Prof. Hamit Bozarslan, ‘Kürdistan’ın Kürtleşmesinin temellerinden biri de Ermeni soykırımına katılım’ diyor…

Melis Kaya / Agos

Hamit Bozarslan, İletişim Yayınları’ndan çıkan kısa süre önce çıkan “Türkiye’de Siyasal Şiddetin Boyutları" adlı kapsamlı çalışmaya hem yazdığı sunuş yazısıyla hem de ‘Neden Silahlı Mücadele: Türkiye Kürdistanı’nda Şiddeti Anlamak’ başlıklı makalesiyle katkıda bulundu. Türkiye’de ‘Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi’, ‘Ortadoğu’nun Siyasal Sosyolojisi’ gibi kitaplarıyla tanınan Prof. Bozarslan, Fransa’da Sorbonne Üniversitesi’ne bağlı EHESS’te (Ecoles Des Hautes Etudes En Sciences Sociales/Sosyal bilimler Yüksek Araştırmalar Okulu) direktör olarak görev yapıyor. Bozarslan, tarihçi ve siyaset bilimci kimliğinin yanı sıra Kürt sorunu başta olmak üzere Ortadoğu uzmanı olarak tanınıyor. Bozarslan ile günümüz Türkiye’sinde yaşanan siyasal şiddetin farklı boyutlarını konuştuk. 

Siyaset ile şiddet arasında hiç zayıflamayan bir ilişki biçimi var Türkiye’de. Bunu sistem dahilindeki çözülemeyen köklü ihtilaflara mı yoksa devletin kuruluş biçimindeki temel sorunlara mı bağlayabiliriz?

Her ikisine de. Sanıyorum belirleyici olan her şeye rağmen devletin oluşma süreci ve bu süreç içerisinde milli bir kimlik oluşturmaya çalışılması. Bu milli kimliğin temelinde Mustafa Kemal yok, Ziya Gökalp var. Ziya Gökalp'in kimlik denklemi; Türkleştirme. Bu Türkleştirme ister istemez kendisini Türk olarak kabul etmeyenlerin ya da Türk kimliğini reddedenlerin dışlanması anlamına geliyor.

İkincisi İslamlaştırma; bu kendisini Sünni olarak kabul etmeyen kategorilerin dışlanması anlamına geliyor; hem Hıristiyan ve Yahudilerin hem de İslami olarak görülen Alevilerin dışlanması.

Ve Batılılaştırma; bu da kendisine medeniyet dayatılmasını kabul etmeyen grupların dışlanması anlamına gelmekte. Böylelikle sistem hem bazı kategorileri entegre edebiliyor, bu kategorileri asli kitle olarak değerlendiriyor; hem de bu oluşumla birlikte diğer kategorileri sistematik olarak dışlıyor.

Buna bir de devletin çok açık bir şekilde anti-liberal olmasını ekleyebilirsiniz, çünkü Ziya Gökalp'in sentezi ya da zaferi, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu'nda her türlü liberal çözümün ya da politik formülün dışlanması anlamına gelmekteydi. Böyle bir devlet kurulması ister istemez diğer kanatların dışlanmasını beraberinde getiriyor.

Bu dışlanma bazı dönemlerde mümkün. Örneğin Kemalizm döneminde bunu görüyoruz. Gerçi Kürt isyanları ya da direnişleri var, ancak bu direnişler kırılabiliyor. Fakat diğer bazı tarihsel zamanlarda bu hakimiyet sisteminin içselleştirilmesi çok zor olabiliyor. Bu dönemlerde ister istemez dıştalanan kategoriler kendilerini önce barışçıl bir şekilde, eğer barışçıl bir yöntemle direniş mümkün değilse, şiddetle ifade edebiliyorlar. Bu, şiddete karşı ise devletin kullandığı şiddet ve şiddetin yoğun bir şekilde kullanılması ister istemez diğer kategorilerin de şiddetini artırmasını ya da derinleştirmesini kaçınılmaz kılıyor.

Demokratik hak ve özgürlüklere yönelmekten ziyade hep ve yeniden gerilim üreten bir toplumsal süreç var Türkiye’de. Toplumun en zayıf ve iktidarda olmayan kesimlerinin daha çok etkilendiği bu gerilimin nedenlerine değinebilir misiniz? Bu yönetme biçiminin siyaset biliminde karşılığı nedir?

2000'lere kadar bu dışlama ve entegrasyon sistemi nispeten rahat bir şekilde işleyebildi. Devlet, Kemalizm döneminde tamamen ‘süpra-sosyal’ (toplum üstü) bir rol oynayabildi. Sonrasında her şeye rağmen devletin o süpra-sosyal rolü tamamen çözülmedi. Türkiye'deki devletin eski tip otoriterizmi aynı zamanda güvenlik ve milliyetçilik temelinden yola çıkarak bazı kategorilerin dışlandığı bir güvenlik sistemiydi.

2000’lerin başından itibaren giderek hegemonik bir sisteme geçiliyor. Bu hegemonik sistem sadece Türkiye'de geçerli değil, sanıyorum diğer bazı ülkelerde de hegemonik bir otoriterizme geçişten bahsedebiliriz. Bu hegemonik otoriterizme geçişin temelinde, çıkarları birbirine zıt olan kategorilerin aynı anda entegre edilmesi söz konusu.

Bu entegrasyon şu temelde olabiliyor; birincisi sosyal muhafazakârlık temelinde, ki Türkiye'deki siyasi sisteme baktığımız zaman seçmenlerin yüze 65'i yoğun ve devamlı bir şekilde muhafazakâr partilere oy veriyor. Bunu sadece Türkiye temelinde –Kürdistan dışında– ele alırsanız, bu seçmenlerin yüzde 72-73'ünün muhafazakâr partilere oy vermesi anlamına geliyor.

İkincisi, püriten bir burjuvaziye kaynak aktarımı var. Bu kaynak aktarımı hem taşra düzeyinde hem de kısmen de olsa, İstanbul düzeyinde burjuvazinin AKP'yi desteklemesini sağlıyor. Üçüncüsü, bu burjuvazinin getirdiği imkanlarla hayırseverliğin beslenmesi ve yoksulluğun siyasi bir sorun olarak değil de hayırseverlikle çözülebilecek bir sorun olduğunun yoksullara anlatılması, bu yolla yoksulların entegre edilmesi söz konusu. Bu, Türkiye'de yeni bir sistem ama 20. yüzyılın Latin Amerika'sında ve bazı Avrupa ülkelerinde de böyle sistemler söz konusuydu. Ancak aynı zamanda bu sisteme entegre olmayan kategorileri rahatlıkla dışlayabilen, hatta onları düşman olarak gösterebilen bir sistem bu. Putin’in Rusyası ve Chavez'in Venezuela'sı buna bir örnek olarak verilebilir şu anda.

Muhafazakârlık tanımı Türkiye’de yaygın ölçüde sadece din üzerinden algılanıyor. Siyasette ve hayatın diğer alanlarındaki muhafazakârlık üzerine neler söylemek istersiniz?

Türkiye'deki muhafazakârlık hem dünya çapındaki muhafazakârlıktan, hem de İslam'a has bir muhafazakârlıktan besleniyor. Dünya çapındaki muhafazakârlık, direnişi algılayamayan bir muhafazakârlık. Hemen hemen her yerde muhafazakâr rejimler toplumu birleşik bir aile olarak görüyor ve bu birleşik ailenin özne olarak algılanmayan fertlerinin birbirlerine sadık kalmasını, birbirleriyle dayanışma içerisinde olmalarını ve kendilerini yöneten babaya itaat etmelerini savunuyor. Bu yüzden muhafazakâr sistemler dünyanın her yerinde direnişi ya manipülasyon olarak algılıyor ya da iç ve dış düşmanlarla açıklıyor. Bu sistemi de 1980'lerde yine Latin Amerika'da görüyorduk. Aynı sistem Avrupa'da ve başka yerlerde de görülebiliyor, çünkü muhafazakârlığın temelinde direnişin kabul edilmemesi yatıyor. Muhafazakârlığın temelinde sıkı dayanışma içerisinde olan bir aile tahayyülü var. Muhafazâkarlık ister istemez korporatizmin geliştirdiği bir sistem. Böyle bir sistem içerisinde itaatkâr aile ferdi olabiliyorsunuz, ama direnen, hatta bağımsız bir fert olamıyorsunuz.

Buna ikinci bir olguyu daha eklemek gerekiyor İslam'a geçmeden önce. Türkiye son 30 yılda son derece hızlı bir değişime uğradı. Ortadoğu'nun tümünde hızlı bir kentleşmeye yol açan bir değişim yaşandı. Köy hayatından çıkış, şehirleşme ve şehirleşmeyle birlikte aile dokusunun ve otorite yapılarının zayıflaması görüldü. Bu, sosyolojik olarak son derece önemli bir olgu. Muhafazakârlık, bu yapıların ve ataerkil bir modelin yeniden üretilmesinde önemli bir rol oynuyor. Aynı zamanda da kentleşmenin getirdiği ‘ahlaki çöküş’, ‘dezentegrasyon’ (çözülme) ya da diğer tehlikelere karşı bir kalkan olarak algılanıyor. Birbirlerini izleyen hükümetler hem Türkiye'de hem de Ortadoğu'nun tümünde bu kalkanı ellerinden geldiği kadar güçlendirmeye çalıştılar. Devletlerin kendileri muhafazakârlığı üreten organlar olarak ortaya çıktılar. Burada Latin Amerika ile zıt bir durumla karşı karşıyayız; Latin Amerika'ya baktığımız zaman 1990’larda tam aksine orta sınıfların ve elitlerin muhafazakârlıktan uzaklaştığını görüyoruz. Ortadoğu'da olan ise bu muhafazakârlığın derinleşmesi.

Üçüncü bir olgu ise her şeye rağmen dinle ilgili. İslam'ın devlet teorisi 7. ve 10. yüzyıl arasında oluşuyor. İslam'da fitneden duyulan çok büyük bir korku var. İslam'ın tarihi aynı zamanda bir iç savaşlar ve fitneler tarihi. Bu fitneye karşı toplumun korunması gerekiyor, toplumun korunmasının baş koşulu olarak da itaat öne sürülüyor; Sultan'a itaat, Halife'ye itaat. Halife iyi bir Müslüman olmasa bile, bir diktatör olsa bile, ona itaat mutlak bir zorunluluk olarak algılanıyor. Buna karşılık ulema hem devlet nezdinde, hem toplumda, ‘bağlama ve çözme’, sistemi meşrulaştırma ve nizamı devam ettirme kapasitesine sahip olan bir kategori olarak değerlendiriliyor. İslam'ın devlet doktrininin Neo-Platonisyen (Yeni Eflatuncu) olduğunu hatırlamak gerekiyor. Bunun getirdiği itaat zorunluluğu bütün İslam devletleri tarafından şu ya da bu şekilde korundu. Bu şu anda Türkiye'de AKP'nin resmi devlet ideolojisi. İtaat ‘bizim’ toplumumuzun bölünmemesinin koşulu, İslam toplumunun bölünmemesinin koşulu, bir dini vecibe olarak ortaya çıkıyor. Dünya çapındaki muhafazakârlığın, direnişi algılayamama olgusunu ve İslam'ın getirdiği bu itaat zorunluluğu olgusunu birarada ele aldığınız zaman AKP'nin son yıllardaki gelişimini de rahatlıkla anlayabiliyorsunuz.

Türkiye siyasetinde merkezde kabul gören Sünni İslam varoluşun dışında kalan ciddi sayıda bir kesimin ortak bir muhalif doku oluşturamamasının temellerini nasıl açıklarsınız?

Bunun nedeni, söz konusu olan Aleviliğin, Sünniliğin aksine ve değişik tarihi nedenlerden dolayı çok uzun bir süre gizlilik içerisinde ve köylülük temelinde yaşamış olması. Aleviliğin topraksal bir bütünlük sağlayabilmesi, belli bir bölgede hegemonik bir yapıya sahip olabilmesi söz konusu değildi. Gerçi Sivas, Elazığ, Erzincan, Çorum gibi yerlerde yoğun Alevi toplulukları vardı, fakat bunların bir Alevi mıntıkası oluşturabilmeleri söz konusu değildi. Buna son 30 yılın hızlı kentleşmesini ve Aleviliğe karşı düzenlenen pogromların tesirlerini eklediğiniz zaman, köylülükten son derece hızlı bir şehirleşmeye geçişin gözlemlendiğini görebilirsiniz. Mesela 1990’ların başında Sivas'ta bir yığın Alevi köyü var ama 90’ların sonunda çok azalıyor. Alevi köyleri boşaltılıyor ya da Aleviler şu ya da bu şekilde İstanbul'a sürgüne mahkum oluyorlar. Bu olgu Maraş'ta da gözlemleniyor, Maraş Katliamı bu açıdan son derece önemli bir faktör, aynı olgu Erzincan'da ve diğer bazı illerde de gözlemleniyor ve bu şekilde Alevilerin belli bir devlet zoruyla ya da ekonomik sürecin getirdiği tesirlerle köksüzleştirilmesi sağlanabiliyor. İstanbul'da Alevi cemaatleri var, fakat bu Alevi cemaatlerinin bir alternatif ortaya koyabilmeleri son derece zor oluyor.

Bir de, Türkiye’nin büyük metropollerindeki Alevi aktörlerin, Kürt aktörleri gibi, güçlü bir kimliğe sahip bir topluma dayanabilme imkanlarının kalmadığını hatırlatmak gerekli. Aynı zamanda şu sosyolojik olgu da var: tarihsel nedenlerle bazı sahalar referans aktörüne sahip olabiliyor, diğer bazı sahalar –dünyanın her yerinde böyle– referans aktörüne değil çoğul bir sisteme sahip olabiliyor. Örneğin Kürt sahası, belli referans aktörler tarafından yapılandırılan bir saha. Aleviliğe baktığınız zaman, Alevilik kendi içinde o kadar çoğul bir olgu ki, bir yığın derneğe sahip olabilme sayesinde kendisini ifade edebiliyor.

Türkiye neredeyse yüz yıl boyunca aynı adla anılan sorunlarıyla baş başa. Kürt Sorunu, Ermeni Soykırımı, Aleviler, Radikal İslam ve diğer toplumsal azınlık/katmanlara ait çözülemeyen sorunlar. Bunları topluca ele almak zor ama varoluş nedenleri ve çözümsüzlükleri üzerinden ortak başlıklar bulunabilir mi? Örneğin devletin kurucu ideolojisi, demokratikleşememek ya da devletin yeniden yapılandırılamaması gibi…

Sanıyorum tüm bu faktörler açıklayıcı faktörler. Devlet olgusu, iktidar ilişkileri, bu iktidar ilişkilerinin taşra düzeyine yansıması, bu iktidar ilişkilerinin bazı dönemlerde ancak devlet zoruyla ya da şiddet yoluyla yeniden üretilebilmesi, devletin milli bir kimlik oluşturmaktan feragat etmemesi. Burada da Ziya Gökalp’in milli kimlik eklemine dönüyoruz; eğer barışçıl bir döneme geçmek istiyorsak, bu aynı zamanda toplumun çoğunluğunun kabul edilmesi ve toplumdaki ihtilafların meşrulaştırılmasını da zorunlu kılıyor. Ama kalkıp devleti milli olarak Türk, dini olarak İslam ya da Sünni ve medeni çerçeveden Batılılaşmış ya da İslami olarak tanımlarsanız, ister istemez bu toplumsal ihtilafların zaman içerisinde meşrulaştırılmadan ancak baskı yoluyla yönetilen ihtilaflar olarak yeniden üretilmesini engelleyemezsiniz. Buna bir de Türkiye'nin bir türlü kendi tarihiyle hesaplaşamamasını eklemeniz gerekiyor. Gerçi Dersim konusunda ciddi bir ilerleme kaydedildi, fakat mesela Ermeni Soykırımı konusunda tek bir adım atılamıyor, çünkü devletin oluşmasının temelinde bir soykırım var. 1914’te resmi Osmanlı rakamlarına göre toplumun yüzde 20’si Hıristiyan, 1924'te yüzde 1’e iniyor bu rakam. Bu kendi başına yeni bir toplumun, yeni bir devletin, cumhuriyet rejiminin oluşmasında belirleyici temelin ve faktörün soykırım, mübadele ve şiddet olduğunu gösteriyor. Türkiye'nin kalkıp bununla hesaplaşabilmesi gerekiyor ve bu tabii çok ağır manevi bedeli olan bir zorunluluk. Almanya'yı ele aldığınız zaman, Holokost şu anda resmi olarak Alman milli kimliğinin bir parçası olarak algılanıyor. Bu şu anlama geliyor; Almanlar'ın tarihi sadece Holokost'a indirgenemez, fakat Alman tarihi Holokost unutularak okunamaz. Türkiye eğer günün birinde bu sorunlardan kurtulmak istiyorsa her şeyden önce 1908-1924 dönemiyle hesaplaşmalı, kendi çoğulluğunu kabul etmeli. Bu çoğulluğu kabul etmek, aynı zamanda din, millet ve medeniyetten yola çıkarak bir kimlik oluşturulmasından feragat edilmesini de beraberinde getirmeli.

KÜRDİSTAN’IN KÜRTLEŞMESİNİN TEMELLERİNDEN BİRİ DE ERMENİ SOYKIRIMINA KATILIMDIR

Kürt siyasetinin kendisini 1915 üzerine 'kullanıldık' argümanıyla ifadesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu kısmen doğru ve kısmen yanlış. Kısmen doğru çünkü şu andaki araştırmalar çok rahat bir şekilde soykırıma katılan devlet dışı aktörlerin ancak devletten icazet alarak katıldıklarını çok net bir şekilde göstermekte. İstanbul'dan, İttihat ve Terakki'den gelen bir ivme olmasaydı, Kürtlerin soykırıma katılabilmesi her halükârda söz konusu olamazdı. Ama diğer yandan ‘Biz kullanıldık’ söylemi de son derece yetersiz bir söylem, çünkü ‘kullanılanlar’ aynı zamanda soykırımdan istifade eden kategoriler. Bunların arasında bazı toprak ağaları var, Ermeni kaynaklarının da çok açık bir şekilde gösterdiği üzere topraksız reaya var, şehir milisleri var ki bu Diyarbakır'da son derece aşikâr bir şekilde ortaya çıkmakta; Diyarbakır eşrafının kurduğu şehir milisleri açık bir şekilde soykırıma katılmakta. Soykırım sayesinde büyük ekonomik kaynak transferi söz konusu.

Tüm bunların tamamını "Biz kullanıldık, biz suçlu değildik" şeklinde açıklayabilmek mümkün değil, çünkü Kürdistan'ın Kürtleşmesinin temellerinden birisi de bu katılım; ve bu katılım dediğim gibi sadece devletin istediği bir katılım değil, aynı zamanda katılımcının şu ya da bu şekilde soykırımdan istifade ettiği bir katılım. O yüzden sanırım bu söylemi ne tümüyle doğrulayabilmek ne de tümüyle çökertebilmek mümkün, her iki boyut da var işin içinde.

Güncel Kürt siyasetinin, 1915 söz konusu olduğunda, Soykırım olduğunu kabul etseler dahi süreç içerisinde kendini etkin bir özne olarak konumlandırabildiğini söylemek mümkün mü?

Sanıyorum bu konuda sadece bir Kürt pozisyonu olduğunu söyleyebilmek zor. Mesela, 1960-70’lerde Irak'lı Kürt tarihçi Mazhar Ahmad, Kürtlerin soykırıma katıldığını çok açık bir şekilde dile getiriyordu, ama bir siyasetçi olarak değil bir tarihçi olarak. Şu anda takip edebildiğim kadarıyla Kürt hareketi, Kürtlerin soykırıma katıldığını ve bunun getirdiği tarihsel bir sorumluluğun olduğunu açıkça dile getiriyor. Hatta bu TBMM’de de dile getirildi. Yine Demirtaş'ın söylemleri ‘kullanıldık’ın ötesinde, bunun getirdiği tarihsel sorumluluğu da dile getiren bir aktarım. Tarihsel sorumluluğun hatırlatılması aynı zamanda katılanın özne olarak katıldığını da en azından satır arasında gösteren bir olgu. Fakat genel söylemin "Kürtler kullanıldı, Kürtler sorumlu değildi" şeklinde olduğunu biliyorum. Yukarıda da belirttiğim gibi, bu söylem kısmen doğru, fakat dünyanın her yerinde bu geçerli. Devlet dışı aktörler ancak devletin verdiği ivmeyle harekete geçebiliyorlar, fakat tabii bu harekete geçiş onların sadece kullanıldığı anlamına gelmiyor.

NE AKP ‘AK PARTİ’ NE DE CEMAAT HAYIRSEVER BİR CEMAAT

2015 yılı yaklaşırken Türkiye’de ve dünyada Ermeni meselesine dair genel bir değerlendirme yapar mısınız?

O değerlendirme beni korkutan bir değerlendirme, çünkü, siz de takip ediyorsunuz, Türkiye'de şu anda Gülencilik ve AKP arasında neredeyse bir iç savaş söz konusu. Sanıyorum Türkiye ikili bir masumiyet kaybına uğradı. Artık tüm bu olup bitenden sonra AKP’nin kleptoman bir iktidar olmadığını söyleyebilmek mümkün değil ve Cemaat'in yalnızca bir hizmet hareketi olduğunu söyleyebilmek de söz konusu değil. Ne AKP "AK Parti" ne de Cemaat hayırsever bir cemaat.

“HİÇBİR ŞEYİN YAŞAM SÜRESİ 12 SAATİ AŞMIYOR”

Ancak beni ürküten sadece bu değil. Thanatos'un, ölüm tanrısının gücü o kadar kesif ki şu anda. Türkiye tamamen kendi iç sorunlarıyla hesaplaşmakta ve görünebilir ufku 12 saat ile sınırlı. 12 saat sonra ne olacağını kimse bilmiyor. Bu son derece kaygı verici, Zygmunt Bauman'ın "Likit Modernite" tezini çok dramatik bir şekilde doğrulayan bir durum. Hiçbir şey kemikleşmiyor ve bir kilometre taşı haline dönüşmüyor ve hiçbir şeyin yaşam süresi 12 saati aşmıyor.

Ermeniler arasında şu an çok büyük bir beklenti var. Hafıza anlamında, Soykırım'ın kabul edilmesi anlamında, fakat Türkiye'de olup bitenler böyle bir beklentiye cevap verebilecek durumda değil. Söz konusu olan sadece Ermenilere düşmanlık değil; dediğim gibi, tüm Türkiye’nin iç ihtilafları hiçbir şeyi mümkün kılmıyor. Türkiye'nin şu anda Ermenilere söylediği şu; "Kusura bakmayın beyler, rahatsız ediyorsunuz. Birbirimizi öldürmekle meşgul olduğumuzu görmüyor musunuz? Lütfen, bizi rahatsız etmeyiniz. Bizim derdimiz bize yeter."

2015'te dünya çapında çok büyük konferanslar ve anma törenleri gerçekleşecek; 2015 Ermeni Soykırımı'nın son derece yoğun olarak tartışılacağı bir yıl olacak, ama bana öyle geliyor ki Türkiye'de bu tartışmalara çok büyük bir yer verilmeyecek. Eğer şu andaki ritm devam ederse –ki söz konusu olan sadece AKP-Cemaat ilişkileriyle sınırlı değil, başka ihtilaflar da var– Türkiye'nin dezentegrasyon süreci öyle bir noktaya gelebilir ki, Kürt meselesinin ya da Ermeni meselesinin veya hiçbir meselenin tartışılamayacağı ve insanların günlük kavgalar dışında hiçbir şeyle uğraşamayacağı bir duruma da varabiliriz. Onun bilincinde olmak gerekiyor. Avrupa'daki Ermeni dostlar bunun bilincinde değil; yani Türkiye'deki bu şiddet boyutunun, intihar noktasına varan yıkım dinamiklerinin farkında değiller.