Yazar Müslüm Yücel, gözaltına alınan Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Gültan Kışanak'ı 2013 yılında Mesele Dergisi'ne yazmıştı.
Yücel'in kaleme aldığı Gültan Kışanak portresi şöyle:
MECLİSİN ŞİRAZESİYLE OYNAYAN KADIN
I- Karanlıkta Islık Çalmak
Gültan Kışınak tanığıdım, hayatımın önemli bir döneminin birlikte geçtiği biridir- ki bu on iki yıla tekabül eder. Yirmili yaşlarda olan gençlerdik ve şimdi en gencimiz kırkına varmış durumdadır; Halk Gerçeği ve Yeni Ülke ile başlayan, Özgür Gündem ile devam eden gazetelerde birlikte çalıştık. Araya bir hayli zaman girdi ve bugün karşılaşsak bile belki birbirimizi tanımayız. Çünkü zamanla hayatlarımız farklı mecralara aktı; ben düşe, Gültan ve onun gibi pek çok kimse siyasete adadı kendini; adadı diyorum, çünkü Kürtler söz konusu olunca siyaset, hayatta kalma mücadelesidir ve bu mücadele bazan yaşadığı ortamın sessiz bir sakini bile yapabilir insanı.
Buradan yazının bir ucunu yakabiliriz ve bunun için biraz düş ve biraz da siyasetle ilgili küçük tanımlar yaparak yol alabiliriz. Düş. Gerçek bir hayat yok demektir. Bu yüzden, kendi adıma duyular dışında hiç bir şeyin gerçek olmadığına inandım ve duyulardan sığınaklar yaptım kendime. Musa gibi hayat ağacından düş kuzularına yaprak silkelemek, gerçek hayatta dört kuzuya sahip olmaktan daha iyiydi. Düşlerim elle tutulur gerçeklerim oldular sonra. İnsanın mutlu olmasa da umutlu olduğu tek mecra düştür; burada, gözlerinizi kapatırsınız ve içinizde kaç kişi yaşıyorsa siz o kadar kişisinizdir. Bireylere meydan okuma yoktur, insanlığa meydan okuma vardır burada.
Ancak siyasette böyle bir şey yoktur. Sayılar önemlidir. Örneğin kitle olmadan konuşamazsınız. Kendi kendinizle konuşsanız deli derler hemen. Kendi kendinizle konuşmanın hazını yaşatmaz kimse. Siyaset ise bir çemberdir; daralır, genişler. Tanımı değişmez ama; en sağlam tanım inanabilirlik varsayımı üzerine dönüp durur. Kitle iletişim araçları inanabilirliğe yardım ve yataklık eder, bütün amaç halktır- kitledir; kitle, seyircidir.
Siyasetçiye gelince, o, kendini, kitlede görür, gösterir; çünkü, varlık yeri burasadır. Burası, aynadır, aynasıdır. Hangi aynada, ne kadar görüntü saklı, bunu kimse bilemez. Kadın siyasetçi ise Türkiye’de yenidir. Kadınlar 1930’da seçme ve seçilme hakkıni elde etmişlerdir. Ancak kadınların meclise girmeleri 1935’te başlar ve toplam on yedi kadın 1935 seçimlerinde milletvekili olur. Bu sayı parlamentonun yüzde 4,5’una karşılık gelir. Az gibi görülen bu sayı, 2000’li yıllarına kadar iyi bir oran sayılır. Doğu’nun vekilleri ise Batı’dandır; Huriye Öniz Baha (Diyarbakır), Nakiye Elgün (Erzurum), Mihri İfet Pektaş (Malatya)ve Hatice Sabiha Görkey (Sıvas) ilk vekillerdir ama, bu vekiller seçildikleri illere gelmemişlerdir bile, ne adları ne de sanları vardır buralarda, sadece vekil olup seçilmişlerdir; hepsi V. Hükümet’in kadına “oy hakkı” vesilesiyle meclise girmişlerdir. Çoğu İstanbullu’dur (Mihri İfet, Bursalıdır). Türkçe iyi konuşmaları ve belli bir eğitim durumunda olmaları sanırım temel kıstas olmuştur. Muhalif anlamda Meclis’e giren ilk milletvekili ise Halide Edip Adıvar’dır; Adıvar, Mustafa Kemal öldükten sonra Türkiye’ye dönebilmiş (1939) daha sonra İzmir’den (1950) vekil olmuştur.
Behice Boran ise hem sosyalist hem Kürt meselesi babında dikkat çeker. Bu güne kadar kadın vekilleri hep atama yolu ile seçilirken Boran, 1965’te TİP’ten Urfa milletvekili olarak Meclis’e girer. Seçim bölgesinde tercüman kullanarak iletişim kuran Boran rakiplerini geride bırakır. Boran, 1970’lerde Kürt halkı üzerinde terör ve asimilasyon politikasının uygulandığına dikkat çeken açıklamalar yapar. Boran sınıfsal olarak bölge kapitalizmin eşitsiz gelişme yasanına ek olarak ekonomik ve sosyal olarak ihmal edilmiştir. Boran Kürt meselesi ile ilgili pek çok şey söyler ama bugün için en önemli Boran’ın Anayasal vatandaşlık hakkını savunmuş olmasıdır.
Kürtlerin kendi kendilerini temsili ise yenidir ve bunun kadın cephesinden ilk örneği Leyla Zana’dır. Zana, ettiği Kürtçe yemin de dahil biraz folklorün ve biraz da toplumsal hayatın figürüdür; on dört yaşında evlenen bir kız çocuğu olarak mağdur, tutsak bir belediye başkanının karısı olarak mağrur; Kürtçe yemin eder, mahsur kalmıştır. Üç koşulda da kahramandır: On dört yaşında evlenen biri olarak vicdanımızı yasa boğar; bir süre sonra bir vefa anıtı olarak cezaevi önünde kocasını bekler; sonra milletvekili olur, Kürtçe yemin ederek adı yayılır, hapis yatar ve bütün bunlar tarihle birleştiği an, Zana bir anda tek kadın (tek adam gibi) olur; açlık grevlerine tek başına girer, cenaze törenlerine tek başına katılır. Hakikat isteyen kadın, artık onaylayan kadındır.
Kısa kesiyorum. Zaman içinde, kadın milletvekillerinin sayısı artar. Ancak yeterli değildir. Toplumsal anlamda bir eşitlik yoktur çünkü. Bu yüzden güvensizlik söz konusudur. İnsanlar eşit olmadıkları için birbirlerini derinlemesine tanıyamazlar. Biri diğerini evcilleştirmeye çalışır. Örneğin bugün kadın vekiller, Meclis’te erkeklerin işlerini görürler. Erkeklik bir aynadır. Herkes kendisini bu aynada görmek ister. Başbakan, bakan ve milletvekilleri de buna dahildir.
Öte yandan kadın ve doğanın bir olduğu söylenmiştir. Bana göre erkeğin doğası bile kadındır (ama şimdilik geçelim). Bin yıllardan beri hem doğaya hem kadına hor bakılmıştır. Gerçek budur. İnsanların bebek olarak doğduğu yerde, erkek olarak büyümeleri de doğal karşılanmıştır. Bu yüzden ihanete uğramamış bir doğa parçası da, ihanete uğramamış bir kadın da yoktur. Günümüz siyaset bilinci de bütün bunlardan bağımsız değildir; siyaset bilinci kadına siyaset yapma yetkisini sanki bir hakmış gibi sunar. Kadının siyaset yapması, Meclis’te sanki erkekliğe kabul edilme törenidir. Hiçbir kadın mebus da buna itiraz etmez. Şerefim ve namusum üzerine sözü bile erkekçedir. Dahası bu yeminde- sözde erdem değil, kötülük saklıdır. Şeref, kim şerefli? Namus, kim namuslu? Şerefi deştiğimiz zaman dibinden utancın duvarları sapa sağlam durur ve duvarın harcında iki yüzlü statüler, kardeşini ve dostunu öldürerek kazanılan basit ünler, sahte onur söylevleri ve yapmacık haysiyetler vardır. İşte bu erkekliğe kabul töreninden sonra kadınlar, aslında erkek olduklarını söylerler.
TBMM yapı itibariyle erkektir. Erkeklik protez diş gibi- bacak gibi durur ruhlarda. İktidar bu ruhu takar insanlara, besler. Diğer yandan iktidar milletvekilleri salt kibarlık adına garip bir “efeminelik” içindedirler. Hepsi, göstermelik bir dünya içinde garip bir kıstırılmışlığı oynar ve bu oyundan garip bir haz alırlar; oyunun sahnelendiği perdenin gerisinde ise korkunç bir bastırma vardır. Kan basıncı ve hırs, yüzleri öyle bir yüzmüştür ki, kimse elini göğsüne vururak kendi yüzünü bile sahiplenemez. Anlarız lider sultası ile dönen partiler, garip bir efeminelik sunaklarıdır ve burada tek bir erkek vardır. İşaret parmağı ile bir tek o konuşur.
Gültan işte burada devreye girer. Kadının erkek gibi konumlandığı bir yerde Gültan Meclis’in şirazesi ile oynar. Herkesin birbirleriyle boyun eğerek bir arada olduğu yerde, o, kendine yaslanır; karşısında alçalacağı tek bir bayrak vardır, bu bayrak onun kendi astığı bayraktır. Karşısında boyun eğdiği tek bir kişi vardır, bu kişi kendi iç sesi, kendi vicdanıdır. Yaşamak başkalarının niyetleriyle örülmüş kazağı giyinmeye razı olmaktır. Kürtlere dayatılan budur. Gültan, yok der buna- yok diyor, başkasının gözü kaçacak kazağını giymem ben. İktidarın Gültan’a dayattığı tek bir şey var düşünme ve yaşa, onun iktidara söylediği bir tek şey var düşünmeme ve nasıl yaşamam gerektiğine sen karar verme.
İktidarın bir kadın tipi vardır ve bu tip garip bir yapaylık üretir; kılık kıyafetten, okur yazarlığa kadar doğal olmayan bir özendirmenin heykelleri gibi dururlar. Gültan ise yapaya karşı, kendi doğal haliyle durmaya çalışır ve iktidar onu evin hanımı, ailenin hizmetkarı olarak görmediği için, karşısına alır; bu karşısına alma konuşma, ikna etme ya da kavga etme temelinde değildir. Tek amaç vardır, yıkma. Gültan hayatının yirmi yılını siyasete adamış biridir. Başkasının zaman geçirmek, kendini avutmak ve biraz da olsa ihale almak için oturduğu Meclis koltuğu onda, tarih olarak tersine döner.
Türkiye’de tarih, siyaset ve bütün bütüne karlı bir zaman dilimi olan geçmiş durup baktığımızda Hegel’in mümtaz deyimiyle “yalnızca yıkıntılardan” ibarettir. Bu yıkıntılar üzerinden bize bakan meleklerin bile kanatları ince ipliklerle bağlanmıştır. Gültan insanların birbirleri ile acılarını paylaşamadığı, acıların insanları paylaştığı bir zaman diliminde büyümüştür. 12 Eylül’e bir ucundan değen herkes gibi o da uygulamalı olarak hayatın siyaset kısmındaki dersleri vermiştir. 90’lı yıllarda insanların okumaya çalıştıkları gazetelerde çalışmıştır. Daha sonra kısa bir dönem Bağlar Belediyesi’de çalışmıştır. Son iki dönemdir sıkça vurguladığım gibi milletvekilidir ve ayrıca BDP’nin eşbaşkanlarından biridir. Bundan fazlası da vardır ama, bu yazı için bu kadarı yeterlidir.
Konuşmalarından anladığım kadarıyla Gültan, milletvekilliği boyunca ideal bir siyaset izlemek istemiştir. Siyaset bazan ideallerimizi dile getirme aracıdır; varlık ve gerçek bilincimizle birleşir. Bu mutlu bile edebilir bizi. Ancak bir süre sonra siyasetin başka bir yüzü ortaya çıkar. Fikirler yoktur burada, çıkarlar vardır ve öyle bir hızla akar ki bu çıkarlar- çıkarlar çıkarları besler ve siyaset yapmak isteyen kişi ya onlardan olur ya da onların dişlileri arasında yok olup gider. Geriye bir tek şey kalır: Karanlıkta ıslık çalmak. İşte burada bir müzik sesi gelir. İsteyen Adrienne Rich’in The Fact of a Doorframe (1984) kitabında yer alan (Batık Gemiye Dalmak) isimli şiirini okuyabilirler. Şiirin bildirisinde geminin kenarına yakın bir yerinde duran masumca asılı bir merdivenden söz edilir; şair aşağı iner. Verilen hasarı görmeye çalışır.
Gösterilen ve görülen bir tek şey vardır aslında: “Ortalığa saçılmış hazineler.” Batık gemi imgesi ev nerede sorusu etrafında gelişir; dalmakla, benliği geri kazanmak birlikte işlenir ve nihayet, en geniş ev içimizde ile bir sonuca bağlanır; böylece bağ çözülür, suya dalış başlar. Su insana huzur verir. Burada (suda) kendi nefesi ile yaşar insan. Karanlıkta ıslık çalmak su ile birleşir. Çünkü, yalnızken insanın bütün inlerini sıcak bir su basar; eller titrer, sözler düğüm düğümdür ve bir türlü çıkmazlar ağzımızdan; ağlanacak bir omuz, konuşacak bir yüz aranır hemen, kimse yoktur ve kendini ifade etmek ile ima etmek arasında kalır insan.
Tek bir şey yapmak istenir aslında: Bağırmak. Gültan mebusan ağırlığından dolayı bağıramaz. Bunun yerine ıslık çalar. İşte ben bu ıslığı duydum. Tam tarih vermem gerekirse, 9 Şubat’tı. Rastgele haber okurken İMC TV’ye takıldım. Derdim haber okumak değildi. Burada arkadaşlarım var, sanki onları göreceğim duygusu ile biraz karıştırdım kanalın haberlerini. Eyüp’ü görebilir miydim mesala. Tam bu sırada Gültan’ın bir videosu ile karşılaştım. Önce haberi okudum sonra videoyu izledim; haber kısa, video uzundu. Ayrıntılarını arada hep andığım haberin konusu özetle (İmralı Süreci ya da) Çözüm Süreci’ydi.
AKP Genel Başkanı ve Başbakan Tayip Erdoğan, açıkça Gültan’ı sürecin dışında bırakıyor ve Gültan’a düpedüz haksızlık ediyordu. Siyaset bu, olur. Ancak Erdoğan garip bir erkek dili kullanıyordu ve bu dille ilgili olarak hiç bir kadın kuruluşu, hiç bir demokratik kurum sesini bile çıkartmıyordu. Yukarıda da sıkça bu dile işaret ettim. Tekrar aynı minval üzere devam edecek olursam, bu dil bir yandan egemendir, bir yandan bağışlayıcıdır; bir tek o konuşur ve herkes onun söylediklerine uyar. Tanrının dilidir bu, kimse ondan bir şey isteyemez, o ne isterse verir ve insana- bize düşen sadece verilen ile yetinmektir.
İşte bu dil karşısında Gültan’ın kendini savunması tek kelime ile acı verdi kulaklarıma; seslendiği kimselerin hiçbiri hayatta değildi, hepsi öldürülmüştü, işte burada benim bütün ruhum alındı; ne Kemal, ne Ferhat ne Ersin vardı ve Gültan o bu isimlerle kendini savunmakla kalmıyordu; bu isimler benim tarihim, yaşadığım yılların birer kare kökleri diyordu adeta. Kemal için insan hakları savunucusu diyordu; Ferhat’ı Bitlis’e gitmeme konusunda ikna edemediğini anlatıyordu; Ersin’in öldüğü yerde, bende ölebilirdim diyordu. Kemal evine giderken öldürüldü; Ferhat’ın cesedi sudan çıkartıldı; Ersin, Özgür Ülke bombalanırken öldü. Yaşayanların ölülerden bir ruh alarak kendini savunması ise düşünülmesi gereken bir şeydi ve bizi düşünmekten alıkoyan neydi?
Yanıt: Canlı olmak, gülünçtür zaten. Gerçek olan atlas olmaktır. Kendi ruhunu gezmek. Descartes düşünen bir şeyden başka bir şey olan ben diyordu açıkça ve bu ben Ortega Y Gasset için yazgı ile açıklanıyordu; yazgı, eylemdir. Bu eylem içinde insan düşünmek için yaşamaz, bugün ki düşünmemiz ise yaşamayı başarabilmek içindir. Çünkü düşünmek insana armağan olarak verilmemiştir. İnsan düşünceyi yapagelmiştir. İnsan, herkestir. Burada siyasetin diğer bir yüzü vardı ama; tanım, siyaset, hergün içinden birilerinin çekip gitmesidir. Gültan, konuşmasının bir yerinde siyasetçi kimliğini bir yana bırakıyor, kendi adına konuşuyordu.
Gültan olarak diyordu?
Bu siyasetin bir başka tanımıydı belki. Birlikte olmak, hep birlikte olmak değildir çünkü; çoğu zaman gerçek birliktelik, mesafe demektir. Burada artık kişinin kendi inadı ve kendi fikirlerine, davasına karşı asliliği söz konusuydu. Bu güne kadar ne liberalliğe göz kırpmış ne de kendi düşüncesi içinde bilmeyi, var olmayı ironistliğe vurmuş biriydi Gültan ve düpedüz iktidar, hükmetmek istiyordu ona; herkes iktidara, şimdi olumlu açılardan bakıyordu, iktidarın ezen yanı, barış söz konusu olduğu zaman garip bir ezilen kimlikle görülse de bu ortamın sıcak suyu içinde pek dikkat çekmiyordu. Oysa iktidar, dünyanın her yerinde birdi ve bir tek yerde, uygulamada ne olduğu görülebilirdi.
Çöküş neydi ki zaten? Kim, niçin çöker?
Genelde çökmekten ve çöküşten boyun eğmeyi anlarız. Doğrudur: Çökmek, boyun eğmektir. Ancak asıl çöküş bilinçaltının tümden zaptedilmesi ya da tümden kaybedilmesidir. Böylesi zamanlarda kalbimiz burcundan düşer, atmaktan vazgeçmek ister ve ruhumuz, bize bakıp bakıp utanır.
II- Tahammül: Söylenecek söze sahip olmak
Gültan siyasette yıldız bir vekil değildir. Sözü olduğu için vekil olmuştur veya bir söz söyleyecek diye; ikisi de söylenebilir. Ancak üslup için tek kural söyleyecek bir şeye sahip olmaktır. Meclis’te konuşmak, burada varolmak bilgi anlamında sadece iyi ve güzeli temsil eder. Vekiller iyi konuşur, güzel konuşur. Bu bir metre gibidir ama gerçeği konuşmak rahatsız eder. Kimse gülmez ve ağlanacak hal, masalara vurularak protesto edilir. Gültan başlangıçta işte iyiyi ve güzeli, arada bir de gerçeği dile getiren sıradan bir vekildir.
Ancak ne zamanki Roboski’de (28 Aralık 2011) bir katliam yapılır ve katliam sonrasında Gültan, Meclis’te sert bir konuşma yapar, işte o zaman AKP için o yıkılacak bir duvara döner; çünkü Gültan’ın o ağlamaklı sesi bir ağ örer iktidara ve şunu söyler, tek başıma kalsam da. Çünkü hükümet olayı yirmi saat gizlemiş daha sonra operasyon kazası demiştir. Bu tarihten sonra AKP tarafından Gültan yakın markaja alındı. Sürekli bir altını oyma vardır. Bu artık gözle görülür. Gültan’ın Bütçe Görüşmeleri (12 Aralık 2012) sırasında yaptığı konuşma ise bardağı taşıran son damlaydı. Gültan, Meclis’te konuşurken, Tayip Erdoğan genel kuruldan çıkar. Pervin Buldan’ın twitter hesabından aktardığı ve daha sonra gazetelere yansıyan bu bilgi tekzip edilmedi. Gültan’ın konuşması bitince Erdoğan geri döner; bir tek şey anlarız, tahammül yok. İç zenginliğimizin kaynağı iç çatışmalarımızdır ve bunlar bize tahammülü öğretirler.
Genç ömrümüzde şunları gördük; sindirmekle, dışarı atmakla- posa haline getirilmekle halk yok olmuyor (asimilasyon); yemek ve kusmakla da (savaş) bir halk yok olmuyor. İnsanlar tahammül ederek mutlu ve gelecekten umutlu olabilirler ancak. Tahamülün olmadığı yerde savaş başlar. Tahammül ruhumuzun sınırıdır.
Sınırlarımızı kapattığımız müddetçe işgal ediliriz. İşgal düşüncesi, işgal edilmekten daha kötüdür. Barış düşüncesi, aynı anda tarafların maskelerini indirmesidir ve bu topraklarda bugüne kadar savaşları “dövüşemeyecek kadar korkak olan ve bu yüzden de kendileri adına dövüşmek için dünyanın gençlerini cepheye süren hırsızlar çıkarttılar.” Bunu biliyoruz ve Kürtler, bu savaşta masumdurlar. İktidar için Kürtler salt doğadır ve bu doğa karşısında kendilerini rahat hissederler; güçlü ve zekidirler ve bu doğanın onlara soru sormasını, sorgulamasını istemezler. İstedikleri tek şey bu doğayı istedikleri gibi ekip biçmektir.
Başbakan Gültan’a tahammül etmemiştir. Temel hata, Türkiye’deki siyasal bilginin, siyasal ahlakın derinlikten yoksun olmasıdır. Kişinin doğmuş olduğunun unutması ve bu doğumu rededilmesidir. Herkes, başbakanın annesi öldüğünde döktüğü göz yaşları ile üzülmüştür. Bu üzüntü bir kişinin ölümü ile ilgili değildir. Bu üzüntü, bir adamın geldiği yere olan vefa borcunadır. Soru ise şudur: Niçin tahammül gösterilmiyor?
III-İmralı’ya Gültan gidemez
Çözüm Süreci, Ocak ve Şubat ayları boyunca tartışıldı. Yeni yılda, Kürt Sorunu için İmralı’da yapılan görüşmeler herkese açıkça umut ışığı oldu. Hakan Fidan ve Abdullah Öcalan’la başlayan görüşmelere daha sonra BDP’den Ayla Akat ve Ahmet Türk’te de eklendi. Görüşmeler Başbakan’ın bilgisi dahilinde yapıldı. Bu, başbakanı güçlü ve bu meseleyi çözerse o çözer sözlerini sarfedenlerin yüzlerini de aydınlattı. Bir ara süreç sendeledi. Düşecek gibi oldu. Bunun nedeni Türk’ün Diyarbakır’da “Barış için hassasiyet isteyenler Kandil’i bombalıyor” demesiydi.
Başbakan bu sözlere içerlendi ama uzun sürmedi. Tartışma İmralı’ya ikinci kez kimin gideceği sorusu ile yeni bir boyut kazandı. İki isim zikredildi; Selahattin Demirtaş ve Gültan Kışınak. Bu iki isme bir kaç isim daha eklendi: Ahmet Türk, Aysel Tuyluğ, Ayla Akat, Sırrı Sakık, Pervin Buldan. İsimler üzerine dönen tartışma tam elli gün sürdü ve nihayet 18 Şubatta, Ahmet Türk, Sırrı Sakık ve Pervin Buldan’ın adaya gitmesine karar verildi. Konu ise barıştı ve bu elli gün ölen ve yaralanan kimselerin hesabını kim verebilirdi? Kimse.
BDP’de isimler tartışılırken hükümet cephesinde bir sessizlik vardı. Erdoğan, Prag’a gitmeden kimi açıklamalar yaptı. Erdoğan, sürecin tıkanmadığını belirtti ve bu arada Gültan’ı kastederek “dağdakilerle kucaklaşanları İmralı’ya göndermeyiz” dedi.
Erdoğan açıkça isteyenin İmralı’ya gidemeyeceğini, istediklerini İmralı’ya gönderebileceklerini söyledi. Bunun yanında Hükümet ve BDP arasında İmralı ile ilgili bir trafik yaşanırken fıkra gibi kimi olaylarda yaşandı. AKP’nin genç yaştaki (39) milletvekillerinden Cuma İçten sürecin işlediğini fark ediyor ve soluğu hemen Diyarbakır’da alıyor. Zat, samimidir belki ama evladım, çocuğum edebiyatı ile pirim yapmaya çalışıyor. İçten, “22 bin tane PKK’li öldürüldü, yani 22 bin çocuğum öldürüldü. Hepsi benim çocuğum” diyor. Yok, daha neler! Anne, baba, çocuk edebiyatı dünyanın her yerinde sömürü amaçlıdır ve burada vicdan yerini, sadece konuşmaya bırakır. Bir yandan çocuk edebiyatı ile yapılan koyu arabesk diğer yandan kucaklaştı diye süreçten tecrit edilen Gültan...
Evet bunlar rutin bir sürecin izdüşümleridir. Gazeteler tırtıklanarak daha pek çok ince ayrıntı yakalanabilir. Bu topraklarda barış denildiği zaman iki şey akla gelir. Biri tokalaşmak, ikincisi sarılmaktır. Sarılmak, barışın ve sevginin gözle görülür dilidir ve bu dil hiç bir zaman, hiç bir canlı tarafından hor görülemez. Sarılan iki insan, sarılan iki hayvan; birbirine karışarak akan iki ırmak her zaman doğaya ait olduğumuzu söyler. Sarılmak bizi artık, üzerimize dar gelen üniformalardan kurtarır. Kuran’ın bir ayetinde (Tin) incir ve zeytin adına ve Sina Dağı’na ve Mekke şehrine yemin ederim ki (vetiyni vezzeytuni ve turi siyneyne ve hazebeledil’emiyni...) diye bir ifade vardır; acı (zeytin) ve tatlı (incir) üzerine yapılan bir yemindir bu.
Erdoğan ise kişiselleştirmiştir meseleyi. Bu açıktır. Erdoğan’ın Gültan’a yüklendiği ise kimi demeçlerden de ortaya çıkar. Buna göre Erdoğan, Gültan’ın yol kontrolü yapan gerilla ile karşılaşırken kucaklaşmasıdır. Gültan buna, “Ben anneyim. Ben gerillaları gördüğümde büyük bir duygu yoğunluğu yaşadım. O gençler belki birkaç saat sonra bir uçak bombardımanında yaşamını yitirecek. Bunu vicdan nasıl kabul eder?” diye karşılık vermiştir. Sarılmak insana özgüdür ve insanlar sarılır. Toprak ona sarıldığımız müddetçe bizi ürün verir. İnsanın toprağı ruhudur ve buna ancak sarılarak, birbirine güvenerek, sahip olabilirsiniz; dozerlerle yapılmış bir parkta, sadece dozerlerle bir araya gelmiş anne ve babaların çocukları oynar. Adına milli deseniz de, sevdiğiminiz alimlerinizden birini adını verseniz de boştur. Kadınlar içe doğma yoluyla hisseder. Güzelliklerinin görüntüleri yüzleri değildir bu yüzden, ruhlarıdır. Kadın, toplumun sağlığıdır. Bir toplumun psikolojisi denildiği zaman kadın hali akla gelir (gelmelidir). Kadınlardan çıkış bulamayan, bir bütün olamaz, kuru sıkı erkekliğe boğulur. Bir erkek her zaman bedeniyle vardır. Kadının ise bedeni yoktur her zaman, sesi vardır ve sesi yaşlandıkça güzelleşir. Kadın, suyun altında nefes alıp vermektir. Ondan gelmişiz. O bize anne, teyze, hala, kızkardeş ve nine olarak bir tek sarılmayı söylemiştir. İşte bu sarılmadan dolayı Gültan, fotoğraftan kesilmiştir. Gözaltında ya da hapiste olur ya, birini alıp götürürler aranızdan, sesiniz çıkmaz.
IV –Selam meselesi
Gültan’a yapılan siyasal bir linçtir ve linç, vandal bir yürekle, bir kampanya halinde yürütülmüştür. Gültan kendini savunuyor. Üstelik tek başına. Üstelik mesele, bir selam alıp verme meselesidir.
Gültan şunu söylüyor: “Karşılaştığım bir insanla tokalaştım, merhabalaştım, medeni bir duruş gösterdim. Kiminle barış yapmak istiyorsunuz. Bundan sonra susmayacağım. Beni eleştirenler bugün konuşuyorsa, ben geçmişte direndiğim için konuşuyorlar. Nefret diliyle sorunları çözemeyiz.”
Sorun ise selam alıp verme ve sarılmadır. Tarih ve edebiyat alanında selam alıp verme- sarılma “toplumsal ilişkilerimizin” (Max Weber) bir parçasıdır. Edebiyat bağlamında Dante’nin Yeni Hayat romanında muazzam sahneler vardır. El, tenin sıcaklığını verir ve aşıkta bir ürperti başlar. Selam, herkesin bildiği bir dildir ve grameri de ellerimizdir. Aşık, sevgilisine selam verir. Bu selamla Tanrı’ya yalvarır, istediği yardımdır. Sevgili ile bir araya gelmek bir ayindir. Kuşlar başlarında döner, yer deprem oluyormuşcasına sarsılır. Aşık karşılaşma sırasında sevgilisine şunu söyler: “Şimdiden rengini taşıyorum senin.” Aşk nedir ki, bir yalnızlığı bir yalnızlıkla değiştirmek.
Gültan bir anne ve bir kardeş gibi sarılmıştır yolda kimlik kontrolü yapan gerillalara. AKP’li vekil gibi arabesk bir “çocuğum edebiyatı” yapmamıştır; gerçekten karşılaştığı gerillalarla yaşıt kız çocuğu vardır ve gerçekten çocuğu gibi selam vermiş, sarılmıştır.
Ancak günümüzde, yaşadığımız askeri toplumdan dolayı mıdır nedir bilinmez selam almak ve vermek bir ast üst ilişkisine dönmüştür ve sarılmanın kardeşliği, selam vermenin- birbirini görmenin erdemi yerini kinle bilenen bıçaklara bırakmıştır.
Selam barıştır. Araplar selamün aleyküm- barış seninle olsun derler; bunun İbraniler için karşılığı şalom’dur ve Hırıstiyanlar yanaktan öperler birbirlerini, bu pax vobiscum- barış seninle olsun anlamındadır.
Eski çağlarda iyi gece ve iyi gün demek bile büyülü bir ifadeydi.
Sanırım, Türkiye’de selamı değiştirmek gerekiyor ve eski zaman Hindistanlıları gibi sabahleyin selam yerine, “bu gece size çok sivri sinek geldi mi” diye sorup hemen kaçmak gerekli.
* Bu yazı Mesele Dergisi'nin 75'inci sayısında yayınlanmıştır.