“Sihirli bir kelimedir asayiş; çünkü pek çok kapıyı açar.

Modern dünya tarihinde işlenen pek çok zulmün ruhsatıdır.

Toplumun güvenliğini sağlama, kaostan korkutma argümanıyla yapılamayacak çok az şey vardır. 

Asayiş... Egemenin uygun görmediğini uygulamasının anahtarı.

Karşı konulamaz, cazip, ikna edici bir kelime. Tabii kurbanı değil de uygulayıcısı iseniz. …Ahlâkın otoriteye tesliminin can yakıcı bir özetiydi bu.
Özneden 'emir kulluğu'na düşüşün hikâyesiydi.”


***

Bu satırları Hilal Kaplan yazdı. ‘Çözüm süreci’ zamanlarında değil!

“Kolluk güçleri tarafından öldürülen çocuk sayısı Canan’la 351 olmuş. Yarın 19.00’da Taksim Tramvay durağında eylem var. Gel bir göz de sen ol” diye tweet attığı 2010 yılı da değil.

Daha bu hafta! 

Aktardığım yazıda bahsedilen Adolf  Eichmann’ı da iki satırla anlatmak gerekirse, kendisi Hitler Almanyasının en önemli SS’lerinden. “Yahudi meselesi” ile yakından ilgili ve “Nihai Çözüm Projesi”nin mimarlarından.

Şu sıralar sıklıkla "Führer”in klonlanmış halinin karşımıza çıkmasına, “Kürt meselesi” gibi Yahudilerden de “mesele” olarak bahsedilmesine ve de “Nihai Çözüm”, “Sonuna kadar!” sözünün Erdoğan’dan Akdoğan’a sıklıkla dillendirilmesine “tesadüf” demeyeceğiz tabii ki.

‘Onların’ daha kolay anlayacağı Bediüzzaman’ın diliyle "Tesadüf, ancak cehlimizi örten bir perdedir."

Kuşkusuz siyasi literatürümüze ‘başkanlık’la birlikte yeniden giren Hitler ve Yahudi soykırımının temel ideolojik yapı taşlarını ifade eden kavramların, fiillerin Türkiye’de de yavaş yavaş, birbiri ardına dizilerek cehennemin yolunu döşemeye başlaması; sadece aklı ve vicdanı hür kesimlerin  gördüğü bir olgu değil.
    
Cehenneme taş döşeyenlerin en azından bir bölümü, hızla inşa edilmeye çalışılan bu yeni düzende kendilerine ayrıcalıklı yerler edindiklerinden/edineceklerinden, bu yeni düzenin başkanlıkla tahkim edilmesinin, çıkarları ve bulundukları mevkilerdeki varoluşlarının da tahkim edilmesi anlamına geldiğinden küçük birer ‘Göbels’ olmaya veya en azından suskun kalarak rıza göstermeye hevesliler.

Başka bir bölümü de Eichmann örneğinde olduğu gibi ‘iyi niyetle’ devletin bekası için verilen bütün emirleri kayıtsız şartsız yerine getirenler.

Sondan başlarsak; Türkiye ve dünya kamuoyunun tanıdığı önemli isimlerin imzası bulunan 1128 akademisyenin  sokağa çıkma yasaklarını ve katliamları protesto ederek devleti barış masasına çağıran açıklamasına ‘anında karşılık veren’ Führer adayımız “Aydın müsveddesi, cahiller” diye bas bas bağırırken, “gereği yapılmalı” emrini de ekledi.

Kenan Evren’in ruhu içine kaçmış bir Erdoğan 32 yıl önce olduğu gibi aydınları mahkemelerde süründürerek bedel ödetmeye hazırlanırken, işareti alan “güruhlar”  harekete geçti. 

Hiç bir yasa, yönetmelik bu emre cevaz vermese de, ‘görünürde’ sorumsuz ve yetkisiz bir cumhurbaşkanı ile aralarında hiç bir hiyerarşik-bürokratik bağ olmasa da hemen birkaç saat içinde 400 akademisyenin “devletin yanındayız” bildirisi düştü.

Birkaç saat içinde bildirinin de imzaların da sahte olduğu ortaya çıktı.

Hakim psikolojiyi bundan daha iyi anlatan bir örnek aransa bulunamazdı:

‘‘Eyleminizden haberdar olsa, Führer’in de onaylayacağı şekilde hareket edin.’’

AKP devletinin  “Susurluk, JİTEM” artıklarını ittifakla içine kattığı, yeniden örgütlediği legal/illegal tüm güçlerin JİTEM kurucusu Veli Küçük’ten bugüne adeta simgesi olmuş tetikçi Sedat Peker de vakit kaybetmeden sahnede yerini aldı.

Yine ‘tesadüfen’ Ankara katliamından bir gün önce “Oluk oluk kan akacak” diyen Peker, bu kez  aydınları,  kanını dökmekle tehdit etti. 

Keşke durum, yalnızca Sedat Peker’in kirli- karanlık özgeçmişiyle, mafyatik ünüyle açıklanabilecek kadar basit olsaydı. 

Sedat Peker’in, Musa Çitil’in, Cemal Temizöz’ün veya bugün Cizre’de Nusaybin’de, Sur’da “oluk oluk” çocukların, kadınların, sivillerin kanını dökenlerin her birinin 1930’ların Eichmann’ından farkı olmadığına göre açıklamasını Arendt’e bırakalım:    

“Asıl sorun tam da Eichmann gibi onlarca insan olmasından, onlarcasının ne sapık ne de sadist olmasından; ne yazık ki hepsinin eskiden de, şimdi de dehşet verici biçimde normal olmasından kaynaklanıyordu.’"

Özellikle “Şimdi de” vurgusunun altını çizerek, kendi yargı ve değerler sistemini  tamamen  egemenin onayladığı ve yücelttiği değerler içinde eriterek, işlenen tüm suçlara ortak olmayı bir “milli ve yerli görev” olarak gören ‘normal’ insanlardır mesele! 

O “normal insanlar” sayesinde, “Çocuklar öldürülmesin” demek de, “Savaşa Hayır Barışa Evet” demek de, yargısız infazlara, katliamlara, işkencelere karşı çıkmak da, Hilal Kaplan’ın -muhtemelen bugünle çağrışım yapacağı endişesiyle- “Asayiş” kavramını kullanmayı tercih ettiği, “terör”  ve “kamu güvenliğine tehdit” olarak ilan edilebilmektedir.

“Kamu güvenliği ve terör” tam da Hilal Kaplan’ın satırlarıyla “Modern dünya tarihinde işlenen pek çok zulmün ruhsatıdır. Toplumun güvenliğini sağlama, kaostan korkutma argümanıyla yapılamayacak çok az şey vardır.”

Ne kadar doğru!

Peki Hilal Kaplan bu satırları yazarken  7 Kasım seçimleri öncesinden bugüne, başkanlık hedefiyle kitleleri “kaostan korkutma argümanıyla” oy toplayan AKP iktidarıyla neden hesaplaşma ihtiyacı duymadı?

Yoksa Kaplan,  “Eichmann, faşizmin nasıl entelektüel kapasiteleri yerinde olan bir adamı ahlâki kapasitelerinden arındırıp sıradanlaştırabildiğinin kristalize bir örneğiydi …Ahlâkın otoriteye tesliminin can yakıcı bir özetiydi bu” derken, kendisinin farkında olarak ve bilerek kötülüğü seçtiğini mi ifade etmek istemişti?

İslamcı-otoriter siyasal gücün yarattığı  yeni siyasi ahlakın mükemmel birer örneği olan Kaplan ve türevleri Arendt’in altını çizdiği Hitler dönemi insan tipiyle başka nasıl bu kadar örtüşebilir?  

‘‘Saygın toplumun tamamı öyle veya böyle Hitler’e karşı koyamadığından, vicdanı yönlendiren toplumsal davranışı ve dini emirleri- ‘‘Öldürmeyeceksin!’’- belirleyen ahlaki kaideler neredeyse yok olup gitmişti.”

“Ahlâk otoriteye öylesine teslim olmuş”, bireyler “özneden kulluğa” öylesine hızlı bir düşüş yapmıştı ki; 2010 yılında “kolluk güçlerince öldürülen çocuk sayısı 351” iken ‘demokrat’ giysisi giyenler, yalnızca temmuzdan bu yana en az 58 çocuk hayatını kaybetmiş, en az 56 çocuk da uzuvlarını kaybetmişken artık “O sihirli ‘Asayiş’ nedeniyle zulmün anahtarına” sarılıveriyorlar.

“Düşüş” bununla kalmıyor.

Diyanetin bir soruya “Babanın şehvetle kızını öpmesi ya da şehvetle ona sarılmasının nikâha bir etkisi yoktur” yanıtını vermesi, ‘başörtülü bacılarımızın’ tüylerini ürpertmek bir yana savunmak da onlara düşüyor.

Hilal Kaplan, bu soruyu sorabilen, bunu düşünebilen adamı, buna cevaz veren dini otoriteyi sorgulamak, eleştirmek yerine seküler hukuku eleştirmeyi tercih etti. 

Sormak istiyorum; 9 yaşında olsaydınız, babanız size ‘şehvetle sarılsaydı’, babanızla anneniz arasındaki nikahın niteliği mi olurdu derdiniz?

Gerçekten ahlakınızı bu kadar mı otoriteye devrettiniz?

Diyeceğim tek şey şu:

Hilal Kaplan ve ‘saz arkadaşları’ Arendt’in kitabını eline alıp, aynanın karşısına geçmeli. Her satırı, kendileriyle göz göze bir daha, bir daha okumalı!