“Sınır”lar devletlerin kutsalıdır. Bütün devletlerde insanlar “sınır”ı geçti diye nice katliamlar yaşanmıştır. Türkiye için de aynı durum geçerlidir. Ancak halklar için sınır her zaman zulmün, işkencenin, ölümün kaynağı oldu. Ahmet Arif’in 33 Kurşun şiirindeki “Komşuyuz yaka yakaya, birbirine karışır tavuklarımız” dizelerinin ne anlam içerdiğini Pirsus (Suruç)’u gören yaşar. İstanbul’dan Kobani için geldiğimizde bizler “bu yaka”da kalacağımızı ve buradan destek vereceğimizi düşünüyorduk. Ancak savaşın bir parçası olmak böyle bir şey olmalı. İlk gece arazide konumlanırken diğer günün sabahında “sınır kapıları”na gidiyoruz denmesi ile bir anda yapılan başka bütün planlar bir kenara bırakılarak araçlar ile Mürşitpınar “sınır” kapısı’na varmak için yola çıktık.

Araçlar belirtilen yere varmadan başka bir arazide durdu. Kitle bir anda yürümeye başladı. Bayraklar, flamalar, zılgıt ve sloganlar ile binlerin bir arazide yürümesi hepimizde bambaşka bir atmosferin uyanmasına neden oldu. “Sınır” dedikleri yere vardığımızda tel örgüler ve iki askeri akrep duruyordu. Kitle içinde iki genç arkadaşın bir anda ellerindeki bayrak ve flamalar ile akrebin üzerine çıktıklarını ve orada sallamaya başladıklarını gördük. Askerler bir şey yapmadılar. Hem kalabalık olmamız ve hem de eylemin tamamen kendiliğinden gelişmesinin buna etken olduğunu düşünüyorum. Kitle bir anda tel örgüleri indirirken diğer yandan da beton blokları kırmaya başladı, birkaç dakika içinde “sınır” dedikleri engeli aşarak “karşı yaka”da yürümeye başladık. Devrim yürüyüşü böyle bir şey olsa gerek… Muazzam bir heyecan ile dolu olarak araziden geçmeye başladık.

Kobani’ye girdiğimizde yaşadığımız heyecanın bir benzerinin bizi bekleyenler tarafından da yaşandığını gördük. Halk sokaklarda, evlerinin önlerinde büyük bir heyecan ve sloganlar ile bizi karşıladı. Ellerinde su bidonları, bakraçlar ile gelenlere taslardan su vererek ilk yorgunluğumuzu almak istiyorlardı. Çocuklar, kadınlar zafer işaretleri ile karşıladılar bizi. YPG/YPJ militanları da bu karşılamanın bir parçası idiler. Kentin sokaklarını yürümeye başladık bütün kitle ile.

19 Temmuz devriminden sonra yoğun bir yapılaşmanın olduğunu gözlemliyoruz. Kent adeta yeniden kuruluyor gibi. Yoğun bir inşa hali gözlemliyoruz. Savaşın bütün tahribatlarına rağmen hemen filizlenemeye açık bir hayat duruyor. Bunu kentin bütün sokaklarından görüyoruz.

Uzun bir yürüyüşten sonra kentin bir caddesinde toplanıyoruz. Konuşmalar yapılıyor, insanlar YPG/YPJ gerillaları ile resimler çekiyor. Yapılan konuşmalarda bizim kuzey “sınır”ını tutmamızın kendileri için daha etkili olacağını söylüyorlar, böylelikle Kobani’ye girişimizden iki saat kadar sonra geldiğimiz yolu geriye yürümeye başlıyoruz.

Gelmişken dönmek istemeyen, Kobani/Rojava’da kalmak isteyenler oluyor. Ancak talep burada kalmamız yönlü değil, bulunduğumuz yerlerden doğru dayanışma ve destekleri çoğaltmamız yönünde oluyor.

Geri dönüş yolumuz çıktığımız gibi karşılamıyor bizleri; uzun bir hattı askeri akrepler, polis tomaları ve yüzlerce asker, polis kapatmış. İçimizden bir heyetin konuşması bir şeyi değiştirmedi. “Buradan giremezsiniz, burası kapı değil”, yürüyüşümüz tekrardan geriye doğru başladı, biraz ilerlememiz ile askerlerin kalabalığa gaz bombaları ile saldırmaları bir oldu. Mayınlı arazi içinde sağa sola kaçamadan böylesi bir saldırı ile karşılaşmak hepimizi son derece zor duruma soktu.

“Sınır kapısı” dedikleri Mürşitpınar’dan giriş yapmaya geldiğimizde buranın da uygun olmadığını gördük ve yürüyüş yol boyu devam etti. İki saat kadar başka bir “kapı”ya yürüdük. Vardığımız yer savaştan kaçan insanlar, hayvanları ve de araçları ile doluydu. Karşımızdaki manzara korkunçtu. Toz toprak bulutları içinde binlerce insan, hayvan ve araçlar. Traktörlerin ve kamyonların römorklarında insanlar hayvanları ile birlikte yaşıyorlar. Bir insanı böylesi koşullarda savaş gerçeği dışında hiçbir şey tutamaz. Anlamak ve de anlatmak mümkün değil. Fotoğraf karelerine, insan aklına sığmayacak kadar korkunç bir durum yaşanıyor. Çıplak ayakları ile çocukların ve de kadınların günlerce değil, bir saat bile burada nasıl yaşadıklarını anlamak için güçlük çekiyoruz. Burası dünyanın herhangi bir yeri, savaşların yaşandığı bütün coğrafyalarda böylesi durumlar mutlaka olmuştur. Ancak savaş için kararlar verenlerin buraları gördüklerini hiç düşünmüyorum. Tayip Erdoğan, Ahmet Davutoğlu hayatlarında böylesi bir yer görmemişlerdir ve bir saat değil beş dakika burada duramazlar.

Savaşın/savaşların nasıl bir şey olduğunu, “sınır”ların korkunçluğunu ve insan, doğa, hayvan için ne büyük bir katliam ve de acı olduğunu anlamak/görmek için iki dakika orada olmak yeterlidir. Ben şimdi bunları yazarken o insanlar hala orada, kaldığımız araziye top atışları yapılıyor. İnsanlar bütün o korkunç hayatın hala bir parçası. Bütün bu acıların/savaşın bitmesi için önemli bir çaba var, ancak yeterli değil. Kürt Hareketi ve bileşenleri, HDK/HDP ve bileşenleri, kimi sosyalist grup ve de partiler, bir kısım Alevi örgütleri bir duyarlılık içindeler. Ancak bunlar hiç yeterli değil. Özellikle de Alevilerin daha kitlesel ve de etkili bir şekilde bu sürece dahil olmaları gerekir.

Türkiye’deki İslami/Müslüman yapılardan bir beklentim yok artık. Onlar bu insanlık trajedisi/yaşanan katliamlara dair hiçbir adım atmadılar. Hangi “Cuma”dan sonra IŞİD canilerini lanetlemek için yollara döküldüler. Türkiye’nin “dini bütün Müslümanları” suskunluğunuz ile sizler de bu katliamın ortağısınız…

Devam edecek…