Bir mülteci görürseniz, ona hikayesini sorun, büyük ihtimalle anlatır, belki de tabuları, önyargıları kıracak olan hikayelerdir. Ben birçok mülteciye "bavullarınızda ne getirdiniz" diye sorduğumda karşılaştığım bir bavul hatıra ve bir tutam umuttu. Biraz geçmiş, biraz gelecek saklanmış eşyalara.

***

Göç, insanlık tarihinin en eski olgusudur. Tarihte bilinen ilk göç hareketleri insanların yaşamda kalabilmek amacıyla daha elverişli coğrafyalara yerleşmeleri olmuştur. Göç, hayatta kalma kavgası olarak gayet doğal ve tarihin bir parçası iken geliştiği her dönemin toplumsal özgün koşulları ile değerlendirilmiştir. Ulus devletleşmesi ve sınırlar henüz mevcut değilken sorunlu bir tema olarak ele alınmamıştır. Elbette göç edenler ile yerliler arasında kültürel ve sosyal farklılıklardan ötürü çelişkiler her dönem var olmuştur; ancak kurumsal olarak yabancılar dairesi, yabancılar polisi ve kimlik-pasaport gibi belgeler ulus devletleşmelerinin bir yüzü olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ulus devletler ve sınırları, insanlık tarihinin sadece kısa bir döneminden beri bulunmaktayken, aklımızı öyle bir ele geçirmiş ki bize sanki tüm tarihi süreçlerin zorunlu bir parçasıymış gibi gelir. Bu yanılsama içerisinde sınırlara hapsedilir ve devletleri kutsarız. Kendimizi ülkeler üzerinden tanımlar, verilmiş makro kimlikler ile sınırları meşrulaştırırız günlük yaşamımızda.

Bu sınırlar kimilerine sosyal ve siyasal haklar tanırken, kimilerini bunun dışında tutar. Bazı devletler için kendi sınırları içerisinde doğmuş olmak vatandaşlık için yeterli iken; bazılarında ise soydan gelen bir vatandaşlık önkoşuldur. Vatandaşlık “dahil olan” ile “dahil olmayanın” yani tanınan ile dışlananın belirlendiği bir tanımlama olur. Bu çerçevede göçmenler birçok haktan mahrum bırakılır.

Avrupa, bir süredir yoğun bir şekilde göç alıyor ve buna yönelik uzun vadeli çözüm arayışlarından çok uzakta ve her devlet kendi sınırlarını kontrol altına alma derdinde. Günümüzün popülist yaklaşımı olarak Avrupa Birliğinin varlığını sorunsallaştırarak uluslararası kurumların etkisinde olan ulus devletlerin tekrardan güçlendirilmesine tartışılmakta ve göç hareketi “mülteci krizi” olarak ele alınmakta. Görüntülerin ardındakileri okuma derinliğinden yoksun olmak kendini kullanılan kavramlarda gösterirken sebep-sonuç ilişkilerinin anlaşılmamasına yol açar ve daha da kötüsü Adorno’nun belirtiği üzere “yanlış yansıtmaları” da beraberinde getirir.

“Yanlış yansıtmaların” en bariz örneğinde göçmenlerin ucuza çalıştırılmalarından ötürü yerlilerden iş imkânlarını alacağı ve maaşı düşüreceği dillendirilirken esas sorun işverenlerin göçmenleri ucuz iş gücüne çevirmesi ve işçilerin emeğini gasp etmesi gözardı edilir. Yine göçmenler arasındaki rekabet de onları sınıf kimlikleri ile buluşturmalarından ziyade ulusal bariyerlerle düşünmelerine sebep olur.

Göç sebepleri ise yeni kategoriler oluşturur: politik göçmenler, ekonomik göçmenleri. Dünyadaki çarpık gelişim ve kaynakların eşitsiz paylaşımı politik ve ekonomik ilticacıları beraberinde getirdi. Ekonomik ilticacılar ise bu kategoride en az değer verilen ve statüleri sermayenin ihtiyacına göre değişen gruptur. İhtiyaç duyulduğunda göçmen işçilere sınır kapıları açılır ve bu ihtiyaç giderilirse “yabancı isçilerin” ait oldukları yere dönülmesi istenir. Bu kategoriler içerisinde gruplar bir diğerinin varlığını tehdit olarak görür ve “yanlış yansıtmalar” ile görüntünün ardında yatan global kapitalist üretim ilişkileri ve sınırlar tartışılmaz.

Türkiye’den tüm Avrupa ülkelerine dek mültecileri ölüm yolculuklarına zorlayan sınırların tartışıldığı antikapitalist bir duruş büyük bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkıyor. Günlük yaşamımızda devleti kutsayan bayrak, milli marş gibi sembolik aidiyetleri sorgulayarak gelişen ulusalcı, sağcı hareketlere karşı her alanda enternasyonal bir cephe oluşturmalıyız.