1960’lı yıllardan itibaren Ankara Altındağ, Mamak, Seyran ve Tuzluçayır Natoyolunda kurulmaya başlayan gecekondu mahalleleri 1980’li yıllara gelindiğinde devlet tarafından “öcü” olarak gösterilmeye çalışıldıysa da halk tarafından devrimci örgütlenmenin ve dayanışmanın beşiği olarak kabul edilmişti. Sonra ki süreçte o bölgelere yapılan baskınlar, işkenceler, sürgünler tamda bu yazılanları doğrular nitelikteydi lakin her şeye rağmen Tuzluçayır’da örneğin, çöpün ve duvarı sıvanmamış gecekonduların arasında büyüyen bizler için kendimizi mutlu edecek şeyler bulmak çokta zor değildi.
 
1980’li yıllara geldiğimizde henüz yeni yeni televizyonlarımız oluyordu. O da her evde değil mahallenin belli başlı evlerinde olurdu televizyonlar. Ve komşular toplanır akşamları televizyonları olan evlere misafirliğe giderdi.
 
Tuzluçayır Natoyolunda ilk televizyon alan ailelerden birisiydik. Öyle ki kendi evimizde akşamları salon da adım atacak yerin olmadığı günlerimiz bile olurdu. Ama hiç rahatsız olmazdık. Özellikle de salı günleri. Zira salı günleri Türk Sineması günüydü ve mahalleli evden ayrıldığında ya gülmekten kırılmış ya da ağlamaktan helak olmuş şekilde ayrılırdı.
 
Çocuktum, henüz kimse gelemden televizyonun hemen önünde ki boşluğa eski püskü minderi de altıma alır televizyonun açılmasını beklerdim. Birçok kahramanımız vardı o günlerde. Kadınlar ve özellikle de genç ablalarımız Tarık Akan’ı çok severlerdi. Gözlerinden, bakışlarından anlaşılıyordu bu. Erkekler ve babalarımız için çokta şey fark etmiyordu aslında. Yorgun argın eve geldiklerinde nasılsa haberleri izlemelerine kimse engel olmuyordu ve salonda sigara içmek de serbestti.
 
Biz çocukların ise çizgi filim ve reklamlardan sonra özellikle de Türk filmlerinde çeşitli kahramanları vardı. Reklamlarda Rüştü Asyalı’nın canlandırdığı “Kararsız Kasım” bizi en çok güldüren ve etkileyen isimlerden biriydi. Sinema da ise bu isimlerin başında Cevat Kurtuluş ve Necdet Tosun geliyordu. Cevat Kurtuluş’un o kaş göz hareketleri Necdet Tosun’un ise şişman ve babacan hali biz çocukları çok etkiliyordu. Şişman olmanın aslında sevimli ve sempatik olmakla eş değer olduğunu bize sevdiren adamdı Necdet Tosun.
 
Eskiden Ankara Gençlik Parkında “Şişman Dondurmacı” diye bir dondurmacı vardı. Coca-Cola’nın içine beyaz leblebi atıp içmenin bile bizim için lüks olduğu günlerde Tuzluçayır’dan Gençlik Parkına yürüyerek gider, ailemizden aldığımız ya da çöpten topladığımız demir, bakır vs gibi elementleri hurdacıya satarak edindiğimiz paralarla sırf o şişman dondurmacıyı görmeye gider, dondurmayı hiç bitirmemek üzere yavaş yavaş ısırarak yemeye çalışırdık. O şişman dondurmacı bizim gözümüzde bir Necdet Tosun’du zira.


 
Şişmanlarla ilgili ilk şokumu bana yaşatan Süleyman Demirel ve özellikle de Turgut Özal olmuştur aslında. Necdet Tosun ve Şişman Dondurmacıdan dolayı her gördüğüm şişmanın bana sempatik gelmesi ve bunlarında beni yanıltmıyor olmamalarını ilk kıran isim onlardı. Taa ki Necdet Tosun’un ölümünden yıllar sonra oğulları Gürdal Tosun ve Erdal Tosun’u görene kadar. Bana çocukluğumda şişmanları sevdiren Necdet Tosun öldükten uzun uzun yıllar sonra oğulları ile tekrar karşımıza çıkmış, üstelikte kendi bıraktığı yerden, yani sinemayla, tiyatroyla, oyunculukla bizlerin beğenisini tekrar kazanmaya başlamıştı.
 
Her ikisini de, Gürdal Tosun’u da Erdal Tosun’u da çok erken yaşta kaybettik. Bana göre onlar sadece oyuncu değil babaları Necdet Tosun’dan bu topraklara kalan insan olmanın, adam olmanın, sempatikliğin, sevecen, güler yüzlü, insanların gözünden ziyada kalbine ve hatta yüreğine hitap etmenin iki birer temsilcisiydiler. Çünkü onları sevmek, onlarla konuşuyor olmak, onlarla şakalaşmak için onları tanımak, tanışmak, yan yana gelmek şart değildi. Onlar zaten hep içimizden biriydiler. Onları kaybetmek gittikçe törpülenen, hırpalanan ve hatta azalan insanlığımızdan yeni bir şeyler kaybetmekti aslında Hep özleyeceğiz onları ve hatta sinemada, tiyatroda, caddede ve sokaklarda arayacağız.
 
Niye yaşar ki insan, vakitli vakitsiz öldüğünde ardından birileri iyi ve güzel şeyler söylesin, iyi ve güzel şeyler yazsın diyedir belki de. Öyle insanları kaybediyoruz ki bazen onların ardından iyi ve güzel şeyler yazarken kendimiz de gittikçe yalnızlaşıyoruz. Her kaybettiğimiz değerden sonra bir kez daha yetimleşiyoruz. İşte Erdal Tosun zamansız ölümüyle bizi yetim bırakan isimlerden biriydi.