Nefret ve ırkçılık söyleminin tek ırk, din, ideoloji üzerinden biçimlendirildiği ve bolca katliamların gerçekleştirildiği Türkiye gibi bir ülkede söylemin kendisinin birer hapis cezası ile cezalandırılması vakası düşünce ifade özgürlüğünü kısıtlar mı kısıtlamaz mı?

Öncelikle Türkiye’de Alevilere, Hıristiyanlara, Ermenilere, Rumlara, Solculara, Kürtlere karşı işlenen belli başlı katliamların hiçbirinin kendiliğinden durup dururken ortaya çıkmadığı, nefret ve ırkçılığın bu eylemleri gerçekleştirecek bireysel ve kitlesel tetikçi katillere birer savunma aracı olarak kullanıldığı gerçeğinin görülmesi gerekir. Aynı zamanda da nefret ve ırkçılık söyleminin tarihlerinde bu olgunun yarattığı tahribat ve yıkımı önlemek için çabalayan her modern dünya ülkesinde düşünce ve ifade özgürlüğünün istisnalarından biri olarak kabul gördüğünden, düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında korumaya alınmadığı gerçeğini de.

Peki Nefret söylemini yaptırımını Ceza Kanunda yer vererek hapis cezası ile cezalandırmak mı gerek? Özgürlükçü bir bakış açısıyla bakıldığında bu suçun söylem boyutunda hapis cezası ile yaptırıma bağlanması kanımca yersizdir. Bu tür söylemler hürriyeti kısıtlayıcı hapis cezası yerine hem caydırıcı hem de mağdurun mağdurluğunu giderecek tazminatlarla yaptırıma bağlanacağı gibi idari yaptırımlara konu edilebilir yada bu yönde gelen şikayetleri hapis cezası dışında yaptırımlara bağlayacak komisyonlar oluşturulabilir.

Ama söylem sahibi yada bu saikle hareket eden kişi aynı zamanda mağdura karşı başka bir suç oluşturan eylem de gerçekleştirmişse (mesela cinayet, müessir fiil, cinsel saldırı ya da mala zarar verme gibi fiiler) o eylemin birer ağırlaştırıcı saiki olarak cezası ağırlaştırılabilir. Hukuk tekniği olarak bu iki husus aynı maddede iki ayrı fıkra olarak düzenlenebileceği gibi ayrı maddeler olarak da düzenlenebilir.

Nefret söylemlerin hapis cezası dışında yaptırımlara bağlanması düşüncesine ek olarak şu hususun altını çizmeden geçmemek gerekir düşüncesindeyim. Türkiye, 1915, 1937-38, 6-7 Eylül 1955 ve sonraki katliam ve trajedilerle yüzleş(e)memiş ve sürekli inkar temelli yaklaşımlar sergileyen siyasi, sosyal ve hukuksal yapı ve atmosferini büyük bir dirençle muhafaza etmeye devam ettiği unutulmamalı. Bu yüzleş(e)meme direnç ve inkar atmosferinde, ülkede eşit vatandaşlık hukukuna tabi tutulmayan tüm kesimlerin bu yoğun nefret, ayrımcılık ve ırkçılık söylemlerinden manevi yönden birer 'şiddet' olarak etkilendiklerini/algıladıklarını ve bu durumun kendisinin başlı başına bir işkence olduğunu ve yoğun travmatik sonuçlar doğurduğunu artık görmemiz ve anlamamız gerekir.

Öyle bir travmadır ki her an benliklerinde aynı şekilde hedefe konularak, katledilme, sürülme ve her şeyi kaybetme potansiyelini sıcağı sıcağına yaşama etkisidir. Bu gerçekler karşısında nefret, ırkçılık söylem ve davranışlarını halen bir düşünce ve ifade özgürlüğü olarak savunmak; ya bu gerçekleri görmemek ya da hukuktan amaçlanan eşitlik, barış, huzur ve güvenlik ruhunu anlamamak anlamına gelir.

Fakat benim de haklı olarak katıldığım kaygılardan biri; Kürt veya Ermeni meselesi ile ilgili barışçıl beyan ve itirazlar, bugüne kadar nasıl ki Türklük hassasiyeti süzgecinden geçirilerek yoğun bir cezasal yargı lincine maruz kalmışsa benzer biçimde diğer din, inanç veya inançsızların maruz kaldığı hususlardaki itirazlar yada dindar bir nesil yaratma söylem ve icraatlarına karşı geliştirilecek söylemlerin İslamofobi üzerinden değerlendirilerek sürekli bir cezalandırılma tehdidi altında kalacağı yönündeki endişelerdir. Yani yine tersinden ayrımcılığın önlenmesi konusundaki sarf edilecek düşüncelerin, siyasal ve sosyolojik bakımından çoğunluğu oluşturan iktidar veya Müslüman topluluk açısından din hassasiyeti üzerinden kampanyalara ya da hükümet hassasiyetleri ile birer İslam karşıtı olarak değerlendirilip yargısal lince maruz kalma endişesidir.

Hükümet ve yargı organlarının, özellikle bu konuda neyin nefret söylemi ve ayrımcılığı oluşturacağı hakkında gerek AGİT gerek Avrupa Konseyi ilkeleri, uluslararası temel insan hakları ışığında uluslararası mahkemelerin verdiği kararlar ile bu temelde evrensel yargı ilkesi bağlamında içtihatlar oluşturmuş ülke uygulamaları üzerinden birer klavuz oluşturacağının altını fazlasıyla çizmesi ihtiyacı bulunmaktadır. Hükümetin dil, söylem ve uygulamalarının belirleyiciliği yanında ayrıca nefret ve ayrımcılık konusunda yargının temel hukuksal formasyondan geçirilmesi gerçeği ile karşı karşıya olduğumuz da unutulmamalıdır. Aksi takdirde iyi bir adım ve uygulama geçmişte nasıl Türklük merkezinden tersi yorum pratiği ile mağdurlar yaratmışsa bugün de İslam hassasiyeti ile her şeyi İslamofobi değerlendirmeler üzerinden yaratılmamalıdır.

Tabi en önemlisi olarak gördüğüm ise, bu konuda yasal düzenlemeyi tamamlayacak, işlevselleştirecek ve çok az ihtiyaç duyulacak hale getirecek adımın; Aldığı tavsiye kararları ile (son birkaç yıl olmaması gelecekte eski işlevine dönmeyeceği anlamını taşımaz) İcracı hükümetlere, askeri ve sivil tüm kurumlara birer talimat gibi yansıyan ve sistemi en yukardan aşağıya örülmesinin sağlayan Milli Güvenlik Kurumunun tasfiyesi ile zorunlu askerliğin kaldırılması gerekliliği ve zorunluluğudur. Yine kendi iç eğitim sistemleri ile koca bir ordu ve emniyet teşkilatının ayrımcılık ve önyargı ile yetiştirilmesinin önüne geçmenin önemi yanında, TSK'ya bağlı Psikolojik Harp Merkezlerinden Özel Harp Dairesi ve onun etkilediği eğitim, adalet, içişleri gibi icracı bakanlıkların etkili biçimde masaya yatırılarak evrensel insan hakları bağlamında revize edilmeden ne nefret ve ayrımcılığın ne de bunların birer silah olarak konularak ve kullanılarak işlenecek eylemlerin sonu gelir.