahlil etme tartışmasını bir yana bırakıp acilen gelecek hayalinde ortaklaşmak gerekiyor. Aksi takdirde birbirimizi yiyerek, o demokrasi güçleri de kendi içerisinde yok oluyorlar. Ortak bir gelecek tahayyülünde birleşebilirsek iyi olacak, bunun acil sorumluluk olduğunu tekrar hatırlatalım.