Açlık grevlerinin sonlandırıldığı günlerden bu yana barış görüşmelerine dair senaryolar tartışılıyor. Yalancı çoban hikâyesindeki gibi bir tarihsel arka planı olan barış arayışları için, “iyimser olmak için henüz çok erken” diyenler de var, “barış, elini uzatsan dokunacak kadar yakın” diyenler de. Vaziyetin tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz ama yıllardır bize savaş vaaz eden, zafer naraları atan ağızlarda barış sözcüğü eğreti dursa da, barışa ihtimalinin ortaya çıktığını görmek, iyidir.

Kazananı olmayan bu savaşın sona erme vakti çoktan gelmişti. Hükümet ve onun sözcüleri çıtayı çok yükseklere taşısa da dildeki değişim de önemli bir işaret. Devletlûların dilinin, “Burnunu sürtme, bileğini bükme, kökünü kurutma, son terörist kalana kadar mücadele etme” lakırdılarından “görüşme yoluyla, takvime bağlanmış bir silah bırakma”ya doğru evrilmiş olması gözlerden kaçmıyor. Ama yine de dil, bize acı veren zehrinden arınmış değil. Burada da muktedir, eril ve her şeye hükmeden dil bütün dikenleriyle yaralamaya, kulakları tırmalamaya devam ediyor.

BARIŞTAN KORKMAK

Bu sefer, bizi umutlu olmaktan imtina etmeye zorlayan onca sebebe rağmen, barış ihtimalinin ufukta belirdiğine daha kolay ikna olduk. Bunu ne İmralı görüşmelerinden, ne devletin geçen sene Tamil usulü imha planlarını iştahla anlatan en yetkili ağızlarının ve onların “hıh deyicileri”nin görüşmelere dair yaptıkları açıklamalardan ne de siyasal iklimin yumuşamasından anlıyoruz. Barış ihtimalinin belirdiğini, “Ya Türklerin haysiyeti ne olacak” diye yazan bembeyaz Türklerin “Büyük Gazete”sindeki temsilcisinin başköşesinden telaşla başını uzatmasından anlıyoruz. Barış denildiğinde eli silahına gidenlerin haletiruhiyesiyle kurmuş cümlelerini yine. Cüceler Ülkesindeki Güliver egosuyla çiziktirdiği yazısında barış ihtimalinin gururunu nasıl da incittiğini, sanki barış Türklerin yenilgisiymiş gibi Türklerin haysiyetini dikkate almak gerektiğini söyleyivermiş.

Bu topraklarda barış dendiğinde kimlerin rahatsızlık duyduğuna dikkatle bakmak gerekiyor.

Yeni yıla empati projeleriyle girmiş bu gazetenin “sembol” yazarının bütün o modern ve şehirli havasının gizleyemediği sakil ve görgüsüz faşizmi üzerine çok yazıldı, tekrar ederek okuyanların midesine taklalar attırmayalım. Ama kendini devletin çekirdek yapısıyla ve bu devleti “Türk Devleti” yapan değerlerle özdeşleştiren bir kitlenin, bir ruh halinin sözcüsü olarak barış ihtimalinden korkmasını anlamakta fayda var. Zira o, Türk savaş uçaklarının Kürt şehirleri üzerinde tehditkâr sortiler atmasını arzulayan “Muktedir Beyaz Türk Egosu”nun sesidir.

Dikkat edelim, barışın kendisi değil, ihtimali bile incitiyor, yaralıyor bunca şişmiş “kırılgan” egoyu.

BARIŞA İNANMAK

Devlet aklının tiksindirici konjonktür hesaplarıyla işlediğini biliyoruz. Bu aklın her yanda bitiveren sözcüleri de barışı neredeyse askeri terminolojiyle tarif edecek kadar bu aygıtla özdeşleşmişler. Buna yabancı değiliz: Vali Nevzat Tandoğan’ın hülasa ettiği bir devlet geleneğiyle yürüyor Türkiye’de bütün işler. Öyle olmasa barış görüşmeleri başlamış ve barış umudu ülkenin ufuklarında büyüyorken devletin Lice’deki yeni yıl kıyımı bir kahramanlık destanı olarak sunulur muydu?

Muktedirlerin barış arayışı belki de aklımızın henüz ermediği bazı hesaplar üzerine kuruludur. Bunu zaman gösterecektir. Peki, hesaplar her zaman tutar mı? Tarih, tutmadığını söylüyor. Muktedirlerin ve onlara iman edenlerin hesapları onların olsun. Biz halkların bilgeliğine inanıyoruz. Hiçbir hesabın bozamadığı bu bilgelik her yandan hayatımıza kara gölgelerini salan linç hareketlerine rağmen, barışın gerçek teminatı olacaktır. Savaşın yıkamadığı, yok edemediği Anadolu ve Mezopotamya’nın devletçi olmayan, barışçıl ve ortakçı ruhu barışa da ışık verecektir.

Artık gencecik çocuklarını kazananı olmayan bu savaşta kurban etmek istemeyen Kürtler ve Türkler, bu barışın gerçek sahipleri olacaktır. Barış, dağı ve şehri buluşturma düşüdür ve bu toprakların kaybolmuş hikâyesidir. Şimdi bu hikâyede yeniden buluşma ihtimali doğdu.

Barış, düşü ve gerçeği kardeş kılacak olan ortak geleceğimizdir.